31 Aralık 2020 Perşembe

SOMUNCU BABA'DAN SÜRENLER

Somuncu baba nam büyük veliyullah Hamidüddin Aksari hazretleri 1412 yılında vefat etmiştir.Kendisi aslen kayserilidir.Sülukunu Tebriz'de Şeyh Ali Alaeddin Erdebili(ö.1429) hazretlerinde tamamlayıp Bursa'ya yerleşip fırıncılık yapmıştır.Ulucami'nin tamamlanması akabinde Açılış cuma günü olmuş Cuma namazı kıldırmak ve hutbe okumak için Emir sultan hazretleri Yıldırım Beyazid7e konumunu izah edince hazret"Hay Emir hay,niçin bizi ifşa ettin" demiştir.sonrasında ahir Aksaray'a yerleşmiş.Oğlu Yusuf hakiki baba Hacı Bayram'dan hilafet alarak dergahta yolunu devam ettirmiştir.Yusuf Hakiki baba'dan beş yüzden fazla şiirin bulunduğu divanı geriye kalmıştır.

HAKİKATIN ADRESİ

BİLMEK İSTERSEN SEN SEN'İ CAN İÇRE ARA CANI GEÇ CANINDAN BUL ANI SEN SENİ BİL SEN SENİ KİM BİLDİ EFALİNİ OLBİLDİ SIFATINI ANDA GÖRDÜ ZATINI SEN SENİ BİL SEN SENİ GÖRÜNEN SIFATINDIR ONU GÖREN ZATINDIR GAYRI NE HACATINDIR SEN SENİ BİL SEN SENİ KİMKİ HAYRETE VARDI NURA MÜSTAĞRAK OLDU TEVHİD-İ ZAT7I BULDU SEN SENİ BİL SEN SENİ BAYRAM ÖZÜNÜ BİLDİ BİLENİ ANDA BULDU BULAN OL KENDİ OLDU SEN SENİ BİL SEN SENİ (Hacı bayram-ı Veli)

HACI BAYRAM VELİ'DEN FEYZ ALAN GÖNÜL ÇOCUKLARI

Hacı Bayram Veli hazretlerinin asıl adı Numan.Yıldırım Beyazid'in kapıcıbaşı idi.Timur istilasından önce Bursa'yı terk eden Hamidüddin aksarayi(Somuncu baba)Sis kalesine çekilmişti.Numan, Somuncu babanın aşkına düşmüş Bursa'yı terk ederek Somuncu babanın izini sürerek Kozan'da bulunan sis kalesi içinde mürşidini bulmuş ve ona teslim olmuştur.Somuncu baba'ya intikali Kurban bayramına denk gelince "Senin adın Hacı bayram olsun" buyurdu.Şeyhiyle beraber Şam ve Hicaz'a seyahatler akabinde Anadoluya dönerek Aksarayda şeyhine hizmet etmiştir.Daha sonra Hilafet verilerek Ankaraya gönderilmiş,Şeyhinin vefatıyla posta oturmuştur.Hacı bayram Veli'den Akşemseddin,Emir Ömer sikkini Dede,Eşrefoğlu Rumi,Yazıcıoğlu muhammed,Balıkesirli Lütfullah Akbıyık lakaplı meczup Şems-i Hüda,Baba nühhas Ankaravi,Musluhiddin halife,Molla Zeyrek,Ramazan Halife,Şeyh Mukad Hızır dede,Bolulu Uzun Selahaddin gibi otuzdan fazla zatlar feyz alıp gönül çocukları olmuşlardır.Hacı Bayram Veli efendimizin üç kızı beş oğlu oldu.Evlatlarından Şeyh Ahmet soyu günümüze kadar geldi.Göz nuru kızlarından Hayrunnisa hanım Eşrefoğlu Abdullah-ı Rumi (ö:1469-70) ile evlenip İznik'e yerleşti. Şeyhinin peşindeki serüveniNİ mUSTAFA tATÇI şu dizelerle ifade etmiştir. GÖKLERDE DUMAN,GÖNÜL SÜRGÜN BİRGÜN YOLA DÜŞTÜ NUMAN SİS KALESİNDE SİS,YOLLARDA VARDI KASİS AŞK ATINA BİNDİ,ATLADI KASİSLERİ OLDU AŞK ERİ NUMAN HİLALDE ÇIKMIŞLARDI YOLA,DOLUNAYDA GÖRÜNDÜ KOZAN DÜNYA KEPÇE,NUMAN KAZAN YORGUNDU DÜŞÜNCELER,YORGUNDU NUMAN. KOZANDA BİR İKİNDİ SİSLER KALKTI SİS'E İNDİ,BİZİM NUMAN ADANA'DA ÇIFITLAR ÇARŞISINDA KÜRKLER HARAÇ MEZAD HIRKALAR EĞİNDE GÖNÜLLER AZAD. AŞK PAZARINDA NEFSİNİ SATTI NUMAN DEDİ, BENİM DEĞERİM BİR ÇUVAL SAMAN. KAPIDA İDİ,EŞİĞE DÜŞTÜ BİR KURŞ ARŞA UÇTU. DERVİŞ OLDU NUMAN,BAYRAM OLDU O AN

AŞK(VECD) HALİNDE SÖYLENENLER,SÖYLEYENLER

hAL'İN GALİP GELDİĞİ ESNADA Allah adamının ağzından dökülenler hayreti mucibdir.Bu durumu onlara söylediğinizde şöyle cevap verirler: "Ben şâir değilim. Doğuşları söylerken, ne söylediğimi bilmem. Aczimden başka birşey bilmiyorum. Aczim tamam olduktan sonra bu hâl zuhûr ediyor. Söylediklerimin bir harfi bile aklımda kalmaz. Eskiden, bizden zuhûr eden bu doğuşları zaptettikleri zaman, bunların yazıldığını istemezdim; ağzımdan çıkan sözlerden dolayı tövbe istiğfar ederdim. Sonra, kendi kendime dedim ki: (Sen misin söyleyen? Elindeyse, hadi istediğin zaman söyle! Sen bu hâlin mahkûmusun!) ondan sonra tövbeyi bıraktım. Kurtuluş (yokluk)tadır, yani aczimizi anlayıp tam bir teslîmiyyetle teslîm olmaktadır. İnsanın (benliği) kayboldukça, sırtındaki yük hafifler. Bir insan, kendine ne kadar pâye veriyorsa, o kadar müthiş bir cehennem içinde yanıyor demektir. Çünkü kendisine kıymet vermezlerse kızar, hürmet etmezlerse canı sıkılır. Vay sözümü tutmadılar! Vay bana pâye vermediler! Al sana cehennem. Cennet ise, insanın, kendini bu âlemde her şeyden küçük görmesidir; böyle gören insan hiç azâb bilmez. Ne kadar küçülürsek hedef o kadar küçülür. Hedef kalmadıktan sonra övme ilâ sövme bir olur. Sana sövseler, yine onlara acırsın, şefkat edersin. Tasavvuf, bütün insanları, cins, millet, din, mezhep tefrîk etmeden ve şehvetsiz olarak sevmektir. S. – Akıl bu sözleri bazan almıyor. – Vaktiyle (ârif)in biri (Vâdî-i Cünûn)dan geçerken dellenmiş fakat tabîi muvakkat bir delilik. Sonra aklı başına gelince, doktorlar, hakîkaten aklı yerine gelmiş mi diye onu tecrübe ediyorlar. Adamı deniz kenarına götürüp: Say bakalım şu dalgaları! diyorlar. Adam boyuna: Gelen gitti, gelen bir. Diyor. Hani sen hep (bir)le uğraşıyorsun, saymıyorsun? deyince: Zaten beni deli eden, o (Bir)di, diyor. Bu sözler, akıllı insanların havsalasına sığmıyor. Onların ikrâh edip kötü söylemeleri bundandır. Eğer, biz bu hareketlerinden dolayı onları hor görür ve onlara kızarsak, hatâ bizdedir. Çünkü biz de bir zaman onların şimdi bulundukları yerdeydik. Bu meseleleri konuşunca, ne güzel dinliyorlar değil mi? Mutaassıplar kızıyor, fakat münevver insanlar dinliyorlar, alâkadar oluyorlar. Dinleyen mutlaka anlar. Bilenle bilmeyen bir olur mu? Bilmeyen: dalga, bilen: (Deniz)in kendisi. Ama yine de bu insanlar ne kadar tatlı, bir bilseniz. Ah! onları benim gözümle görseniz. Ama ben de evvelce böyle görseydim deli olurdum. Bu dünya gaflet dünyasıdır; fakat gaflet de bir devlettir. Gaflet perdesi dedikleri şey (kan)dır. Kanın renginin kırmızılığında da bir hikmet var. Kanı bir şişeye doldursan da kaldırıp şöyle baksan, şişenin öte tarafındaki eşyayı görebilir misin? Vücuttaki kanın çokluğu da böyle, hakîkati bize göstermez, o ne kadar azalırsa, iç gözü, onun arkasındaki şeyleri o kadar görür. Onun için peygamberimiz ve büyük adamlar riyâzat yapmışlardır. Riyâzat esnasında bazı kudretler zuhûr eder, kerâmet ferde aittir, umûma şümûlü yoktur. Dua ile kerâmetle savaş kazanamayız… Kerâmet yapan adam bir (Nokta)ya dayanıyor, kerâmet yapıyor; fakat o (Kudret) ona ne yaptırırsa onu yapabiliyor. Hoş onu da terk etmek lâzım ya… Hz. Muhammed, karnına bıçak, avurduna şiş mi soktu? Samîmî olarak söylüyorum ki, ben daha âcîz ilmini bitiremedim; nerde kaldı tasavvuf ilmi… Amma o (Kudret) gelip beni istilâ edince, istediğini söylüyor; ben âcîzim. Herkes, yaptığında ve söylediğinde haklıdır. Bize kötü dedikleri için onları hor görmeyiz. Değil onlara fena bir söz söylemek, hattâ tenkid etmek bile istemeyiz; çünkü olabilir ki bu tenkitten onların gönülleri incinebilir onların gönlü de Allah’ın gönlüdür, bizim gönlümüzdür; hepimizin gönlü aynı gönüldür. Biz bu âleme kötü görmeğe, kötü dinlemeğe, kötü söylemeğe, kötülük yapmağa gelmedik… Bu âlemde birkaç günlük misafiriz, o kadar. Bir insan, bir ağanın evine misafir olsa, fakat ağanın adamlarının, çoluğunun, çocuğunun ahlâkını tenkid etse, ağanın zoruna gitmez mi? Çünkü adamlarının kabahatini görmek, ağanın kabahatini görmek demektir. (Bunların kabahatlerini ben görmüyorum da sen mi görüyorsun?) der, bize kızar. Allah da böyle kızar bize, eğer kullarına karışırsak. Onun için nemize gerek. Hakîkatin menba’ını anlayınca, fücûrat kendiliğinden kaybolur. Bir devre gelir ki bir zevk deryâsına düşülür. Tasavvuf hâlini, tasavvuf ahlâkını yazı ve söz ifade edemez. İlim, kelâm yetişmez buna… Bu deryâya her insan düşebilir, yeter ki tefekkür etsin.

MANEVİYAT TAHSİLİ

Evliyaullahın bir çoklarının zahiri medrese tahsili yoktur.Bazıları ancak namaz kılacak kadar sureleri bilirler.Ancak öyle sözler ağızlarından dökülür ki medrese alimi şaşar.Sormuşlar: S. – Sizden doğan (hâl)e ve doğuşların Allah tarafından verilen bir mevhibe olduğuna inanamıyorlar; çünkü tahsîliniz yok. (Tahsîlsiz bir adamdan böyle şeyler doğar mı? O, bu sözleri anlayamaz bile) diyorlar. Hazret cevap verir: – Bizi tahsîlsiz zannediyorlar amma, ben bu ilmi 18 yaşımdan beri tahsîl ederim. Bu ilim, medrese ilmi, mektep bilgisi değil. 22 sene (âcîz) tahsîl ettim. 13 senedir de (aşk) tahsîl ediyorum. Bundan sonra bir (âcîz) tahsîli daha var. Allah tahsîli başka: Tahsîl edeyim derken, sen tahsîl olunup yok olacaksın. Mektep tahsîli vakta, saata tâbi: Sabahleyin mektebe gidersin; filân saatta dönersin yahut şu kadar sene tahsîl eder, şahâdet-nâme alırsın. Hâlbuki bu ilmin şahâdet-nâme’si, mektebe başlar başlamaz verilir. Mânevî tahsîlin ne saati var ne dakikası… Yerken, içerken, uyurken, yatarken, hiç durmadan devam eder. Bu münasebetle şu doğuşu veriyoruz: Bu yol sevdadan geçer, Sevenler “lâ”dan geçer, Âşıkların yolları, Daim Mevlâdan geçer. Burada koyar canı, Arzu eden Cânânı; Âsümandan geçerken, Yıldız olur seyranı. Onu görür her nücum, Ederler ona hücum; Geçen şamdan olmuş, Dudakları da bir mum. Geceyi gündüz eder, Işığı dümdüz eder; Uzaktan seyir eden, Hâlimizi söz eder. Nidem, meşrebi değil, Âşık mezhebi değil; Burda âşıklar okur, Çocuk mektebi değil. (Kürsü)de durur Rahman, Sever, eder imtihan; Şahadetname yazar, Yazdığı mürekkep: kan. Kalemi dürter cana, Kâğıdı boyar kana; Bu bir aşk âlemidir, Benzemiyor irfana. Bilinmez akıl ile İlm ile, “nakil” ile. Zümrüdüanka kuşu Bağlanır mı kıl ile?.. Varma, seni parçalar, Ateşi seni dağlar; (Emre) eğlendirmeye, Durmaz candan nay çalar.

BUDA DİNİ

BUDA DİNİ HAKKINDA MELAMİ İSMAİL EMRE HAZRETLERİ ŞÖYLE BUYURMUŞTUR: – Türklerin dinidir, bu din. Buda büyük bir peygamberdir… Yağmur yağdırır, Allah’ın kendisine verdiği bütün kudretleri kullanırdı; noksanlığı buydu; yani kerâmetten vazgeçmesi lâzımdı. Hâlbuki o yağmur yağsın! derdi, yağardı; bir bakışıyla insanları öldürürdü. Onun bu kerâmetlerinin hatırası bugün bile yaşamaktadır: Yazın yağmur yağmadığı zamanlar, çocuklar sokaklarda Bodi! Bodi! diye bağırarak yağmur isterler. Çocukların bilmeyerek söyledikleri bu söz Buda’nın ismidir. Buda o zevk ve kudret âleminden beşerler arasına inemedi. Asıl büyüklük, bunu yapabilmektir. O devirde Buda’ya Allah diye taparlardı; fakat o, kendisine Allah dedikleri zaman, derhal Allah’la birleşir, kendisi aradan çıkar, fânî olurdu.

TESBİH NEDİR?

S. – Tespih nedir? Meilamet erbabının tesbihe bakışı şudur: – Tespih kaç tanedir? S. – 33. – Bak, insanların belkemiğinde 32 tane kemik var; bir de sondaki ufacık kemik etti 33. Yani tesbih ile aradığımız (Varlık), insanda imiş. 33 tanelik tespihi uc uca getirip bir daire şekline sokmuşlar. Bir de (İmâme)si var. Îmâme’yi bulan, oradan çıkar, kurtulur; yoksa çıkması çok zor.

"BEN KİMİM?"ARAYIŞI

Manevi arayışta olanlar başlangıçta bu sorunun cevabını ararlar.Ancak bulamayacakları için sıkılırlar.Bilmezler ki bir insanın kendi suretini görmesi bile bir ayna'la mümkündür."Ayna kimdir?".Tasavvufda ayna mürşittir.Mürşit insanın içindeki hakikatı ortaya çıkarır.Ancak içseli kötü ise bunu tedavi eder.İçseli iyi ise bunu işleyerek daha değerli.Örneğin toprakta bulunan demir çıkartılıp,potada eritilip demir haline geldikten sonra bir çok kullanım yerleri vardır.İnşaat demiri olarak binada kullanılır.aancak işlenirse Radyo haline gelip ses verir.Demirin fiyatı ile elektronik eşyaya dönüşmüşün fiyatı aynı olur mu? Erenler bu soruları, cevapları şeriatın hışmına uğramamak için kuş dili ile söylemişlerdir.Hakikat sırlarının avama söylenmesi haramdır."Hakikatlar ortaya çıktığında Şeriatlar batıl olur" sözü vardır. Tasavvufda Kelam'ın hazmedilmesi vardır.Tıpkı midemize inen yemeğin hazmı nasıl bizlere kuvvet ve enerji vermekte ise ve bir müddet zamanın geçmesi gerekmekte ise,Evliya'nın söylediği sözlerin de hazmedilmesi için zaman gereklidir.Sürekli yenirse mide ifsad olup insan kusar.Yediklerini dışarı atar ve o yenilenlerin vücuda faidesi olmaz.

MÜRŞİTLER "MAYA"DIR.DEĞİŞTİRİRLER

Süt temizlik,beyazlık anlamındadır. Şeriatın temizliğini ifade eder. İman eden bir kimse şeriat kurallarına uyduğu takdirde süt gibi tertemizdir. Ancak bu sütün değişerek değer kazanma yolu; yoğurt olması, Peynir olması,Tereyağı olması ve Kaymak olmasıdır.Sütten türeyen bu terkipler fiyat olarak sütten daha pahalı,tadı daha lezzetli ve zevklidir.Süt gibi tertemiz bir insanın bu değeri kazanması için önce ateşte kaynaması(aşka ulaşması) sonra sütün soğuduğu gibi sükunete ulaşması,akabinde bir mürşit tarafından maya katılıp mayalanması için beklemesi gereklidir.Diğer değişimlerde önceki hallerden sonra gelir.Süt yoğurda dönüşür sonra Peynir ve tereyağı olur. Sütten türeyen tüm şeylerin değeri,süte göre fazladır.Süte değer kazandıran şey Maya olduğundan, şeriatı yaşayıp temizlenmiş bir kimsenin Ehli Beyt'e mensup bir mürşit vasıtası ile manevi mayalanması gereklidir.Zahir deki yöntemin aynısı Batın da da karşılığı mevcuttur.

KİMLER KURTULACAK

– Var. Bu dünyada Allah’a îmân eden ve onu, tefekkürle arayanları bu tefekkür bir bilgiye götürür; o bilgi onları yeni bir tefekküre düşürür; böyle böyle, (Hakîkat)i (Cemâlullah)ı bulurlar. Amma bu buluş, kaç yüzbin, kaç yüz milyon senede olur, orasını Allah bilir… Allah’ın ne senesi var, ne de zamanı. Onun için (mesele)yi burada halletmeli. Bu vücut, bu hayat, bize işte bu (mesele)yi halletmek için verilmiş çok kıymetli, kıymeti ölçülemeyecek kadar kıymetli bir vâsıtadır. Bu vâsıtanın kıymetini bilelim. İnsan vücudu, Allah tohumunun kabuğudur. Çırpınıp bu nefis denilen kabuktan kurtulursak ne alâ. Yoksa kabuk olarak kalırız. Kabuğun altında ne Hıristiyan var, ne Müslüman; sadece Allah var. (Hayvanlara dirilme yok!) diyorlar. Öldükten sonra dirilme, demin de söyledik, ilâhî bir zevkten ibârettir; hayvan zevki ne bilsin… Biz de (Kel’en’âm) olmayalım ki, öldükten sonra dirilme zevkini tadabilelim… Bunun da yegâne çaresi (Aşk)tır, bir (İnsan)ı sevmektir. Ama yine Niyâzî’nin dediği gibi: Her mürşîde dil verme ki, yolunu sarpa uğratır. Mürşîdi Kâmil olanın yolu gâyet âsan imiş.

İNİSANLARIN KAFİR YAHUT MÜMİN OLMASI

S. – Yunus’un şiirinde Allah: (Kimini kâfir yarattım, kimini mü’min) diyor; bizim ne kabahatimiz var öyleyse? Niye böyle kimini kâfir, kimini mü’min yaratmış? O, öyle söyleyebilir ve istediğini de yapabilir; bu kendine aittir. Biz ona “niçin bunu böyle yaptın?” diye soramayız. Hikmetinden sual olunmaz demiyorlar mı? Bize hitâbederken: (Şu harâm, bu helâl) demiş, iyiyi kötüyü ayırmış. Birinci sözüne inanır, bu ikincisine inanmazsak, olur mu? Harâm, helâl, yani iyilik, kötülük yok diye inanırsak, her türlü fenalığı yapmamak için hiçbir sebeb kalmaz. Zaten akıl, daima fenalığa meyyâldır. Sonra, herkesi mü’min yaratsa olur mu? Bütün yediklerimiz şeker olsa da diğer ekşi, tuzlu, acı gıdalar olmasa olur mu? Bâzan zehirin bile vücuda faydası vardır. Allah, iyiyi de, kötüyü de yaratmıştır; isteyen, istediğini beğenir, alır. İstediğimizi almakta bizi serbest bırakmıştır; çünkü bize irâde vermiştir. Bir eczanede zehir de var, diğer ilâçlar da. Ne lâzımsa, gidip onu alıyoruz. Allah bize: (Hakîkati arayın; bulmak için de nefsinizi öldürün!) diyor; boşuna mı söylüyor Allah? Demin de okudunuz, Mısrî Niyâzî, Hakîkati anlamayanlara (Hayvan) diyor. Sade Niyâzî değil, Kur’ân da öyle söylüyor. Bir âyet vardı neydi? – Ülâike kel’en’âmi belhüm adall. – Bilenle bilmeyen bir olur mu? Hakîkati bilmeyen, hayvanmış; öyleyse hayvanlıktan kurtulmaya çalışalım. İlâhî zevk, yani ölmeden evvel ölüp tekrar dirildikten sonra tecellî eden zevk, ancak insanlar içindir, hayvanlar için değil. Ölüp dirilme, bu âlemde ve bir (Kâmil İnsan)ın gönlünde olur. Nefis, yani akıl (Mâdem hakîkati anlamayanlar hayvanlar gibi mahvolup gidecekmiş, öyleyse bu âlemde her fenalığı, her istediğim şeyi yapar, ondan sonra toprak olurum; ne azâb, ne bir şey…) diyerek kendini kandırmaya çalışır. Hâlbuki iş, onun istediği gibi değildir. Kur’ân’da (Bir zerre şer yapan da, hayır yapan da karşılığını görecek!) demiyor mu? Bu dünyada fenalık yapan insan, o fenalığın cezasını da beraber götürüyor… (Herkes cehennem odununu kendi götürür…) demezler mi? Fenalık yapanlar da, akıllarında götürdükleri ceza içinde ebedîyyen haşrolup azâb çekeceklerdir.

DÜNYA ÖKÜZÜN BOYNUZUNDADIR SÖZÜ

Bu sözü çok değşik şekilde anlatırlar.Bu hususu Adanalı İsmail emre hazretlerine dormuşlar.Hazret şöyle cevap vermiş: S. – Dünyanın altında ruhlar var diyorlar: En altta hava, havanın üstünde deniz, denizin üstünde balık, balığın üstünde öküz, öküzün üstünde dünya. Buna ne dersiniz? – Dünyanın altında öküz varmış öyle mi? Fena öyleyse… Dünyanın altında kalırsak öküz olurmuşuz. İnsan olan, ayaklarının üstündedir; dünya insanın ayakları altındadır. Dünyadan maksat, mal-mülk, para, kadın diyorlar ama, eğer bunlar bizi mahkûm ediyorsa dünyadır; etmiyorsa, dünya değildir… Hz. Muhammed: (Malınız, evlâdınız, karınız sizin düşmanınızdır!) demiş amma, onun sözlerini anlamak için onun anlayışına yükselmek lâzımdır. O, bu sözü, malı-mülkü karısı ve çocukları, mânevî yollarına engel olan kimseler için söylemiştir. Bakın sizin hanımınız sizinle aynı fikirde. Bu mesele nedir, diye araştırıyor; böyle bir hanım düşman olur mu?

MÜRŞİDİN KENDİ CANINI BEDEL VERMESİ

kARABAŞ-I vELİ HAZRETLERİ Hac vazifesini tamamlayıp Mıısır hacıları ile Mısır'a dönerken kafile bir mevkide konaklarlar.Murakebe halinde iken başını kaldırır ve hizmetinde olan Doğani Mustafa baba'ya "Tez mustafa yetiş! Hac Emirine benden selam söyle .Hemen hacıları o mahalden kaldırsın .Yoksabir bela nazil oldu, def7i mümkün değildir.Cümle Hacılar ve kendisi dahi helak olacak".mustafa Efendi koşarak kafilenin görevlisi HacEmirini bulur ve şeyhinin bu ikazını söyler.Mustafa Efendinin peşinden bir kaç fakiri dahi gönderip aynı ikazı yaptırır.HacEmiri önce tereddüd eder.Çünkü ikinci konaklanılacak meki uzaktadır.Sonra göç borusunu çaldırıp hac kafilesini hareket ettirir.Konakladıkları çukur mevkiden tüm hacılar ve hayvanları çıkarlar.on beş dakika sonra Yağmursuz ve bulutsuz böyük bir sel gelip kafilenin bulunduğu çukuru deniz haline getirir.O günden sonra Karabaş-ı Veli hazretlerinin sıhhati bozulup günden güne hastalığı artar.Hastalığı esansında buyurur ki:"Hak Teala bana buyurdu:"Ey uzun Ali !Ben sana kırk bin kişiden fazla insanın canını bağışladım.Sen bana canını bağışlamaz mısın?2dedi."Emir ve ferman senindir" diye teslim oldum.Vaktimin bitmesi yakındır.Üç gün sonra hastalığı ziyadeleşti .Hastalığını oğulları Hasan ve Hüseyn çelebi bilmekteidi.Cuma günü namazdan önce Karabaşı Veli hazretleri,mustafa Doğani baba'nın kucağına başını koyup teslimi ruh etti.(4 Ocak 1686).Tüm mıısır hacıları cenaze namazını kıldı ve Nahl kalesi denilen yerde Ahmet Gazzali hazretlerinin türbesine defnolundu.Doğani mustafa Baba Mısır'a varıp orada dergah açarak tarikatı yaydı.On iki halifesi oldu.Daha sonra Mübarek Edir'ye seyahet etti.Orada "Hacı baba" diye tanındı.

MÜRŞİDİ ZORDA KOYMAMAK GEREKİR

dOĞANİ mUSTAFA bABA,Mısır,Edirne,İstanbul da yaşamış Karabaşı Veli hazretlerinin son halifesidir.Karabaşı Veli hazretleri 485 kişiye hilafet vermiştir.En sonuncu Mustafa baba'dır.Bu zat aslen Boludur.Ancak İstanbul Doğancılarda bulunduğu için Doğani lakabıyla anılır.Anlatmıştır ki Karabaşı Veli hazretlerine intisap ettiklerinde süluku esnasında Üsküdar Salacak mevkiinde bir minare boyu yüksekliğindeki uçurumun kenarında bir kaç ihvan esma çekmeye başlarlar.Bir müddet sonra Mustafa babaya bir hal gelir sema edip dönmeye başlar.uçurumun kenarında iken ayağı boşluğa denk gelir havada dönmeye başlar.Arkadaşları bu durumu görürler ancak sükut ederler imiş.Bir vakit sonra mustafa baba şeyhi karabaş-ı Veli'nin sesini duyar:"Gel oğlum Mustafa tez gel" diye.Mustafa Efendi azizine gitmek için seğirtir.Bir anda fark'a gelir uçurumun kenarında beş on adım içeride toprağa basıyor. Eger uçurumdan düşse parçası bulunmaz.Ertesi gün Hemen Aziz çağırıyor diye dergaha varır.Pir7inin elini öper hazret buyurur ki:"Ey oğul .Öyle tehlikeli mahallerde niçin esma okursun.Zira biz her zaman farkda bulunmazız.Bu alem beşeriyet alemidir.Alemi ıtlakta değiliz ki , her an sizleri gözetelim.Gah olur beşeriyete geliriz.Gafil olma" diye tenbih eder.

30 Aralık 2020 Çarşamba

MÜRŞİD MÜRİDİNİ İZLER

Cİhangiri Hasan efendi hazretlerinin halifelerinden Benli İbrahim efendi kürsüde vaaz ederken ayette geçen "YALEMUNE(onlar biliyorlar),kelimesini TALEMUNE(siz biliyorsunuz) şeklinde söyler.Gaib sigasını (üçüncü tekil şahıs) muhatap sigasıyla(ikinci çoğul şahıs) manasını vermiş.Ertesi gün Hasan Cihangiri hazretleri, halifesi Benli İbrahim efendiye gelerek "İbrahimim! Sen kürsüye çıkıp Allah kelamını tefsir ettiğin vakit gayet dikkatli ol.Niçin meclisinde olmayanlara meclisinde olanlar manasını verirsin.Yabandaki adama andaki mana faide vermez"

ÖLMEK ARİFLERİN ELİNDEDİR

Sual – Mesnevî’de okudum: Şems-i Tebrîzî kaybolunca, Mevlânâ deliye dönüyor. Sonra Selâhaddin isminde birine âşık olmuş. O çalıştıkça Mevlânâ Semâ edermiş. Ve her gün Selâhaddin’in evine gidermiş. Selâhaddin hastalanmış. Mevlânâ’ya: “Çok ızdırap çekiyorum; müsaade et de öleyim.” diyor. Mevlânâ da “peki” diyor ve adam ertesi gün ölüyor. Nasıl oluyor bu iş? – Burası başka bir âlem. Ölen bir insana “va’desi yetti” diyorlar. “Va’de” söz vermektir. Bir devre gelir ki, insanın va’desine “gücü” yeter, istediği zaman ölür. Ölümün mâhiyyetini anlayan insanlar, bu vücut elbisesini istedikleri zaman çıkarırlar. Sual – Demek onu Mevlânâ bırakmıyormuş? – Evet, sevgiden bırakmıyor. Buralar, bu işler aklî değil, hâlîdir. Şeyh Attâr’ı bir dilenci uyandırmış gaflet uykusundan. Bir gün bir dilenci geliyor Attâr’ın dükkânına. “Attâr” çerçi demek değil mi? Attâr’a “Allah rızâsı için bana bir ekmek parası ver!” diyor. Attâr aldırmıyor. Dilenci: “Yahû, Allah rızâsı için bir ekmek parası ver, dedim, vermedin; eğer sen benden Allah rızâsı için canımı isteseydin, ölürdüm” diyor. Attâr da şaka olsun diye: “Hadi öl bakalım Allah rızâsı için!” deyince, dilenci torbasını bir tarafa kendisini bir tarafa atıyor. Attâr önce inanmıyor. Gidiyor adamı elliyor, bakıyor ki herif buz gibi olmuş. Bu hâdiseden müteessir oluyor. Bütün malını mülkünü, dükkânını fakîr fukarâya dağıtıyor; ondan sonra (Attâr) oluyor. İşte bu dilencinin yaptığı gibi, insan bir devre gelir ki ölme irâdesine sahip ve hâkim olur. Amma, bunlara hiç lüzum yok ha! Bunlar, hakîkat yolunda ilerlerken rast gelinen şeylerdir. Bunları da geçip gideceğiz. Bunları, olsun diye istersek, bunlar da bir arzu bir emel olduğu için yolumuzu keser. Şu kapıdan çıktıktan sonra karşımıza kim gelecek bilebilir miyiz? Rasgelirse, eyvallah!, rasgelmezse yine eyvallah! Hiç düşünmeğe değmez. Düşünürsen posteki. Postekinin kılı biter mi?

ŞEYTANIN İYİLİĞİ

Kiliselerde Meryem Ana’nın, Îsâ’nın heykelleri önünde mum, ışık yakarlar, Şeytânı karanlıkta bırakırlar. Şeytân dedikleri, nefistir. Vaktiyle Bekri Mustafa bir meyhanede sabaha kadar kalıyor. Meyhaneci de usanmış. Bekri’yi bir dalavereyle kapı dışarı ediyor. Bekri kendini dışarıda bulunca eve gitmek istiyor. Fakat bakıyor ki bir yerde ışık var, aklında meyhane olduğu için, orayı meyhane zannediyor, giriyor. Bekri, papazı meyhaneci zannediyor: “Doldur bir tane!” diyor. Papaz: “Sus, burası kilise! Burda öyle şey olur mu?” diyor. Bekri, papaza musallat oluyor: “Öyleyse beni gezdir!” Papaz: “Olur mu canım… Benim işim var” diyorsa da, Bekri tebelleş oluyor: “Gezdireceksin! Ben başka lâf anlamam!” Papaz mecburen “peki” diyor, Bekri’yi gezdiriyor. Bekri bakıyor ki her heykelin önünde bir mum var, yalnız bir heykel karanlıkta, soruyor: “Buna niçin mum yakmadın?” Papaz: “Ona mum yakılmaz; o, Şeytân’dır.” diyor. Bekri kızıyor: “Olur mu öyle şey be!” diyor ve heykellerden birinin önündeki mumu alıp Şeytân’ın heykelinin önüne dikiyor. Papaz korkusundan sesini çıkaramıyor. Bekri’yi taltîfle, izâz ve ikramla başından savıyor. Bekri (ölmüş yatıyor). Rüyasında ölüyü tanıyor: tak! tak! “Kim o?” “Ben!” “Sen kimsin?” “Ben Şeytânım! Sen bana kilisede bir iyilik ettin, ben de sana bir iyilik etmek istiyorum; hadi seni cennete götüreyim”. O gider, bu gider… Bir mağfir gittikten sonra, bir yere geliyorlar ki etrafı duvarla çevrili. Şeytân diyor ki: “Haydi şu duvarın üstünden içeriye sark; çünkü kapıdan bırakmazlar.” Bekri duvara çıkıyor; cennetten tarafa aşağıya sarkarken cennetin bekçisi Bekri’yi ayaklarından yakalamış. Bekri, Şeytâna seslenmiş: “Aman yahu, beni yakaladılar… Tut elimden, çek beni!”. Şeytân ellerinden çeker Bekri’nin, cennet bekçisi ayaklarından. Bekri kan ter içinde kalır. Şeytân, Bekri’ye akıl öğretir: “Tekmele bekçiyi!” “Tekmeledim, yine bırakmıyor!” “Başına işe!” “Yine bırakmıyor!” “Ötekini yap!” Bekri bekçinin kafasına nasıl bırakırsa, yatağını dolduruyor. Bekri’nin sayıklamasına ve telâşına karısı da uyanmış. Bekri kadına karşı mahcup da olunca yataktan kalktığı gibi doğru kiliseye gidiyor. Papaz daha gitmemiş. Bekri hiddetle mumu Şeytân’ın önünden kaldırıp eski yerine koyuyor ve macerayı papaza anlatıyor. “Yâ, diyor papaz, Şeytânın yapacağı iyilik bu kadar olur!” Hıristiyanlar Kudüs’ten ışık getirirler ve bu ışığı söndürmemeğe çalışırlar. Hâlbuki o “Mukaddes Işık”, bir Kâmil insanın gözünden, gönlünden alınır. O ışığı kalbimize geçirebilirsek ve söndürmezsek, mesele hallolmuş olur. Bizde de ziyaretlere ikişer mum yakarlar. Hakîkati rumuzla anlatmak istemişler. O mumlar bu “görgü”ye, yani Kâmil insanı görebilmeye işarettir. Kâmil insanı da, nefsini öldürmüş olduğu için “türbe”ye, “ziyâret”e teşbîh etmişler. Sual – Bu varlıktan nasıl vazgeçeceğiz? – Tefekkür yoluyla: “Bu varlık bizim değil” diyeceğiz. Sual – Mum neydi? Bizim gözlerimiz. Gözlerimizin mumunu “O”ndan yaktık mı, tamam… Îsâ da bunu anlatmak istemiş amma, yanlış anlaşılmış; gitmişler, Kudüs’ten ışık getirmişler. Zengin Hıristiyanların evlerinde birkaç asırdan beri yanan ışıklar vardı.

AKŞEMSEDDİN HAZRETLERİNİN ÇOCUKLARI

Akşemseddin hazretlerinin on iki evladı olmuştur.Bunlar sırasıyla: Fazlullah Çelebi, Avnullah Çelebi, Hidayetullah Çelebi, İnayetullah çelebi, Rahmetullah Çelebi, Nimetullah Çelebi, Lütfullah Çelebi, Fethullah Çelebi, Hikmetullah Çelebi, Azimetullah Çelebi, Şükrullah Çelebi, Hamdullah Çelebi 'dir. Kalıcı Delisi diye bilinen ve ikiyüzyirmi sene ömür süren zat, Akşemseddin hazretlerinin onbirinci çcocuğu Şükrüllah Çelebi'nin sulbünden gelmiştir.

NASİHAT

hASAN üNSİ EFENDİ,eDİRNEDE MİSAFİR KALDIĞI Şabaniyye yolunun meşayihlerinden Üsküdarlı Nasuhi hazretlerinin dervişi Doğani Hacı baba'dan bir nasihat ister.Hazret buyurur ki:"HER AN SÜREKLİ OLARAK KENDİNİ YOK BİL, HAKK'I VAR BİL,VE BİLMEYİ DE ONDAN BİL"

MECZUPLAR HAKKINDA BİLGİ

Hak Teala'nın kendine dost edindiği . üns makamı için seçtiği ve kudsiyet suyu ile temizlediği velilerdir.Bu yüzden bu durumdaki veli nail olduğu lütuf ve ihsanlar sayesinde hiçbir zorlukla karşılaşmadan ve çaba göstermeden bütün mertebe ve makamları aşarak Hakk'a erer.Meczub kendisinden geçerek Hakk'a ermiş ve fena denizinde yok olup bir daha geri gelememiştir.Süluk ehli dört kısımdır: 1-Mücerred salik:Çile çeken ve nefis mücadelesi yapan saliktir. 2-Mücerred meczub:Mutlak meczup.Çile çekmeden ve nefis mücadelesi yapmadan birden perdenin açılmasıyla Hakk'a eren ve orada kalan salik. 3-Süluk halinde iken cezbeye tutulan 4-Cezbeye tutulduktan sonra süluka başlayan İlk ikisi Şeyh ve mürşit olmayaehil değildirler.Son ikisine ise uyulur. Cezbeyle kendinden geçen ve bir daha geri gelemeyen meczuplar, akıl ve şuur hallerini yitirdiklerinden dinin emir ve yasaklarıyla ve ibadetleriyle mükellef değildirler.Bunlar akıllarına geleni doğru-yanlış, günah-sevap söyler.İçlerinden nasıl gelirse öyle hareket ederler.Bunlara Mecnun,Behlül gibi isimler verilir. Ehlullah meczupları her zaman dikkate almışlardır ve kendilerine önem atfetmişler, yanlarında dikkatli hareket etmişlerdir.

KALICI DELİSİ VE NİYAZİ MISRİ

Kalıcı Delisi Seyyid Mehmet hazretlri 1494 DE DOĞMUŞ 1712 senesinde vefat etmiş,Akşemseddin hazretlerinin torunu olan bu zat Sarayın resmi kalem traşçısı idi."Zahirde yaşım ikiyüz yirmiyi geçtilakin 1713 tarihine varamam .Zira o günler kara kara günlerdir" diyen a İstanbul'da yaşamış bir meczub idi.Karabaş Şeyhi lakabı ile tanınan Hüseyin Efendi (ö:1717) bir rüyasını anlatır.İtikafta olduğu bir zamanda bir hal yaşar.Bulunduğu tekkenin kapısından içeri Hasan Basri,Habib- Acemi,Davud-u Tai,Maruf-u Kerhi ve gelmiş geçmiş ne kadar meşayih varsa gelip otururlar ve kürsüye Niyazi Mısri hazretlerini va'az etmeye çıkartırlar.Vaaz esnasında Mısri hazretleri Zat-ı Hak'dan söz söylemeye başlar.Meşayihlerden biri kalkıp:"Ya Şeyh muhammed Mısri! Zat-ı Hak'dan söz söylemek yasaktır.Başka bahis aç"deyince Hz.Mısri:"Zat-ı hak'dan ehil olmayanlar yanında söz söylemek memnudur(yasaktır).Burada na ehil(ehil olmayan) yoktur." deyip bahse devam eder.Dua edip kürsüden indi.Cümle meşayih gitti.Mihrap tarafına hiç bakmamıştım.Baktım ki Resulullah efendimiz on iki imam,dört halife ve sahabenin büyükleri mihrap içinde oturmaktalar.Resulullah'ın kalkmasıyla onlarda kalktılarGiderlerken Resulullah buyurdu"Bak a Şeyh Hüseyin.Benim oğlum Muhammed'in hakkında bir daha fena bir şey söyleme.Elbette rücu eyle" diye tekrarla tenbih edip gittiler. Ben acaba kim aleyhinde söz söyledim diye tefekkür ederek bir saat zaman geçti.Tefekkür esnasında tekkenin kapısı çalındı.Ben içimden bu saatte mahallenin ihtiyarlarından birisi rüyasını anlatmak için vakitsiz geldi düşüncesiyle kapıyı açtığımda karşımda Kalıcı Delisini gördüm ve bana "Ya Şeyh Hüseyin benim hakkımda halka ne söyledin.Yüzüme karşı söyle yoksa seni affetmem"dedi.Ben inkar geldiysem de bana "Niye Ceddim yalan mı söyledi" diye rüyamda gördüğüm tüm hadiseleri bir bir bana anlattı.Ne hata yaptığımı anlamak için düşündüm düşündüm sonra aklıma geldi.Dört beş gün öncebazı ihvan ile sohbet ederken Kalıcı delisini zikrettiler ve onun ahvalinden sual ettiler.Ben de:"O delidir.Yeri göğü bilmez.Bir alay götü boklu delidir" dedim.Bu sözü bana söyletti ve "Sakın benim gıyabımda fena söz söyleme.Ben affederim Lakin Ceddim Muhammed Mustafa (sav) affetmez" deyip tembih etti

29 Aralık 2020 Salı

NEFSİMİZE LAYIK OLAN TEKME

Çakalın biri geziyor; karnı acıkmış. Karşısına aslan çıkmasın mı… Çakal (Eyvah, diyor, kısmet ararken kısmet olduk…) Aslan bakıyor ki çakal korkusundan titriyor, acımış. Çakal boynunu bükmüş; kaçamaz ki kaçsın. Aslan: (Ne arıyorsun burada?) diyor. (Karnım acıktı.) (Gel, senin karnını doyurayım.) Çakal aslanın arkasına düşmüş, gidiyorlar. Bir mer’a’ya geliyorlar. Aslan: (Bunlardan birini beğen) diyor. Çakal: (Peki) diyor. At eti lezzetli olurmuş, onu istiyor… Aslan çakala: (geç karşıma, diyor, gözlerime bak, ikisi de kızarmış mı?) Çakal cevap veriyor: (Kızarmış), (Arkama geç, bakalım kıçım girip girip çıkıyor mu?), (Girip girip çıkıyor). Aslan çakaldan bu cevabı alınca atın üstüne atılmış, hayvancağızı parçalayıp çakal’a bırakmış, gitmiş. Çakal adamakıllı karnını doyurmuş. Ordan ayrılıp giderken bir tilkiye rast gelmiş. Tilki bakıyor ki çakalın karnı şiş, soruyor: (Nasıl doyurdun karnını?), (Ben bir sanat öğrendim ki artık benim için aç kalmak yok. Saldıracağım hayvan ne kadar büyük olursa olsun, bir hamlede gitti…), (Nereye gitti?), (Görürsün sen…) Çakal tilkiyi mer’a’ya götürür, (Bu otlayan hayvanlardan hangisini beğeniyorsan söyle, derhal üstüne atılayım!), (Vazgeç çakal kardeş, bunların canlısından vazgeçtim, bana senin yediğin atın artıkları yeter…) diyorsa da tilki, çakal ona: (Geç karşıma, bak bakalım gözlerim kızardı mı?) diyor. Tilki: (Kızarmadı…) diyor. Çakal kızıyor: (Kızardı de, be!), (Peki kızardı.), (Arkama geç, bak kıçım varıp varıp geliyor mu?), (Hayır, bir şey yok…), (Varıp varıp geliyor de, be!.), (Peki, varıp varıp geliyor…). Bunun üzerine çakal atın üstüne atlıyor. At bakıyor ki üstüne bir çakal geliyor, bir tekme atınca çakalın ağzını burnunu dağıtıyor. Tilki, yere serilen çakala bakıyor ki hakikaten gözleri kan çanağına dönmüş, (Tamam diyor, şimdi gözlerin kızardı). Arkasına bakıyor çakalın ki, arkası da can çekişme zorundan girip girip çıkıyor, (Hah, bu da tamam; her iki dediğin de oldu…) diyor. Nefsimize de böyle bir tepik lâzım.

TOPRAK OLANA RUH ÜFLENİR

– Allah Âdem’i topraktan yarattı, sonra da ruhundan nefhetti ona, deniliyor; bu ne demek? İnsan toprak gibi olmayınca üflemez. İnsanın nefsinden eser var mı üflemez. İşte yeni üflüyor, yani söylüyor. (Ve nefahtü fihi min ruhi) ediyor kendi ruhundan. Bu gıda kulaktan da yenir, gözden de. Asıl ebedî hayat veren gıda, gözle kulaktan alınır. Ağızdan alınan gıda, bu vücut içindir. Ne kadar çok yersek, yediğimiz şeyler bu vücudun düşmanıdır. Çünkü onu yoruyor, eskitiyor.

HAKİKATTE AN VARDIR(İSTİKBALİ TERK ET,MAZİYİ UNUT,HALİ HOŞ GÖR)

. Hakîkatte “an” vardır. “An”ın ise tarihi olmaz. Aklın bir hududu olduğu için tarih de bir yerde dayanıp kalıyor. Yoksa, ne gelen var, ne giden… Ne buradayız, ne de biz biziz. Bereket versin gaflet denilen şey var da ne yaptığımızı bilmiyoruz. Uyumak mı uyanmak, yoksa uyanmak mı uyumak? Şimdi yine uyuyoruz demektir. Çünkü ölsek, kendimizi bilebilir miyiz? Uyanırsak, ben diyemeyiz. Bilen kim, bilinen kim? Uyanan insan evvelâ aczini görür. . Bize deseler ki “eve gideceksiniz!” ve arkamıza ne kadar yatak, yorgan varsa yükleseler, o hâlde burdan Hükümete kadar gitsek, hâlimiz kalır mı? Tâkatımız kalmadığı anda birisi bu yükleri birer birer indirse, ne kadar ferahlarız. İşte bu benliğimizin yükünü de birer birer attıkça bir rahata, sonunda da rahat-ı küllîye kavuşuruz. İrfâniyyet, kemâlat arzuları hep birer yüktür. “A’mâk-ı Hayâl”de: (İstikbâli terk et, mâziyi unut, hâli hoşgör!” diyor; anlayabildik mi? Bunu anlamak büyük bir devlettir. Çok doğru. Ne kadar âlim olsak, istikbâlden haberimiz var mı? Nedir acaba istikbâl? Akıl bunu bilebilir mi? Mâzi dakanağa benzer. Onu düşünürsen geri gidersin; irticâdır. “Babam şöyle zengindi, böyle asîldi…” diye istediğin kadar öğün; peki sen de onun gibi zengin ve asîl misin? İftihar insanı boş bir teselliye düşürür, terakki ettirmez. Yarının ne getireceğini kim biliyor? Yarın dediğimiz şey bize azap mı getirecek, zevk mi? Düşünür merak edersek; azap. İyisi mi, zevk getirecek farzet ve ye, iç, gül, oyna. “Hastayım, öleceğim…” deriz. Ya ölmezsen? İyisi mi, ölmeyeceğine inan da zevk ve keyf et. Ölümden korkan ölüdür. Diri, ölümden korkar mı? Ölüm nedir acaba? Çocuğun doğması, ana rahmindeki hayatını bitirmesi, yani ölmesi değil midir? Bu, bize göre doğum, ona göre ise ölümdür. Çünkü ağlayarak geliyor. İdrâk etmediğinden ağlıyor. Bilse, güle güle gelmez mi? Öbür âlem de, korkmayanlar için, emin ol, bu âlemden daha güzeldir. Bilenler korkmuyor, korkmayanlar biliyor. Amma bu bilgiyi her insanın kendisinin çalışıp hak etmesi lâzım. Emeksiz olmaz, Allah’ın gözümüze, kulağımıza vurduğu mühürleri biz kendimiz müracaat edip de çözdüreceğiz

HAM TEVHİD

Her boyaya boyanmak, tevhîd değildir. Hâm tevhîtten istifâde edilmez. Tahta, ormanda ağaç hâlindeyken, ondan istifâde edilebilinir mi? Ormandan ağacı kestiler, marangoza getirdiler. Marangoz veya mobilyacı, tahtaları çeşitli kalınlıklara, uzunluklara taksîm etti, kesti, biçti. Ağaç, böyle kesilip biçilmeseydi bir dolap olabilir miydi? Asıl tevhîd, bu kesretten sonraki tevhîddir. Tevhîdin tadını ise, o âletleri, dolapları kullananlar alırlar. Birinci tevhîd, ağacı kesenin tevhîdi; ikincisi, mobilyacının; üçüncüsü, o eşyayı kullananın tevhîdidir. Tahtacı, kestiği ağaca; mobilyacı yaptığı dolaba imrenmişti. O tevhîd dolabını taşıyan hammâl’ın ise ambalaj içindeki eşyadan hiç haberi yoktu. Tevhîdin tadı, onu kullananındır. Tevhîdin hâli, kullanandan sarf olunur. Mal, ehl-i hâl’indir, bilenin, sevenin, istifâde edenindir. Ötekilerinki bir yoldu; tevhîd o yoldan geldi, geçti. Dünyayı idare eden mâdeni sanâyi de böyle değil mi? Demir topraktan çıkarıldı. Onu çıkaranların, demirin ne olacağından haberleri bile yok. Bu, bir tevhîd. Mâden ocaklarında eriyerek çorba hâline geldi; bu da bir tevhîd. Fakat sonra, çubuklar, teller, yapraklar hâlinde kesret olmaya başladı. Demirden de ancak bu devreden sonra istifade edilebilir. Bu kesret, daha küçük ve ince kesretlere ayrıldı: Fabrikalarda tornacılar, tesviyeciler bu demirleri birçok parçalara taksîm edip her birine bir vazife ve bir isim verdiler; sonra bunları, bir araya getirerek tayyareyi yaptılar. Yani iş, kesretten sonra yine tevhîde döndü amma, bundan da, ancak parayı verip binen istifâde eder. İstifâde, her şeyin son ucundadır; ön ucuna kulak verme! Sual – Biz son uç muyuz? – Diyemeyiz; çünkü bu yoldaki kazancımıza doymak istemeyiz. Dersek bulunduğumuz yeri beğenmiş oluruz ki bir yerde kalmak, ölmek demektir. Yiyip, içip doyuyoruz; fakat tekrar acıkıyoruz. Son doyum, ölümdür. Ondan sonra insan bir daha acıkamaz. Mâneviyyette de bulunduğumuz yeri beğenmek ölümdür; bu (Tevhîd) ise ölümsüzdür, ebedîdir. Sual – Tevhîdi cansızlar üzerinde izâh ediyorsunuz, onlar bir şey duymuyorlar. Emre – Nasıl duymuyorlar. Şu sigara tablasında o kadar hayat var ki… Hava boşlukları, nehirler, tarlalar var. Ekiyorlar, biçiyorlar, doğuyorlar, izdivâc ediyorlar. Nice küreler gizli bunda… Eğer bu tablanın içinde hava olmasa onu kaldırmağa gücün yetmezdi. Bir kiloluk demirden havayı somursalar, tondan daha ağır olur, kaldıramazsın. Biz de, aynen böyle, aklımızın içindeki havaları, arzu ve emelleri çıkarırsak, bizi de bu küre kaldıramaz. Sual – Çıkmaz bu arzu ve emeller… – Çıktığından çıkmaz diyorsun; azaldığından. Nasıl çıkmaz… Hâm tevhîd insanı tehlikeye düşürür. Nasreddin Hoca, her şeyi tevhîd gözüyle gördüğü devirde taş, toprak, hayvan, nebat, insan, ne görürse ona selâm verirmiş. Herkes de Hoca’ya gülermiş. Bir gün bir değirmenin dönen taşlarına: (Selâmünaleyküm değirmen! Merhabâ Güzelim!) derken, taşlar Hoca’nın entarisinin eteğini kapıyor. Hoca yere yuvarlanıyor; fakat her nasılsa, entarisi parçalanma pahasına o tehlikeden kurtuluyor; aklı başına geliyor. O günden sonra Hoca, değirmene: (Sana uzaktan merhabâ!) dermiş. Tevhîdin izâhı zor. Hâli tecellî etmeli ki anlamalı. Bizim mâneviyyetimiz, tevhîdimiz sevgidir; sevginin icabı da şefkattir. Herhangi birimizden bu rahîm şefkat tecellî edince, ondan mânevî gıdamızı almaya, onun gönlünden (Deryâ-yı Ahâdiyyet)e atılmaya çalışırız. Onun akıl ucu o Deryâ’dadır, göz ucu bizde. Biz onu ne kadar seversek, bir gün, pat! onun gönlüne gireriz. O âlemi kalem tarif edemez. Bu sevgi, menfaat sevgisi değil, Allah sevgisidir. Bu söze inanıyor musunuz?

TAMAHKARLIK VE CÖMERTLİK

Emre – Bazı insanlarda sevgi hassası yok. Tamah, hırs, haset gibi kötü huylar bu sevginin düşmanıdır. Akıl bu huylardan gıda alamaz. Mûsâ, Allah’a sormuş: •Yârabbi! Senin sevdiğin insan kimdir? •Cömert insan. •Ya sevmediğin? •Tamahkâr. •Bunlar şimdi nerede yaşıyorlar? •Nil boyunca git; bunların ikisine de rast gelirsin. Mûsâ yola düşüyor. Giderken, bir yerde kulağına bir hımırtı, bir ses geliyor; bakıyor ki bir derviş Allah! Allah! diye zikrediyor. Adam Mûsâ’yı tanımış, yanına çağırmış: •Buyur yâ Mûsâ! Mûsâ adamın yanına oturmuş. O sırada Allah tarafından iki nar yuvarlanmış. Adam, Mûsâ görmedi zannederek narın birini minderinin altına saklıyor. Diğer narın yarısını kendi yiyor, yarısını da Mûsâ’ya veriyor. Mûsâ ordan ayrıldıktan sonra şen bir köye geliyor. Mûsâ’ya aldıran olmuyor. Yalnız, bir fakir adam Mûsâ’yı evine davet ediyor; izzet, ikram ediyor; amma, onun Mûsâ olduğunu bilmeden, sırf Allah rızâsı için yapıyor bu misafirperverliği. Mûsâ da kendisinin kim olduğunu saklamak için sağ elini göstermemeğe çalışıyor, sol eliyle yemek yiyor. Ev sahibi soruyor: •Ey misafir! Niçin sol elinle yiyorsun? Mûsâ cevap veriyor: •Elimde yara var. •Bakayım! •Gösteremem. •Neden? •İkrâh edersin. •Zararı yok canım, belki bir ilâcını buluruz. •Var amma, bulunması çok zor o ilâcın. Mûsâ’nın maksadı müşkülât çıkararak ev sahibini ısrarından vazgeçirmek; Fakat iyi kalpli ev sahibi ısrar ediyor: •Neymiş ilâcı? •27 yaşında bir adam bulunacak; karısı 21 yaşında olacak; karı, koca ikisi ayrı memleketlerden olacaklar erkeğin babasının adı şu, anasının adı, bu olacak; adamın sırtında bir yara yeri olacak. Bunların üç yaşında bir çocukları olacak; o çocuğun sağ elini keserlerse, o kan benim elimdeki yarayı tedavi edebilir. Mûsâ bulunmasına imkân olmayan bu ilâcı tarif ettikten sonra rahatlıyor, (artık ev sahibi ısrar edemez..) diyor. Hâlbuki Mûsâ, bilmeden, ev sahibini ve karısını, çocuğunu tarif etmiş. Ev sahibi sofradan kalkıp karısına: (Bu, hayırlı bir misafirdir. Gel bizim çocuğun elini keselim de şu adamın elindeki yara iyi olsun!) diyor. Karısı da (Sen bilirsin…) deyince, adam çocuğun elini kesip kanı misafire görütüryor. Mûsâ soruyor: •Bu ne? •Ey misafir! Sen büyük bir adam olmalısın; çünkü tamamen bizi tarif ettin; ben de senin yaranı iyi etmek için çocuğun elini kestim. Mûsâ ağlamaya başlıyor. •Ben sana elimin beyaz olduğunu göstermemek, kendimin Mûsâ olduğumu anlatmamak için böyle bulunması imkânsız bir ilâç tarif etmiştim; vah, vah… •Sen kimsin? – Ben peygamberim. Allah’ın emirlerini tebliğ ederim. Mûsâ Allah’a yalvarıyor çocuğun eli tekrar yerine geliyor. O zaman Allah Mûsâ’ya (O tamahkâr zâhitle bu cömert insanın arasındaki farkı anladın mı?) diyor. Allah’a bitişirsek, onun kudretiyle bütün kötü huylarımızın değişmesi mümkün olur. Sual – Amma bitişebilsek. – Bitişmesek emrini dinleyemeyiz.

İSLAM NE DEMEK

İslam sulh,barış ve selamet demektir.Zahiri olarak sulh,barış ve selametin bulunduğu yer İslam'dır.bugün Avrupa devletlerindeki insanlar arasında sulh mevcutsa ,barış mevcutsa oralar için İslam diyebilirmiyiz?Diyebiliriz.Maneviyatları olmasa bile sulh ve barışı tesis etmişlerse, barış ve sulhu temin edemeyen adına müslüman denilen yerlerden ileridir diyebiliriz.Bağnazlığı ve taassubu atmak gerekir.

ŞEYHİN SON İSTEĞİ

Şamda geçmiş dönemde 90 yaşını ikmal etmiş bir dergahın şeyhi dervişanını toplayıp "Yıllardır hakikatı anlatıyorum.Dinliyorsunuz amma tatbik edemiyorsunuz.Sizden son bir isteğim var.Ben öbür aleme geçiyorum.Benimle gelmek isteyen var mı?" diye soruyor.Salonda çıt yok.Arkadan birisi elini kaldırıyor"Efendim ben gelmek istiyorum.Lütfen bana o yolu anlatırmısın.Ancak şu anda gelemiyorum.Evlenecek kızım var,bazı işlerim var; onları bitireyim, ondan sonra mutlaka geleceğim" diyor.Şeyh efendi:"Hiç bir zaman gelemeyeceksin" diyor. Yani insanın akıldan kurtulması oldukça zor.

ATMIŞÜÇBİN DAVA

Cumhur Başkanına hakaretten kişiler aleynine Kasım 2020 başında açılan dava sayısı 63.041 adet.Burada bir sorun var.Ya kovuşturmayı yapanlar ziyadesiyle gayretli ki eylemin derecesine bakmadan çal kalem iddianeme tanzim etmektedirler ki makamın bundan haberi yok.atmışüçbin aile ile kavgalı bir siyasetci bunun vehametini bilir.O halde yapılması gereken iş,iddianeme düzenlenmeden yahut kovuşturma yapılmadan konu Cumhurbaşkanlığına iletilip süzgeçten geçirilerek işlem yapılmalıdır.Bu yöntem takip edilse belki dava sayısı % 10 bile olmayabilir.

ZAHİRDEKİLERİN MANEVİYATTA KARŞILIKLARI

Maneviyat ve ilim yönünde en üst mertebede olan Hz.Ali efendimizdir.Hatem denir ve yukarısı yoktur.Felsefede Hz.Musa'yı Descartes temsil eder.Descardes akılcıdır.Hz.İsa efendimizi İmmanuel Kant temsil eder.Hz.İsa'nın bir adı da Emmanuel dir.Hegel felsefede hatem olmuştur.Resulullah'ı temsil eder.Bu zahiri benzetmeler öz yönünden değildir.Çünkü bu üç şahsiyet akılla giderler.Maneviyatları yoktur.Maneviyat Ehli Beyt ile olur. Efendimizin peygamberliğinin ilk 14 senesi Feyzi mukaddes devridir.Feyzi mukaddes devirde insanlar kutsalı hep dışarıda arıyorlar.Peygamberliğin son 9 yılı Feyzi Akdes devrdir.Feyzi Akdes devri,Kıblenin Kudüsten Mekkeye döndürülmesi ile başlar.Aslında Kabe, insan bedenidir.Hangi insan? Kendisine tabi olunan Maneviyat insanıdır.Fikri Baba'nın dervişlerinden birisi namaza yönelirken mürşidinin bulunduğu istikameti esas alarak o taraf yönelir imiş.Baba nerde?Hadim ilçesinde o tarafa dönerek namaz kılarmış.Baba nerde?Karaman ,Akşehir tarafında.o tarafa dönermiş.Beyazid Bestami hazretlerinin Hacca giderken ziyaret ettiği yaşlı bir zatı ziyaretinde yaşlı zat sormuş: -Niyetin nedir?.. Efenedim Kabe'yi ziyarete gidiyorum.Hazret sormuş: -Bu yolculuk için yanında ne hazırlığın var."Efendim 10 dinar paramvar. Hazret:Ver onları bana.Dön benim etrafımda işte sana makbul bir hac. Bu anlatım hakikatı ifade eder,şeriata terstir.Bu nedenle ehline söylenir.Avamu nas taklit ehli olduğundan şeriatın emri olan Haccı yapmadan olmaz Hakikatı veren tek merci Resulullah efendimizin maneviyatıdır.

İNSANLARA TESİR ETMEK

Ruhaniyeti olan insanların zahiri ilmi olmasa bile insanlara tesir ederler.Bazı insanlarda ilim vardır, ruhaniyeti yoktur;tesirleri olmaz.Bir anlamdaruhaniyet maya gibidir.Tesir eder ve tesir ettiği şey değişim yaşar.Bu değişime biz tekamül demekteyiz.Kemalata ermek, eski halden yükselerek yeni iyi hale ermektir.Bu gelişim ve yükseliş hiç bitmeksizin sürekli devameder.Cenab-ı Resulullah efendimiz bu nedenle günde yetmiş kerre istiğfar ettiği belirtilir.Dua edilirken bir dua tarzıda SÜBHANEKE MA ABEDNAKİ HAKKA İBADETİKE YA MA'BUD.SÜBHANEKE MA AREFNAKE HAKKA MARİFETİKE YA MARUF.DERİZ.hAKİKİ MANADA SANA İBADET YAPAMADIĞIMIZI,HAKİKİ MANADA aLLAH'I BİLEMEDİĞİMİZİ bu husustaki acziyetimizi,eksikliğimizi ifade ederiz.Bu sena şekli Mevlevi virdi içinde mevcuttur.

ASHABI SUFFA

Ashabı suffa, Efendimiz (sav)’in 24 saat yakınında olan sahabelerdi.Dünyevi işleri yoktu.Peygamber aşkı galip olduğu için sürekli ilim peşinde idilir.Bu nedenle, bu sahabelerden efendimizin hayatı sıhhatli bir şekilde bizlere aktarılmıştır.Bu sahabiler:BİLAL HABEŞİ,SELMAN-I FARİSİ,EBU UBEYDE BİN CERRAH,AMMAR BİN YASİR,ABDULLAH BİN MESUD,UTBE BİN MESUD,MİKTAD BİN ESVED,HABBAB BİN ERET,SUHEYB BİR SİNAN,UTBE BİN GAZVAN,ZEYD BİN HATTAB,EBU KEBŞE, KENNAZ BİN HUSAYN, HUZEYFETÜL YEMANİ, UKKAŞE BİN MIHSAN, MESUT BİN REBİ,ABDULLAH BİN ÖMER, EBU ZER CÜNDEP, EBU DERDA, EBU LÜBABE gibikimselerdir.

28 Aralık 2020 Pazartesi

ALLAH İLE HESABI BU DÜNYADA GÖRMELİ

Allah’la olan hesabımızı bu dünyadayken görmeli. Burada “Kasap Sultan” adında “ehl-i hâl” bir adam vardı. Bu adam ölümcül hasta bir tarîkatçiyi ziyarete gitmiş. Tarîkatçı, oturduğu evi kendisi yapmış, fakat içinde uzun zaman oturamadan ölüm döşeğine düşmüş. Hasta, Kasap Sultan’a: – Hoş geldin Dedediyor. Dede cevap veriyor: – Hoş bulduk. Bu cevapan sonra Kasap Sultan uzun bir müddet susuyor. Bir hastaya soruyor: Bu evi sen yapdun? Evet Dede. Hmm… İlmini sen kapdun? Evet Dede. Daşlarını sen kesdün? Evet. Çal’dan kesdün? Evet. Kirecini de oradan götürdün? Evet. Oğlun da yardım etti? Evet. Kaç salmadur? Bilmem Dede. Damına nerden çıkılur? Amâan bire Dede, bırak şu dünya evini; iş, âhiret evinde. Ula sen âhiret evini yapmadun? Yok yâhu, nerede… Ula gurban, âhiret evini şimdiye kadar yapdun, yapdun; bundan sonra neynen yapacaksun? Demiş, bırakmış, gitmiş. Kasap Sultan evine ulaşmadan , adamın canı çıkmış.

ALTININ MEYDANA ÇIKMASI

Teşbîhte hata olmaz. Allah’ı altuna benzetsek, biz de onun parçalarıyız demektir. Bizi ona karşı isyan ettiren, ondan ayıran şey, ahlâk madenlerimizdir. Bu ecnebi maddeleri çıkarmak için altunu potaya korlar. Ecnebi madde varsa, altun çatlamaya başlar. Altun yanıp kül olmaz. Altun, sade kömür ateşiyle saflaşmaz, zehrî ateş de atarlar içine; yani arsenik, klorat dö zenk de atarlar. İşte hepimizi bir potaya koydular, basıyorlar ateşi. Asabiyyet, fena huy maddelerimiz yanıp gidecek birbirimize yapışacağız. Yanacağız, başka çaresi yok. Ama bu, çok tatlı bir ateştir. Ateş, nasıl, başka maddelerin düşmanı, altunun dostu ise, bu ateş de bizim panzehirimizdir.

HAL İLMİ

Sual – Hâl nedir? – Ahlâk ve bilgidir. Mûsâ’nın ilmi; (Fir’avn)dan yani nefsin elinden yakayı zorla kurtarabilmekti. Tevrat’a bak: Kötülük yapmayın! diyor, o kadar. Kur’ân kadar hakîkati tarif edebiliyor mu? Hz. Musa, Hz. Muhammed gibi kendini unutabilmiş mi? Hz. Muhammed ise, doğdu (ümmetim!) dedi; öldü (ümmetim!) diyerek. (Bana kıy, onlara kıyma yâ Melek!) diyordu Azrâile. Mûsâ’nın aklı buralara kadar gelememişti. Bu tekâmül mevcuttu amma, Mûsâ’nın aklı o tekâmüle varamamıştı. Kim Hz. Muhammed gibi (Elhamdülillâhi Rabbil’âlemin) derse, yani âlemin iyiliğini isterse o, Hz. Muhammed’den ayrı değildir Sual – Tekâmülü niçin tedrîci yapmış? – Bizi pişirmek için. SUAl – Mûsâ’da tecellî edemez miydi? – Kanunu böyle: İlânihaye tekâmül edecek. Bu elektrik 500 sene evvel olsaydı, insanlar bunun kıymetini bilebilir miydi? Her şey zevka ve rahatlığa doğru gidiyor. Tadı devrindedir. Küre dönmese, herşey mahvolur. Bu devir, kemâlâtın devridir. Hıristiyanlar arasında Muhammed ümmeti yok mu? Müslümanlar arasında Mûsevî tabiatlılar yok mu? Havada “Dört unsur”un üçü, yani ateş, su, toprak vardır; fakat az miktarda. Su’da diğer unsurlar, ateş’te de hava, su ve toprak vardır. İşte buna benzer bu iş. Lâkin bütün bu unsurların hülâsası insan, onun da hülâsası dimağdır. Dimağ’dan bir damla kan alsak, onun da dimağı vardır. Onun da Tûr dağı var; onun da üstünde bir Mûsâ var. Şahmaran hikâyesinde “18000 âlemin her birinde bir Tûr dağı, her dağın üstünde de bir Mûsâ var” diyor; doğrudur. Hz. Mûsâ peygamberdi; Hz. Muhammed de peygamberdi. İkisi de DÜNYAYI DEĞİŞTİRDİLER.; fakat hâlleri bâki. Mûsâ ve Muhammed isimleri derece farkını anlatmak içindir. Nefer de askerdir, mareşal de. Nefer ve mareşal, her ikisi de fânîdir; iş, askerlikte, yani ilim ve (hâl)de. Avrupa’dan ne kadar ilimler tecellî etti… Fakat tasavvufa yeni merak ediyorlar. Amma Hâl-i Muhammedî’yi kabul etmezlerse Allah’ı bilemezler. Maddî ilimler başka, bu ilim başka. Onlar Îsâ’ya murâbıttırlar. İyice murâbıt olanlar yani rahipler meydanda: evlenmiyorlar, onunla iftihar ediyorlar. İslâmiyet “aşk” dinidir. İslâm dinindeki tasavvuf hiçbir dinde yoktur. Amma onlar İslâm dinini ve namazı hak olarak kabul etmedikçe “mânevîyyet”e geçemezler. Tecellî ve tekâmül işte böyle tedrîci oluyor.

DELİKANLI

Adam Hoca’ya çatmış amma, Hoca ona uymamış (Peki aslanım, senin dediğin gibi olsun…) demiş. Biz de Nasreddin Hoca gibi: (Bize söğen bu adam, herhalde köpek ahlâkına bürünmüş.) diye düşünür ve (Geç yiğidim, geç!) deriz. Esasen, bizde köpeklik ahlâkı yoksa, bize söğen adama aynı tarzda cevap veremeyiz; içimizde bir köpek varsa, elbetteki ona onun diliyle cevap veririz. Sual – Peki, oğluma: Al şu sepeti ekmek getir.) desem, o da getirmese, yine: (Ben âcizim) deyip ona emir vermekten vaz mı geçmeliyim? – Âciz, benlik gittikten sonra zuhûr eder. Büyük mü küçüğe hizmet eder, küçük mü büyüğe? Çocukta büyüklük varsa, büyüklüğe yönü dönmüşse, (Oğlum, git çarşıdan ekmek al!) deyince, gider, alır. Mutasavvıfların ağzından çıkan sözler, emir olarak çok zor çıkar. Onlar hep emir dinlerler. Çocuk size isyan ediyorsa, vücudunuzun çocuğudur, aklınızın çocuğu değil. Şu dünyada kaç çocuk, babasının aklına uyabiliyor? Onun da ayrı bir irâdesi var; hâkim olamazsınız. Öfke “Celâl” sıfatıdır. Deliler mi çok kızarlar, akıllılar mı? İnsanların hepsi de delidir. Akl-ı cüz’ün yapacağı budur çünkü. Baksana delikanlı diyoruz. Boşuboşuna söylenmemiş: Kanı deli. Kan da akla hükmediyor; beyin, o deli kandan gıda alıyor. İşte hep bu delilikten kurtulmaya çalışıyoruz. – Bilâkis hep senin elinde. O bize, kötü huylarımızı atmanın sadece yolunu, usulünü gösterir. O huyları biz kendimiz atalım ki bir daha almayalım. Kendisi bizim huyumuzu atarsa, biz o huyları tekrar alırız. Bir çocuğun elinden oyuncağını alıp atarsak, o, eski oyuncağını tekrar alır. O huyları mutlaka bizim atmamız lâzım. Hem, gönlümüzden atacağız; elden atmakla, sözle atmakla olmaz.

ZEKİ KAVRAMI

Halk arasında çok akıllı manasında kullanılan zekilik iki yönlüdür.Kötü anlamda zekilik , şeytanlıktır.Zeki demek , temizlenmiş akıl sahibidemektir, yani tezkiye olmuş akıldır

MÜRŞİTLER EBEDİR,DOĞUMA YARDIMCI OLURLAR

Sokrat,Eflatun,aristo vaktinin peygamberleri idi.Sokrat "Ben ebeyim.İnsanları doğurturum" demiştir.Eflatun, Devlet isimli eserinde,soru sorarak bir cahil köleye geometri problemlerini çözdürüyor.Adanalı İsmail Emre hazretlerine bir dervişi gelip "Efendim duydunuz mu?Bakkal Halil efendi ölmüş" diyor.İsmail Emre hazretleri:"Oğlum o doğmadı ki ölsün"diyor.Bu alemde biyolojik olarak ölmeden evvel doğmak gereklidir.Bu doğumu da Ehli Beyt mürşitleri yaptırır.

VAKTİN ALİ'SİNİ BULMAK

Manevi sahada ilerlemek için gereklidir.Efendimiz (sav)"Ben ilmin şehriyim Ali onun kapısıdır".Bu hadisi şerifi Ehli beyt kanalının halen bu işlevi gördüğünü kabul etmemizin işareti olarak kabul gerekir.Maalesef "günah-Sevap" hesapları içinde insanlarımız uyuşturuldu.Din düşmanları, din işinin sahtelerini gösterip insanı bu yoldan soğuttu.Din düşmanlarının hedef olarak ele aldıkları örnekler, ehli şeriatın sahtekarları değilde maneviyat yolunun sahtekarları idi.Bu sahtelerin dünyevileşmesi,kurulan ekonomik sömürü ve Resulullah'ın hayatında olmayan yaşam tarzı insanları maneviyat yolundan soğutmak için ziyadesiyle etkili olmaktadır.Hele hele, siyasal islamcıların geldikleri nokta başka bir örneğe ihtiyaç duymamaktadır. 19 yaşında olan bir evladı Resul,Halep'de 90 yaşındaki bir nakşi şeyhinin tekkesine misafir olur.Şeyh efendinin kalabalık müridi vardır.Akşam ezanı okununca şeyh efendi misafire işaret ederek akşam namazında imamlık yapmasını ister.Misafir efendim siz buyrun diyince şeyh efendi:Su gelince teyemmüm bozulur.Bundan anlıyoruz ki ehlibeyt su gibi temiz ve temizleyicidir.Maneviyata girmek için bir evladı resul'den nida almak gerekir.

EHLİBEYT İMAMLARININ KABİRLERİ

Hz.Ali Efendimiz'in kabri Necef'tedir.Hz.Hasan efendimiz 'in kabri MEDİNE'de Cennetül Baki mezarlığındadır.Hz.Hüseyn efendimizin kabri Kerbela'da dır.Hz.Zeynel Abidin hazretleri Medine'dedir.İmam Muhammed Bakır Medine de cennetülbaki mezarlığındadır.İmam Cafer-i Sadık hazretleri de Medine de,Cennetül baki mezarlığındadır.İmam Musa Kazım Bağdat'ta dır.İmam Ali Rıza hazretleri Meşhed şehrindedir.

CAHİL KİMDİR?

Bizdeki akıl kayıttır.Akıl bağ demektir.Cahil de cehl demek, bu da çölde başıboş, kıblesiz demektir.Düşünce tarzınız bir yere bağlı değilse , o zaman sen cahilsin.

KABALA NEDİR?

Kabala,Museviliğin tasavvufudur.Kab Allah. Allah'ın kabı demektir. Musevilerde yetmişler vardır.Bu yetmiş kişi bir araya gelince eğer gönül birliği olursa oraya maneviyat yağıyor, hepsi huzuru kavuşuyordu. Hak teala Kur'an da "üçünüzün olduğu yerde dördüncüsü benim" buyurmuştur. Hz.Musa,ya Tevrat verildiği vakit bir de yanında şifahi bilgiler verilmişti.Yazılı metinler avam içindi.Şifahi olanlar da seçkinler içindi.Bu durumda insan yapısını ikiye ayırabiliriz.Bir genel anlayışta olanlar , bir de seçkinler vardır. Hz. Musa seçkinlerle birlikte Allah'ın bildirdiği şekilde bir mabet yaptı.Tabernakıl, Mişkan denilen bu bezden çadırda 70 kişi toplanıp özel sohbet edriyorlardı.ve burada maneviyat zuhur ediyordu. Resulullah efendimizin seçkinleri Ashabı Suffa idi.Bunlar sürekli efendimize yakın durarak ilim tahsil etmekte idiler.

PEYGAMBERCE DAVRANIŞ

Allah resulü bir gün camiye giderken yolda ezan ile dalga geçen yahudi çocuklarını duydu. Aralarından birinin sesi çok güzeldi ve o ezanı ağzını eğip bükerek söylüyor diğerleri de ona gülüyordu. Bizler olsak ne yapardık bu durumda ? Şiddet, hakaret... Allah rasulü yolunu değiştirerek çocukların olduğu yöne doğru yavaşça ilerledi. Yanlarına yaklaştı öncelikle elini kaldırarak selam verdi (bu piskolojide benden size zarar gelmez anlamında) Ve " Az önce çok güzel bir ses duydum, o sizden mi geldi ? " diye sordu. Şu inceliğe bakar mısınız... Çocuk güzel ses deyince sevindi tabi hemen öne atıldı evet ben söyledim dedi. Efendimiz ona senin sesin ne kadar güzeldir öyle. Seni su mescide götürsem ordaki amcalara da söyler misin dedi. Çocuğun gururu okşanmıştı mutlu oldu söylerim ama ben ezanı bilmiyorum ki dedi. - Olsun ben öğretirim sana dedi Allah rasulü. Ve o söyledi çocuk tekrarladı bu şekilde ezberledi. Sonra efendimiz elinden tuttu diğer çocuklar ile birlikte mescide gittiler ve Resul yol boyunca onun saçını okşamıştı. Mescidte okuyunca oradaki sahabeler de güzel övgülerde bulundu çocuğa. Kendini çok iyi hissetmişti çocuk. Efendimiz çocuğa yaklaşarak senin sesin çok güzel ben seni Mekkeye göndersem orada kabeye müezzinlik yapmak ister misin dedi. Şu insan kazanma sanatına bakar mısınız... Çocuk farkında bile olmadan müslüman olacak. Oralarda Kabe de müezzinlik herkesin bildiği bir şey, konuşulan bir şey, çocuk da bunu biliyor, büyük bir şey olduğunu biliyor ve çok hoşuna gidiyor bu durum. Kabul ediyor. Ve yıllar sonra.. Işte bu çocuk Ebu Mahsure... Sahabeden, kabe müezzinlerinden Ebu Mahsure... Fakat onun diğer müezzinlerden bir farkı var, saçları çok uzun hatta o kadar uzun ki saçlarını sarıp bir poşete koyuyor o şekilde geziyor. Onu gören ve bu olayın mahiyetini bilmeyenler Ya Mahsure bir de müezzinsin neden kesmezsin bu saçlarını bu ne hal diyor o böyle diyenlere içleniyor ve diyor ki " Nasıl keserim ben bu saçları bu saçlara kim dokundu siz biliyor musunuz benden nasıl kesmemi istersiniz" diyor. Daha ne denir ki...Bu olay size bir çok dersi bir arada vermiyor mu ? Bizler kendi çocuklarımıza bile böyle sabırlı böyle anlayışlı olamıyoruz. Allah Rasulü yapılan hatayı nelere çevirirken bizler hataya hatayla karşılık veriyoruz her seferinde. Hemde kendi canımızdan olan çocuklara.

27 Aralık 2020 Pazar

KADIN ÖNCÜDÜR

Hazreti Havva annemiz, Hz.Adem'in kaburga kemiğinden yaratıldı denir. Hz.Adem ve eşi havva cennette yaşarken "şu ağaca yaklaşmayın" denildi.İblis daha önce cennetten kovulduğu için bir şekilde (sihirle bir pırlanta taş olup)Yılanla,Tavus kuşu onu ağzına alıp)cennete girdi. Hz.Havva'ya yemin ederek sizde cennetten çıkacaksınız,şu ağaçtan yemezseniz"(Araf 21)dedi.İlk defa yalan yere yemini kullanan İblis'tir. Hz.Havva, yemini duyunca inandı o ağaçtan yedi.Sonra Hz. Adem'e durumu aktararak İblis'in yemin ettiğini ve o ağacın meyvesinden yediğini söyledi. Hz.Adem düşündü:Eşi o meyveden yemiş.Kendisi yemese eşi cennetten çıkartılacak ve kendisi yalnız kalacak.yese emre karşı gelecek.O da yedi ve üzerindeki elbiseleri soyuldu düştü.Ayıp yerleri meydana çıktı.(Araf 22)Mahrem yerlerini örtmek için ğaçlardan yaprak istediler yalnızca İncir ağacı yaprağında.Bu emre karşı gelmek nedeniyle cennetten çıkartılıp "Birbirinize düşman olarak inin" denildi. Bu hadiseden anlaşılacağı üzre,kolay Yemin eder. Aldatılması kolaydır.Yasaklamaları sevmez.Erkek ise kadın nedeniyle günaha girişir. Kadını kaybetmek istemez.

İMTİHAN KONUSU

İnsanı Kamilin varlığı imtihandır.Çünkü Hak Tealaya tüm varlıklar secde etti.İblis'de dahil.Bu nedenle Hak teala imtihan için "Adem7e secde edin" buyurdu.O zaman İblis secde etmedi.Kibri,ben ondan hayırlıyım düşüncesi secde etmesine mani oldu ve lanetlendi.Bu nedenle Hak teala'nın bu dünyadaki temsilcisi İnsan-ı Kamil lerdir.Çünkü onlar tebliğ görevini ve Allah ile kul arasındaki iletişimi temin ederler.Haşa beşer olarak güzekselerde nefisten temizlenmişlerdir.beşer olarak gönderilmesinin sayısız hikmetleri vardır.Ancak,Nasıl ki gönderilen tüm peygamberler redde,tehdide,zulme,dışlanmaya uğradıkları için aynı sistem insan-ı Kamiller içinde devam etmektedir.Bugünün insanı dahi,Allah adamı,maneviyat yolunda rehberlik yapan kişilere karşı gelmiş,"beşer" olmasının vasıfları üzerinde fikir yürüterek kendince eksiklikleri dile getirip bir anlamda kendi varlıklarının daha hayırlı olduğunu belirterek "İblislik ahlakını" devam ettirmişlerdir.Bu nedenle Tarihteki peygamberlerin başına ne gelmişse bugün de aynısı devam etmektedir.

CENAB-I HAK KENDİ NURUNDAN ÖNCE PEYGAMBERİMİZİN NURUNU YARATTI

Cenab-ı hakk, bilinmek muradı nedeniyle ilk önce Cenab-ı Resulullah efendimizin nurunu yarattı.Bu nurun 3/4 ünden tüm alemi yaratırken 1/4 ünden Peygamberimizin nurunu yarattı.O nura "Beni zikret" dedi.O nur 99 esma ile zikretmeye başladı."RAHMAN" ismine gelince Rahmaniyetinden utandı,terledi,damlalar düştü.Her düşen damla müminlerin ruhu oldu.Onların içinden peygamberlerin ruhlarını seçti.Doğuştan evliya olanların ruhlarını seçti.Cenneti,,cehennemi.levhi mahfuz'u ve Kalem'i yarattı.Kalem'e "Muhammed " ismini yaz" dedi.Kaleme çok fazla aşk ve muhabbet geldi,dayanamadı kalem çatladı.

PEYGAMBERİN NEHYEDDİĞİ ÜÇ HUSUS

Cenab-ı Resulullah efendimiz (sav) "Sizi üç şeyden nehyederim: 1. İlmi ezeli'yeden sormak ve cevap vermek, 2. Yıldızlar ilminden sormak ve cevap vermek, 3. Ashabım arasında çıkacak ihtilafa karışmayın.Bunlardan ne söylerseniz yanılırsınız." Ayriyeten sorulması ve cevap verilmesi mahzurlu konular: Allah Tela'nın Zatından sorular."Allah'ın yaşı kaç,erkek mi? dişi mi?Allah (cc) cennet ehlinin nefesinin sayısını bilir mi?İmam azam hazretleri kendisine sorulan sorular içinde on yedi tanesini cevapsız bırakmıştır.Bu sorular içinde bir tanesi"Haccac-ı zalim iyi mi idi? kötü mü idi? sorusudur(İyi dese kötülüğü çok,kötü dese iyiliği çok) Sormakta cevap vermekte mahzurludur.

26 Aralık 2020 Cumartesi

GAZİANTEPLİ BİLAL BABA HAZRETLERİ

MUHAMMED BİLAL NADİRİ HAZRETLERİ 1895 YILINDA Gaziantep Islahiye Kozuluk köyünde dünyaya gelmiştir.Kahramanmaraşlı Abit Efendi,Hacı Hafiz Ali efendi gibi zatlara hizmet etmiş ise de manevi yetişmesi Üveysidir. 15 yaşında babası Abdullah Efendi vefat etmiş,okuduğu müzekkin nüfus isimli tasavvuf kitabı kendisini arayışa itmiştir.Gaziantep,Maraş ve İslahiye köylerinde 15 cami yaptırmıştır. İstemezlerin şikayetleri üzerine 36 defa tevkif,54 defa nezarete alınmıştır.1936-46 yılları arasında on yıl Giresun'da ailece sürgüne gönderilmiştir.1954-56 yılları arasında da İstanbul'da iki yıl sürgünde yaşamıştır.Sürgün ve tevkifler aksine kendisine bağlı,tasavvuf yoluna giren insanların çoğalmasına sebeb olmuştur.Sülalesi Tatar hanlarından meşhur Kubilay Kutlubay'a dayanır.bu nedenle soyadı kanunu çıkınca sülalesinin ismi olan Kutlubay soy ismini almıştır.Vefat etmeden önce oğlu Hilmi baba hazretlerine özel vasiyetleri olmuştur.Bu vasiyetler içinde mühim olanı insanlara,misafire hizmet üzerinedir."Beni iyi dinle.Bu zamanda şeyh çok olur. İbadetçi çok olur,övünen,övülen çok olur.Bunların hepsi geçersizdir.Beni memnun etmek istiyorsan benden evvel 50 sene babam Abdullah efendi misafirperverlik yaptı.50 senede ben devam ettirdim.Benden sonra da aynısını sen devam ettir.Ümmeti Muhammedin sağlamına,hastasına,körüne,topalına, zenginine, fakirine ,köylüsüne ,şehirlisine hiç ayrıcalık yapmaksızın elli sene hizmet ettim.Hepsi hastası,sağlamı, delisi, akıllısı bizim evde yer içer yatar. En fazla bakımsız yetimler ve kimsesiz ihtiyarlar kalır. Birgün onlara şöyle konuştum:"Bir tilki olur, bunun bir deliği olur.Ne zaman avcılar sıkıştırır veya acıkır, o deliğine döner,soğuktan korunur.orada bulduğunu yer.Şimdi siz tilkisiniz. Bu oda sizin deliğinizdir..Senenin her gününde bu odanın kapısı size açıktır.Gidin daha iyi yer bulabilirseniz memnun olurum.Bulamazsanız senenin her gününde her zaman buraya dönebilirsiniz..Ben ancak bütçem imkanı kadar size bakabilirim,yediririm,giydiririm. Size baktığımın karşılığını bir tek Allah'dan bekliyorum"Bu dediğim misafirlere bakmadıktan sonra istersen 12 ay oruç tut, başını secdeden kaldırma değerin yok. Beni memnun etmek istersen bu dediklerimi yap. Bu dediklerim yapan Allah, Resulullah yanında en şerefli insandır. Bu iş dışarıdan bakana kolay görünür. Amma bu dediğim ağırdır, kimse yürütemez. Yapsa da kısa zaman ve geçici yapar. Dünya malını ve geçimini düşünme ,Allah (c.c) artırır.Verilen hediyeyi kabul et, para olsun mal olsun veya eşya olsun al,karşılığını yap.ihtiyacın yoksa fakire ver. Sen adam ol milletin verdiği hediyenin üzerine sen de para koy.bütün imkanlarınla çalış,milleti de çalıştır.

HAYDAN GELİP HUYA GİTMEK

Haydan geldi huya gitti tabiri avam nezdinde "Bedavadan geldi, bedavaya gitti" manası anlaşılsa da hakikatta Biz ana rahmindeki hayat kaynağından çıkıp Hu'ya yani Hüviyeti ilahiyeye Allah'ın varlığına gidiyoruz" manasınadır.

MİNARE VE KUYU

Bir gün ömründe hiç minare görmeyen bir adam Nasreddin hoca’ya “Hocam, bu minareleri nasıl yapıyorlar?” diye sorunca hazret:”Bunu bilmeyecek ne var.Kuyuların içini dışına çevirirler, oldu sana bir minare” Kuyu insan vücuduna benzetilir.Kuyu bizdeki bedendir.İnsanın akılla oluşmuş ahlak kuyusu içinde yıllanmış pis sular ve balçıklar olabilir.O kuyu bir kuyucuya yani kamil bir insana müracaat edilerek temizletilmesi istenirse kuyucu onun içini dışarı çevirip temizler.Yerin dibine batmışken onu yükseltir.Bir minare haline getirir.Baştan dua ile hakikat ezanı okumaya , ilan etmeye başlar”

NASREDDİN HOCA NİÇİN EŞEGE TERS BİNMİŞTİR

Nasreddin hoca büyük bir velidir.Ancak ifade etitği hakikatları Latife kılıfı içinde anlatmıştır.Bugün Nasrettin hoca dendiğinde hemen eşeğe ters bine n karikatörü gözümüze gelir.Bu resim neyi ifade ediyor?Hepimiz bu hayatta bir takım anlayışlarla yaşarken , hakikate ters gidiyoruz.İsmail Emre hazretleri bunu şöyle ifade buyurur:”Öteden beri resimlerde Nasrettin hocayı eşeğe ters bindirirler .Herhalde böyle bir şey olmuş ki böyle yapmaktalar.Bundak hikmet nedir?Merkep binilecek şey demekdir.Bu vücudda bir binek bir merkeptir.Aklamız ve ahlakımız bu merkebe binmiştir.Fakat gideceğimiz yeri bilmediğimiz için aklımızın yönü maziye dönüktür.Geçtiğimiz yerleri biliriz de gideceğimiz yeri bilmeyiz.Hoca bunu anlatmaya çalışıyor.Nasrettin hoca gibi kamil bir zat lazım ki aklımızı merkebe düz bindirsin ve ona gideceği yeri ve mürebbisini-mürşidini göstersin”

NECİB SULTANIMDAN

Sanat mektebinde okusun diye dördüncü kızım Nurcan'ı Osmaniye'de okuttuk. Bir ev tuttuk evde iki kız ve şehit olan oğlum Yusuf vardı. Bir zaman sonra evin bulunduğu mahalleden bir delikanlının ailesi kızı istemek için eve geldi.Damat, astsubaylığa girmiş, doğuda askerlik yapıyor imiş. Bulunduğu yerin kar nedeniyle altı ay yolu kapalı. Aile kız isteme nedeniyle epeyce gidip geldi. Fakirlikten gelen birileri. Bir mana Manada bizim kızı bir delikanlı bisikletinmiş Kabe'yrlar. Çağırdım bana ikisi de el sallayarak gittiler. Delikanlı'nın çalıştığı yerin yolları şimdi kapalı diye birazda işi uzatmak, çocuğu görmek bahanesi ile 'çocuk geldiğinde gelirsiniz bir görmem gerek dedim .afirler,z dışarıda arar,ça.Peki dedim..Baktım manada gördüğüm çocuk." kızı verdim"dedim

PAPAZIN İRŞADI

Genç bir delikanlı mürşit arıyormuş.Bir hocaya gitmiş,gözü tutmuyor.Bir şeyhe gidiyor, onu da gözü tutmuyor.Sonra bir çok zatlar dolaşıyor, hiçbirisi olmuyor.Sonunda bir papaz hoşuna gidiyor.Ona "Ben irşat olmak istiyorum,Benim mürşidim olurmusun?"diyor.Papaz "Hangi dindensin?" diye sorunca "Müslümanım" diyor.Papaz :"Ben Hırıstiyanım.Bu mümkün değil.Sen kendine müslüman bir şeyh bul"diyor.Delikanlı "Yok ,ben sizi istiyorum"diyor.Papaz olmaz desede genç vazgeçmiyor.Papaz sonunda yaka silkerek "Tamam, git zangoçluk yap"diyor.Genç uzun bir zaman zangoçluk yapıyor.aradan seneler geçiyor.papaz hasta ve ölmek üzere iken papaza gidip elini öpüyor."Efendim beni irşat ettiniz,Allah sizden razı olsun"diyor.Papaz:"Evladım,esas sen beni irşad ettin.Gelip beni irşad et diye yakama yapıştın.Ben de dönüp Allah'a "Yarabbi ! ya bana irşad yetkisi verya da buna bir mürşit bul da benim başımdan gitsin" diye dua ettim.irşad yetkisi verdi ve benim keşfim açıldı.Ben de seni irşad ettim.Sen olmasaydınben de irşad olmayacaktım" diyor. Bütün mesele teslimiyet ve güvende olup şüphe duymamaktır.

HEKİMOĞLU ALİ PAŞA

Osmanlı'da iki üç kerre sadrazamlık yapmış, manevi bir zattır.İstanbul'da işleri bozulan bir esnaf.rüyasında resulullah'ı görüyor."Git Hekim Ali Paşa'ya selam söyle senin ihtiyacın olan otuz altını versin"diyor.Esnaf kalkıp Hekim Ali Paşa'nın konağına gidiyor,rüyasını anlatıyor.Hekim Ali Paşa "Evladım tamam da bu anlattıklarından nasıl emin olabilirim?" deyince İhtiyaç sahibi esnaf:"Efendim ben bu durumu Resulullah7a arzettim.O da bana "Paşa her pazartesi ve cuma gecesi benim için okuduğu ayetleri iki haftadır okumuyor.Nedenini sorarsın?"dedi.Bunu duyan paşa "Rüyanı bir daha anlat"diyor.adamı yedi defa aynı rüyayı anlattırıyor.Adam en sonunda "Paşa hazretleri sizi rahatsız ettim.özür dilerim Bir şeyler vermeniz gerekmiyor.Bana müsade " deyince Paşa, vekilharcını çağırtıyor ve adama 210 altın veriyor."Yedi kerre anlattın.Her anlatışına otuz altın veriyorum.Eğer devamlı anlatsaydın servetim bitene kadar verecektim ama sen kestin"diyor

İSMAİL EMRE HAZRETLERİNİN HİKAYESİ

İsmail Emre hazretleri cezbedar bir zattı.1900-1979 yılları arasında yaşamıştır.Ümmi bir zat idi.Babası vefat edince 17 yaşına kadar amcazadesinin yanında nalbantlık yapmıştır.21 yaşında Pozantı-Halep demiryolu inşaatında kaynakçı olarak Şimendifer idaresinde işe girmiştir.Kayseri'de yaşayan ara sıra Adana'ya gelen Nakşibendi şeyhi Halil Delelioğlu'na intisap etmiştir.Şeyhi "Ölmeden evvel ölmek lazım" sözünü söyleyince ölmenin çarelerini araştırıyor.Ancak bunu fiziksel ölüm şeklinde algılıyor.Günlerce ölmek için aç kalıyor.Çalıştığı demiryolu idaresinin alman doktoru kendisine acıyor hastahaneye yatırtıyor.İlaç ve pirinç lapası veriyorlar.İlaçları içmeyip dolaba saklıyor.pirinç lapasını da pencereden dışarı döküyor.Bir Ermeni kız her gece tek şekerli çay veriyor.20-25 gün geçince keşfi açılıyor.Kainatın bütün iç alemini görmeye başlıyor.Bu halden mest oluyor."Beni hastahaneden çıkartın "diyor.Doktor:"İsmail sana faydalı olamadık.Sana ilaçlar da fayda etmedi" deyince İsmail Efendi:"Ben ilaçları içmedim ki" diyor.Hastahaneden çıkıyor.Okuma yazması olmamasına rağmen kendi kendine okuma yazma öğreniyor.Prof Dr.Annemarie Schimmel, Tasavvufun boyutları kitabında onunla ilgili anısından söz ediyor."Soğuk bir kış günü , bir dolmuşla Adana'dan Kayseri'ye gidiyorduk.Dolmuşun kaloriferi çalışmıyordu.Yolcular arasında İsmail Emre diye birisi vardı.Ona vahiy gibi bir doğuş geldi.Doğuş gelince adama ateş bastı.Bütün camlar buharlaştı.Biz sıcaktan ceketleri çıkarttık" diyor

25 Aralık 2020 Cuma

İSTİKAMETİMİZ ALLAH'IN ZATINA DOĞRU

– İstikametimiz Allah’ın Zâtına doğru mu? – Evet. Sual – Sıfatlarla uğraşmayacağız değil mi? – Ne işimiz var sıfatlarla… Ama bulunduğumuz yer, sıfatların içi. Oradan yürüyoruz kelâm ve ilim adımlarıyla, zâtına doğru. Anlamasaydık bu sıfatların içinde kaybolacaktık. Bunların içindeyken felâketimizi göremeyiz. Dolabın içinde dönen bir insan, döndüğünü göremez. Küre nasıl dönüyor, farkında mıyız? Gece ile gündüzden anlıyoruz ki dönüyor. Küre’den uzaklaşsak da baksak ne kadar sür’atle dönüyor.,. Sual – Nasıl çıkacağız bunun içinden? Nasıl atmalı bu benliği? – Allah’a teslim etmeli, Vahid-ül-Kahhâr olan Allah’a. Ediyoruz yavaş yavaş. O da birdenbire teslim almaz zaten. Demin bir âyet okudu Celâl Efendi: “İkra’bismi Rabbike…” Sual – Mânâsını anlayamıyoruz. – Araplar anlıyor mu ki? Lezzet, kelâmla, ilimle alınmaz, ancak yemekle alınır. “Hâl” ise hazmetmektir. Nedir o âyetin mânâsı? – Seni halk eden Rabbının ismiyle oku! Emre – Rab, Allah mıdır? Şimdi Rabbı Allah’tan ayırdık amma, sonra birleştireceğiz. Rabbı Allah zannederdik. Kur’ân’da en çok (Rab) ismi geçiyor. (Rab), Allah’ın mürebbîlik sıfatıdır.

KORKULARIMIZ NASIL GİDER

– Nefis ölmeyince ora tarif edilemez. Ölüynen konuşmak için “ölmeden evvel ölünüz!” lâzım. Fakat biz yanlış anlıyoruz. Nefse ölüm yok. Peki nedir bu? “Aciz ilmi” bitmeyince o ölümün mahiyeti anlaşılmaz. İlmin en büyüğü, “aczi bilmek”tir. Sual – Bunu öğrendik. – Öğrensek, nefis kalmaz. Şu kapının önünde bir çukur varsa ve akıl onu öğrenirse, oraya bir daha düşmez. Veyahut bir başka misal verelim: Para ile et alacağız farzedelim. Paranın varlığı kasap dükkânına kadardır. Eti aldıktan sonra paranın sözü kalmaz: İlim var, fakat ikmal edilmedi; yani akıl iknâ olmadı. İknâ olsa, kendini hemen oraya bırakacak. Ama kolay iş değil. Ben 18 yaşımdan beri çalışıyorum, daha bitiremedim. Sual – Ya biz pek geç başladık? – Beraber bitireceğiz. Sual – Ölüm geliyor fakat? – Bizdeki korkunun bir kısmı, biz, Allah’ın mahlûklarına bir zarar düşünmediğimiz zaman gider; bir kısmı, Allah’ın “Rezzâk-ı âlem” olduğunu anlayınca gider. (Mü’min ölmez, bir “dâr”dan bir “dâr”a göçer) diyor Peygamberimiz. Bu “dâr” ev mi, dünya mı? Bir evden bir eve göçecek olan şey, akıldır, akıl; vücut değil. Korku, ahlâklar gidince biter. Bu odadaki kedi bizden korkar mı? Fakat yılan girebilir mi bu odaya? Ama yanda yönde bizi dinleyip duruyor. Vahşet tükendikçe cemiyete doğru. Vahşi hayvanlar cemiyetsiz yaşıyorlar. Demek ki korku, ihanetin ta kendisidir. İhanet bitsin, kanundan da, hemcinsinden de, Allah’tan da korkmazsın; çünkü cemiyetteki insanlar hep kardeşlerin olur. Kanuna muhalif bir hâlin kalmaz ki kanundan korkasın. Allah’tan da korkmazsın; çünkü mahlûkatına hiçbir zarar düşünmezsin. Rızkından da korkmazsın; çünkü Allah’ın Rezzâk-ı âlem olduğunu bilirsin. Bu bilgi bizi tenbelliğe sevk etmemeli; çalışırız, “Aç köpek fırını yıkar” derler. Aç kalan insan her şeye tenezzül eder. Onun için, çalışmalı. İslâm dini en mütekâmil dindir. Fakat hangi millet şarklılar kadar yalan söylüyor? Çünkü çalışıyorlar. Medeniyyet çoğaldıkça insanlar ıslah oluyorlar. İlâhî zevk, işte bu korkular gittikten sonra tecellî eder. Onun arkası ölümsüz bir âlem. Sual – Ölümsüz âlemde kalmayacak mıyız? – O âlemin kendine mahsus bir dili yok. O âlemin dili: “hâl”dir. Her lisanla karışık; fakat onu tarif etmeğe huruf kâfi gelmiyor. Bu hayat, tabiata bağlı. O hayat, tabiatın fevkindedir. Her lezzetin vuslatı hasretindedir. Tabiatta ise vuslattan sonra hasret kalmaz. O âlem, bu âlem gibi değildir. Maddî hayat zevkinin sonu cinnettir; tayyareden kendini atan milyonerin hâli gibi. O milyoner, şuurunu harcamış bitirmiş. İnsan şuurdan başka nedir ki… İnsanın kıymet ölçüsü şuurdur. Bir garson elli lira alır; onun hizmet ettiği adam 500 lira alır; ölçü şuurdur, bilgidir. Sorduğunuz âlem, ömürsüz bir âlemdir, leziz, doyulmaz bir âlem. Yaşayacak olan biz değiliz ki bıkalım; O yaşıyor, O yaşayacak. Sual – Biz zevk edecek değiliz ha? – Bu âlem serapla zevk, esasen. Zevkte fânî olacağız. Sual – Bir türlü anlayamıyoruz… – Çok güzel söylüyorsunuz. Herkes söyleyemez bunu. Halbuki içinizdeki kudret anlıyor. Anlamasa böyle diyemez. Meselenin ehemmiyetini anlıyor içimizdeki.Ne kadar zor bu iş… Bazen akıl, geri dönüp geldiği yerlere bakıyor da… İnsan öğrenecek de unutacak. Hz. Muhammed de yetmişbin hicap diyor ya… Karşısına “hicap” dikilince “hicap” tan bahsetmiş. (Küllü men aleyhâ fân) demiş. Bu iki söz birbirini tuttu mu? Bu sözler, onun yürüdüğü yolların ifadesidir. Sırat köprüsü hazmetmeden geçilmez. Sual – Kurban nedir? – İnsan hemcinsinin fakirlerini doyurur, onlara yardım ederse, iç ferahlığı duymaz mı? Maksat budur. Cennet: Zevktir. Bâzı insanlar iyilikten zevk alır. Sual – Bazıları da fenalıktan. – O zevk almıyor, azap çekiyor. Onunki, zevk gibi görünen azap. O, Allah’ın Celâl sıfatına mazhar olmuş. Sual – O halde bütün âlem Allah’ın sıfatlarından ibâret? – Ama zâtı değil. Sıfatlar neye benzer: Hz. Muhammed mağaradan çıkıp uyanınca, Vâhid olan Allah’a 1001 isim vermiştir. Halbuki bir insanın, bir adı, bir de soyadı var; ne lüzum vardı Allah’a binbir isim vermeğe? Hz. Muhammed, Allah’ın sıfatlarının, insanlarda, hayvanlarda tecellîlerini görüyor da onları söylüyor. Şu lâmbanın ışığından istifâde ediyoruz; fakat zâtına bakamıyoruz; gözümüz kamaşıyor. Ancak sıfatına bakabiliyoruz. Zâtının rengi birdir; sıfatlarınınki muhtelif; yani şu halıdaki, odadaki renkler gibi. “Kâfir”, örtülü olan şey demektir; yani şu kilimin altındaki karanlık küfür; açarsak îmân, yani ışık olur. Zât aynen bu elektrik gibi çatır çatır yanıyor, bak. Vücudumuzun muhtaç olduğu gıdaları, ağız ne zahmetler çekerek yiyor. Kendine ne kalıyor? Fakat tadını hep ağız alıyor. Neden? Hizmet ettiğinden. Elimiz şekeri tutar, fakat lezzetini alamaz. Vücut tevhîdinin lezzetini ağız bilir. Fakat “Sana ben hizmet ediyorum!” diye vücudun başına kakar mı? Neden? Bu hizmetten zevk aldığından. Boyuna ister ki yiyeyim. Yiyen kendi mi? Yiyen, içen vücuttur. Vücut yükünü gıdasını alınca, ağız yemez; çünkü onlara hizmetçi. Fakat aldığı yediği gıda bitiyor mu? Şimdi yemezse, 5 saat sonra yiyecek. Bütün peygamberler karşılık gözlemeden uğraşırlar. Ne kadar tatlı gelir bu onlara… Bu hizmet uğrunda Yahya, sinemalarda gördük, kafasını kestiriyor. Yahyalık, onun vücudu değil, ahlâkı idi. Yahya’nın ancak vücudunu öldürdüler; ahlâkı ise hepimizi muhît. Îsâ’lık hâli de mevcuttu Yahya’da. Onun için Îsâ’nın geleceğini haber vermiştir. Bir binbaşı, birkaç sene sonra yarbaylık, albaylık geleceğini bilmez mi? Yahya da meselâ binbaşılıkta kalmış ama, kendisinden sonra yarbay bir Îsâ geleceğini haber vermiştir. Îsâ kendisinin ölümsüz bir âleme yetiştiğini, yani bütün kudretlerin Allah’tan olduğunu bilince Îsâ olmuştur.

MANEVİYAT KAPISI

Arab uşaklarından çok büyük kâmiller yetişmiştir. Meselâ bunlardan Şeyh Hasan büyük bir kâmilmiş. Bu zât: (Mâneviyyet kapısı, “Dost”u saklamak için kapanmıştır. O kapıyı çalmaya her insan tahammül edemez. Çünkü o kapı, kapıyı çalan adamın eli, tokmağı çalmaktan yorulup düşünce açılır. Kapının arkasındaki, tokmak seslerini, ancak elimiz yanımıza düştüğü zaman duyar!” diyor. Ama şânından değil ki açmasın. Biz yorulana kadar vuralım da, bizi cop! aşağı! yapsın, şânına yakışmaz. Sual – Çabuk yorulmamız lâzım. – Canımızın sıkıntısından çatlayıp ölmemiz lâzım.

SOHBET

Sual – Bir fabrikada patronu herkes biliyor, görüyor. Biz de istiyoruz ki mânevî patronu, yani Allah’ı bilip görelim. Acaba eski telâkkilerimizden geçemediğimiz için mi göremiyoruz? – Evet, geçemediğimizden. Sual – Eski telâkkiler, uzviyetimizde taşıdığımız balgama benziyor, onları bir türlü atamıyoruz. – Balgam zararlı bir şeydir. Dışarı çıkar, havayla, ziya ile temasa gelirse daha zararlı olur; içindeki mikroplar, ışığı ve havayı görünce tekâmül eder, vahşileşirKafamızda da var böyle şeyler. Onları dışarı attıkça, yerine yeni ilimler koyup onları hazmedeceğiz. Ondan sonra bakacağız ki ne âlemler varmış…Bir meyvanın hamı ne kadar ekşi ise, olgunu da o kadar tatlıdır. Tatlılık ekşiliğin içinden çıkıyor, fakat mide o tatlıyı hazmedemezse, tatlılık ekşiliğe döner. Üzümün iptidası ekşidir ama, zararsız ekşidir. Lâkin son ekşilik, yani sirkelik zararlıdır; artık bir daha tatlı olmaz. Sual – Demek Peygamberimizin günde yetmişbin hicap değiştirmesi bu muymuş? – Evet. “Hicap” perde demek değil mi? Aklımızın perdeleri. Sual – Şems-i Tebrizî, Mevlânâ’yı ilk gördüğü zaman: (Ey Mevlânâ! Hz. Muhammed “Yârabbi, biz seni lâyıkıyla bilemedik” diyor; halbuki Bâyezid-i Bistâmî: “Cübbemin altında Allah’tan başka kimse yoktur!” diyor. Hz. Muhammed mi büyüktür, Bâyezîd-i Bistâmî mi?) diye soruyor. Siz buna ne dersiniz? – Bâyezid: “Cübbemin altında Allah’tan başka kimse yoktur!” dediği zaman Allah’ta fânîdir. “Cübbe” sözüyle kumaştan yapılmış cübbeyi değil, “vücut cübbesi”ni kastediyor. Hz. Muhammed: “Mâarefnâke…” dediği zaman Bâyezit’ten daha büyüktür; çünkü bizi kurtarmak üzere “Tenezzül” makamına gelmiştir; o sözü söylerken Allah’ta fânî değildir, ümmetinde fânidir. “Biz seni lâyıkıyla bilemedik Yârabbi!” derken Allah’tan ayrıdır. “Biz” ve “ben” Allah’ı bilemez. Bâyezit’te o sözü söylerken benlik yoktur. Doğuşlarda neler var… Bazen: Nice güneş, nice aylar gözağımda gizlidir… Büyük, küçük her yıldızlar dimağımda gizlidir; Bunlar daim mihverinde döner durur emrimle, Hep kuvveti benden alır, parmağımda gizlidir. der; bazen de: Ben âcizim, hem toprağım, ilân ettin sen, Mevlâ! Duramadım, bedenimi eyleyince istilâ; Lâyık mıdır haber vermek (Emre) gibi bir kula? Bu dilimi sen söylettin, neyleyim, ben ahmağım. diye yalvarır. Dolaştığı yerin hâli zuhûr ediyor da ondan. Mızrap kendi irâdesine hâkim midir? Çalgıcı hangi tele vurursa, mızrap o telin sesini çıkarır. Tadı da böyle çıkar. Bir tele boyuna dan! dan! dan! diye vursak tadı olur mu? Tadı, kesretinde. Seslerin sür’atle değişmesi bize zevk veriyor. Allah da böyle; bizim kesret seslerinden zevk aldığımız gibi, o da kendi kesretinden zevk ve gıda alıyor; kâh size vuruyor, kâh bana. Söyleyenin diline vuruyor; o da dinleyenin kulağına; hadi ordan da beynimize; bir zevk ki…

HALLAC-I MANSUR

KALPTE SAKLI OLAN SIRRI İFŞA ETMEYECEKSİN DARAĞACINDA SÖYLİYEBİLİRSİN FAKAT MİNBERDE ASLA! Hallac için bu dörtlük söylenmiştir.O Tanrı ile insan arasındaki aşk sırrını İfşa ettiği için ölümü tadarak bedel ödemiştir.Şeriatı korumak gayretiyle Hallac’ı ortadan kaldıranlar unutulmuş Hallac bin yıldır unutulmamıştır.

SIRRI BİLMEK

Amasya’da Deli Mehmet isminde birinin türbesi varmış. Türbenin yanındaki bir dişbudak ağacında da, ucu öbür taraftan çıkmış bir kama saplıymış. O türbeyi gezdiren kimse, Ali Bey’e anlatmış: Vaktiyle orada bir medrese varmış. O medresenin müderrisi, gündüzün talebelerini okuturmuş. Geceleri de bir hocaya “Hakîkat” ilmini öğretirmiş. Müderrisle hoca sabaha kadar pısır pısır konuşurlarmış. Medresenin Deli Mehmet adındaki kahvecisi de bunlara sabaha kadar kahve pişirirmiş. Bu hâl yedi sene böyle devam etmiş. Bir gün müderris, hocaya ne söylediyse, hoca cübbeyi çıkartıp bir tarafa atmış, hem şıkır şıkır oynar, hem de “Niçin şimdiye kadar söylemedin?” dermiş. Müderris de cübbeyi, sarığı bir tarafa atıp hem oynar, hem de “Yedi seneden beri sana hep aynı şeyi söylüyordum amma, sen anlamıyordun” dermiş. Bunların ilâhi zevkini gören Deli Mehmet, zaten delimser olduğu için, kamayı çektiği gibi müderrisin üzerine yürümüş ve: – Buna ne söylediysen çabuk bana da söyle, yoksa bu kamayla seni öldüreceğim! demiş, müderris: – Oğlum, demiş, bu hoca yedi sene sabahlara kadar hizmet etti. Deli Mehmet ısrar etmiş: – Ben de yedi sene size sabahlara kadar kahve pişirdim bu hizmet değil mi? – Oğlum, sen söyleyeceğim sırrı anlayamazsın. Bu hoca, varlığından ilmen geçti; sende ilim yok. Sen bu maddî hayatından vazgeçmelisin ki o sırrı anlayabilesin. Bu sırrı anlamak için ölmeye râzı mısın? – Ölürsem sizin deminki zevkinize düşecek miyim? – Düşeceksin. – Öyleyse, ölüme râzıyım. – Kaz öyleyse mezarını. Deli Mehmet, mezarını kendi eliyle kazıyor. Müderris eğilip Deli Mehmet in kulağına bir şeyler söyler söylemez deli Mehmet “Allah!” diye bir nâra atarak elindeki kamayı fırlatıyor. Kama o dişbudak ağacına saplanıyor; ucu, ağacın öbür tarafından çıkıyor. Mehmet’i oraya gömüyorlar. Kamanın saplandığı ağaç da hâlâ dururmuş. Hikâye burada bitince, sual soran zât tekrar sordu: – Acaba müderris’in Deli Mehmet’in kulağına söylediği neydi? Emre – Zamanı gelmeden yine öyle. Ona söyleyen Kudret, durmadan size ve bize söyleyip duruyor. Kulağımız delinip duruyor. Hangi topraktan ilk kazma vuruşunda su çıkmış? Fakat kuyu deşen adam usanıyor mu? Usanmaz. Su çıkana kadar sabır!

GURUR

Sual – Gurur kendiliğinden doğuyor ama? – Elde değil. Gurur da yerine göre bir cevher. Yani onu öldürünce mânevî kazanç elde ediyoruz; demek ki gururun da faydası varmış. Bir gün, “Sivrisinek neye yarayacak… Zararlı bir hayvan” diyorlardı. Birçok insanlar onu öldürmek için maaş almıyorlar mı? Gurur da böyle işte. Gurur bir gaflettir. Gurur olmasa, mağrur olan insan, vazifesini yapamaz. Onun işini kolaylaştıran gururdur. Lâkin bu sözlerle gururun iyi bir şey olduğunu iddia ettiğimiz anlaşılmasın; bilâkis, gurur, bu yolun en büyük, en müthiş ve en fena yol kesicisidir. Onu öldürmezsek muvaffak olamayız. Gururu öldürmek de bıçakla olmaz; ilimle, ilimle. Cehli ilim öldürür; tamahkârlığı sehâvet öldürür. Işık gelince karanlık nereye gitti? Öldü işte. Bizde öldü filân huy; başkasında da öldü mü? Hayır. Her şey yerine ve ehline göredir, insanın azmine göredir.

EN BÜYÜK LÜTUF HAKK'A YÜZÜMÜZÜN DÖNMESİDİR

Sual – Allah niçin filâna az vermiş de filâna çok? Bu adaletsizlik değil mi? – Adaletin, lûtfun ne olduğunu bilmediğimizden Allah’a âdil diyemiyoruz. Biz dünyayı yüklenmeyi, zengin olmayı lûtuf zannediyoruz. Hâlbuki en büyük lûtuf ona yüzümüzü döndürmekdir. Zengin olanın akıl yükü, belki fakirden fazladır. Ama zenginlik, eğer altında kalmazsak, hiçbir zaman hakîkat yolculuğu için engel teşkil etmez. Fakirliğe aklen mahkûm olursak, yani fakirliği hoş görmezsek, o sıkıntı daha büyük bir engel olur bize. En büyük devlet kanâattir. Onun içindir ki Hz. Muhammed: (Kanâat, bitmez tükenmez bir hazînedir) demiştir. Terakkiyi, çalışmayı inkâr etmiyoruz ha! Kanâatı tavsiye eden Hz. Muhammed, öbür taraftan (El kasibu habibullah – Yani çalışan kimse Allah’ın dostudur.) demiyor mu? Allah bana da paralı bir vazife verse, gurur getirmeden, bu işini ileri götürmeğe çalışırım. Yeter ki malın, paranın varlığı bize gurur, yokluğu azap vermesin; ikisini bir bilelim.

AŞIKLARIN DİYETİ

Şibli, Hallac'ın katledildiği günün gecesi Tanrı'yayalvararak dedi ki:"Ya Rabbim, daha ne zamana kadar aşıkları öldürmek istiyorsun?" Cevap geldi:"Onlar benim diyetimi bulana kadar.""Senin diyetin nedir?" sorusuna ," Aşıkların diyeti ,Benimle ve Benim güzelliğimle karşılaşmaktır." cevabını aldı

HALLACA GÖRE DİĞER DİN MENSUPLARI

Hallacın öğrencilerinden birisi anlatıyor: Bağdat pazarında bir yahudi ile tartışıyordum.Nasıl oldu bilmiyorum.Bir an Yahudiye"Seni köpek!"dedim.O esnada Hallac'da yanımızdan geçiyordu.Kızgın bakışlarla bana bakarak:"Köpeğine sahip ol, havlamasın" dedi ve hızla bizden uzaklaştı.Kavga bitince Hallac'ın yanına gittim.İçeri girdim.Beni görünce yüzünü öte tarafa çevirdi.Beni bağışlamasını rica ettim.bunun üzerin yeniden sakinleşti ve şöyle konuştu: "Sevgili oğlum.Bütün dinler ulu tanrının dinleridir.Tanrı, her bir dini ile ayrı bir insan topluluğunu meşgul etmektedir.İnsanlar inandıkları dinleri kendileri seçmediler,bilakis Rahman ve Rahim olan Tanrı, insanları inandıkları dinler için seçmiştirEğer bir kimse başka bir kimseyi inandığı dinin doğru olmadığı iddiasıyla kınarsa , bu hareketiyle o insanın kendi iradesi ile bir tercih yapmışolduğu yolunda bir hüküm vermiş olurbu aslında kadercilerin tarzıdır ve Zerdüştler böyle bir dini topluluktur Bilesin ki ,Yahudilik,Hırıstiyanlık ve diğr dinler , sadece çeşitli sanlar ve farklı isimlerdir,fakat hepsinde maksat aynıdır,farklı değildir. Ben dinlerin ne olduğu konusunu çok düxşündüm.Neticede gördüm ki dinler, bir kökün çeşitli dallarıdır.Bir insandan , onu alışkanlıklarından alıkoyan ve bağlarından koparan bir din seçmesini talep etme.O zaten varlığın sebebini ve yüce gayelerin manasını kendisinin en iyi anladığı şakilde arayacaktır. Zahirde inanç ve inançsızlık arasında sadece bir isim farkı vardır.Hakikatte ise ,bunların ikisi arasında hiçbir fark yoktur.

NE İSTERSEN ALLAH'DAN İSTE

Efendimiz (SAV)'in amcası Hz Abbas'ın oğlu, meşhur tevil alimi olan Abdullah bin Abbas(İBNİ ABBAS)'a şöyle buyurdu:"Ya Abdullah, ya emmimin oğlu! Gel devemin terkisine bin de sana yolda bir nasihatte bulunayım.Ya Abdullah, ne istersen Allah'dan iste!Allah'ın verdiğine kimse mani olamaz, vermediğine de kimse vermez " dedi.

24 Aralık 2020 Perşembe

DÜNYA GAİLESİNDEN NİÇİN KURTULAMIYORUZ

Sual – Şu dünya gailesinden bir türlü kurtulamıyoruz. – İçinde bulunuyoruz; elbette onu da idare edeceğiz; Fakat mağlup olmayacağız. Şimdi şu evin içindeyiz. Bu evden başka bir yeri görebiliyor muyuz? İçinden çıkınca onu bir daha göremeyiz. Şimdilik dünyadayız; onun gailesiyle uğraşmaya mecburuz. Aklen içinden çıkarsak, bir daha semtine uğramayız. Kanâatlarımızın değişmesi de böyledir. Bulunduğumuz inanış evinden başka bir inanış evine göçeceğiz. Hadîs’te “Mü’minler ölmez, bir evden bir eve göçerler” denilmesi, bunu anlatmak içindir. Bir devir gelir ki ne ev kalır, ne sen, ne de ben. Söyleyenin de, dinleyenin de kendisi olduğu anlaşılır; ama bu hâl aklî değil, hâlîdir. Dünya meşgalelerinden kurtulamıyoruz, diyorsunuz amma, ilmin terakkîsi de bu âleme doğru yürüyor. Nesilden nesile böyle bir terakkî var. Yirminci asrın insanları görmedikleri şeye inanmıyorlar. Bu asırda çok Kudretullahlar tecellî edecek. İrfâniyyet değişecek. Her din, bizim dinimizin içindedir; onlar da bizim dinimizdir. Din bir yolsa, mutlaka yürünecektir; yürüyen de menziline ulaşacaktır. Evvelden din Hindistan cevizi gibi bir şey zannedilir; elde, onu kırıp lezzetini meydana çıkaracak bir âlet de yoktu; etrafında dolaşır dururlardı. Şimdiki nesil Hakîkati anlamak istiyor, eskiler küfür korkusundan anlayamazlardı. Eskiden döve döve okuturlardı; şimdi ise seve seve okutuyorlar. Çocukları dövmek iyi değildir. Yaramaz zannettiğimiz çocuk çok “yarar”. Çocuk radyoyu çekiyorsa, çekmeyi öğreniyor ve radyonun esrârını anlamaya çalışıyor demektir. Bu hareketinden dolayı bir çocuk dövülür mü? Onu döveceğine, eğer biliyorsan, radyonun esrârını şefkatle, seve seve anlat ona. Sual – Bütün mesele hesabı burada görmekte değil mi? – Evet, öbür âlemde nereye gideceğini bilmeyen bir insan nasıl hesap verecek? Siz “Ne yapacağımızı bilmiyoruz” diyorsunuz. Bunu söylemek kolay değildir; çünkü nefis bırakmaz. Gerçi dünyanın en büyük âlimi de o (Kudret) karşısında şaşırır amma, ayrılınca benlik ve gurur yine “biliyorum!” dedirtir. Biz “biliyorum!” diyenlerden olalım. Sual – Eski itiyâdlarımızı nasıl bırakalım? E– Biz onları bırakamayız da, onlar bizi beğenmezlerse bırakır giderler. Bir misafir, ev sahibinden hürmet ve riayet görmezse, o eve bir daha gelir mi? Biz de itiyâdlarımıza yüz vermezsek, başlarını alır giderler. Bir çok çocukluk itiyâdlarımız vardı; onları terk ederken haberimiz oldu mu? Biz de mânen büyüdükçe, itiyâdlarımız geride kalır. Maddî terakkiyyat gibi mânevî terakkiler de itiyâdları terk ettikten sonra başlar. İtiyâdlar, yani yaramaz hâller terakkinin gömleğidir; terakki onu soyunarak içinden çıkar. İki yaşımızdaki elbiseyi giyebiliyor muyuz? Akıl gömleklerimizi de böylece soyunup gideriz; soyunabilirsek. İtiyâd’ı terk edemeyenler büyüyemiyor: Çinlilerin ayakları, itiyâd ayakkabısı içinde hapsolduğu için küçük kalmıştır. Her günkü gıdamız buğday, topraktan çıkıp ağzımıza gelinceye kadar ne kadar kabuklardan soyunup ne devrelerden geçiyor. Biz de soyunmazsak Allah bizi yemez. Biz ona tâbi olur, soyulmaya rızâ gösterirsek soyar. Meyva kendi kendini mi soyuyor? Amma iş, tâbi olmada itirazsız, zansız, gümânsız bir îmânla tâbi olmada. Zan, gümân dedikleri şey, îmânın düşmanıdır.

MUCİZE KERAMET,FAKİRİZM,İSPİRTİZİM

Sual – Var mıdır bu gibi şeyler? – Vardır. İlâhî ilim rüsuh bulup “hâl”e inkılâb ederken kerâmet gibi hâller tecellî eder. Bunları yapan şey îmândır. Îmân aklın fevkinde bir şeydir. Îmân olmazsa akıl bir şey yapamaz. Sanat îmânı olmayan bir insan sanâtkâr, olamaz. Mucize, kerâmet gösterenler de bir kudrete îmân ederek ve ona sığınarak yapıyorlar bu işi. Mucizeyi yapan kendileri değil, o (Kudret)tir. Onlar sadece aradan çıkıp irâdelerini o (Kudret)e teslim ediyorlar. Peygamberler, velîler, zamanında mucizeler göstermişler, fakat sonra bunu terk etmişlerdir. Kerâmet göstermeyi “hayz-ı ricâl” olarak telâkki ediyorlar. Hz. Muhammed, son zamanlarda, mucize isteyenlere Kur’ân’ı gösterirdiAllah bizden mucize istemiyor, “kalb-i selîm” istiyor. Biz de ondan “rızâ” istiyoruz, kerâmet değil.Kerâmeti gösterenlerin akılları ona saplanır; onlar da kerâmet göstermeye çalışırlar; hâlbuki bizim gayemiz bu değildir. Kerâmet de bir noksanlıktır. Hz. Muhammed, vücuduna şiş sapladı mı? Kerâmet insanı kurtarmaz. Beşeriyyete de faydası yoktur kerâmetin. Hind fakirlerinin memleketleri sefalet içinde; ellerinde bir kudret varsa memleketlerini kurtarsınlar. Bunlar mânevîyyat hırsızlarıdır. Ruh çağıranların emekleri ve emelleri de boş yere harcanıyor. Onlar çağırdıkları ruhu dışarıdan, hariçten geliyor zannediyorlar; hâlbuki çağırdıkları da kendilerinde mevcuttur, her şey de. Çünkü insan mecmû-u kâinattır. Hz. Ali “Bu büyük âlem, yani kâinat ve içindekiler hep bir insanda dürülü bükülü hâlde mevcuttur!” diyor. Ruh, başka bir yerden gelip konuşmuyor, kendilerinde esasen mevcut. O ruh, yalnız onlarda değil, sizde de mevcut; fakat onların bundan haberleri yok. Bir insanda her lisân mevcuttur. Herhangi bir lisânı öğrenirken, içimizde mevcut olan o lisânın üstündeki kapağı veya örtüyü kaldırıyoruz demektir. Ruh çağırmanın tekâmülü buraya kadardır. Bazı ilâhî sırlar vardır ki onlara akıl ermez. Onları anlamak isteyenler parçalanır, mahvolurlar. Her şeyi bilmek bize zarardır. Bunlar olur amma, bizi aldatır. Ruh çağırandan çıkan hâl de kendine zarardır. Bu hâl tekâmül etse, esrâr-ı ilâhîyye bozulmaz mı? Filân milletle filân millet harbetsin mi, etmesin mi? Nerede maden var, nerede yok? Bunlar bilinse insanlar çalışmazlar, uyuşur kalırlar. Başkasının aklından geçen şeyin bana ne lüzumu var? Bana benim kafamdaki şey lâzım. Tasavvuf yolcuları bambaşkadır. Onlarda hokkabazların, ruh çağıranların veya fala bakanların bilemeyecekleri öyle bir kudret vardır ki, bir bakışta insanı eritirler. Ruh çağıranlar, manyetizmacılar “mânevîyyet”e doğru yürüyebilirler amma, hokkabazlar yürüyemezler. Bir “kâmil”in terbiye yağmuru altına düşen insanların içindeki her türlü ahlâk inkişâf eder. Yağmur kozaya gıda verir de ayrık otuna vermez mi? Bu hokkabazlar ayrık otunun büyümesine benziyor. Manyetizmacılar ve ruhçular ne kadar çalışsalar, “mukadderât”a hakîm olamazlar. Bu işle uğraşanlar zekâlarının parlaklığını kaybederler, donuklaşırlar. İnsan zekâsının, insan mânevîyyetinin böyle bir şeye harcanması yazık değil midir? Her istediğimiz olursa, mahvoluruz. “Akl-ı cüz”, “Akl-ı küll”ün büyümez çocuğudur. Biz onu götürüp “Akl-ı küll”e teslim etmediğimiz müddetçe öyle kalır, büyümez. Çocuk olduğu için (Küllü yevmin hüve fi şe’n) dir; yani her gün yeni bir oyuncak ister; bu gün beğendiğini yarın kırıp atar. Hiç parası yokken “Ah elli liram olsa..” der. Elli lirayı kazandıktan sonra ona kanaat etmez, elli lirayı kazandığı aklı o (elli) lira ile beraber sarar, bir tarafa kor, daha fazlasını ister. Hep daha fazlayı kapmaya meraklıdır. “Akl-ı cüz” damladır, “Akl-ı küll” deryâ. Damla deryâya atılsa da oyuncaklıktan kurtulsa, o vakit kazancı ebedî olur. “Akl-ı cüz” bizi türlü felâketlere sürükler. Bazı dalgın adamlar otomobil altında kalıp can veriyorlar. Onları öldüren şey, akıllarında gezdirdikleri arzulardır. Akıl onun peşinde koşarken otomobili görmüyor. Onu öldüren otomobil değil, aklında gezdirdiği şeydir. İşte herkesin Azrâili, sevdiği şeylerdir; bir gün onun altında kalacaktır. Bu meselenin ehemmiyyetini, ciddiyyetini anlayan insan uykuyu bile kaybeder. Zaten “Sevgi” tecellî etse, içimiz yansa, uykuda bile onu sayıklarız. Kerâmet, yapılır da terk edilirse kerâmet; terk edilmezse, kerâhettir. Kerâmetin kime faydası var? Kimin kudretini kime gösteriyor? Kerâmet gösterenler, bu yolun büyüklüğünü idrâk etmemiş demektir. Kerâmet çocuk oyuncağıdır; insan büyüdükten sonra oyuncakla oynar mı? Allah’ta fânî olmak isteyen insana bunların ne lüzumu var… Değil bunlar, insanın kendisi de yok olacak.

HZ.MEVLANA ALİM MİYDİ?ÜMMİ MİYDİ?

Bir mevlevi dedesine bu soru sorulmuş:"Hazret-i Mevlana alim mi idi yoksa ümmi mi idi?" Hazret şu cevabı vermiş: Şems hazretlerine kadar alim idi. Ondan sonra ümmi oldu". Yani kitaptaki ilmi bırakınca kendi iç varlığı ortaya çıktı.

ALAY ETMEK

Alay etmek yasaklanmış bir kötü davranıştır.Alay etmek insanın maneviyatı kesilir.

MUSEVİLİK/İSEVİLİK

Cami cemaatı için musevi, tarikat cemaati için İsevi lafını melami şeyhleri kullanır. Hristiyan olmak için önce kiliseye kayıt olmak gerekir. Çocuk doğunca aile onu kaydettirir.Orada bir kerre vaftiz ederler.ondan sonra senin namına papaz dua eder, sen edemezsin.Papaz ne derse "amen" diyeceksin.Yani kendi başına değilde cemiyetle devam edebiliyorsun.Bugünkü tarikatlar da da durum aynıdır,bir şeyhe bağlısın ve onun kontrolünde gidiyorsun.Bu İseviliktir. Bugün bizim cami cemaati dediğimiz topluluk esasında Musevidir yani dünyevidir.Yahudi değil ama dünyevidir.Tarikatlar ise uhrevidir yani esasında İsevidir çünkü bir şeye, bir yere bağlısın BUGÜN BİZ İSLAM ALEMİNDE YAŞIYORUZ, ANCAK dünyaya bağlı olduğumuz için Museviyiz. Çünkü Musevilikte sadece dünya vardır.Ahiret yoktur.

MASON LOCALARI

Mason Localarının başında ham taş vardır.Bu bir mesajdır:"Sen mason locasına ham olarak giriyorsun,hamsın.Orada masonluk seni yoğuruyor" manasındadır.İnsan oğlulunun yaratıldığı yer cemad dediğimiz toprak ve taştır.Taş bizim ilk halimizdir.

AĞIZDAN ÇIKAN SÖZE DİKKAT(!)

bEYAZ EŞYA SATAN BİR DERVİŞ BİR SLOGAN KULLANIYOR:"Ne varlığa sevinirim, ne yokluğa yerinirim"Mürşidi gelip "Bunu kullanma.Bu sözü söyleme, buna dayanamazsın sen" diyor.derviş o sözü kullanmaya devam ediyor.Bir zaman geliyor işleri bozuluyor en sonunda elinde bir tek buzdolabı kalıyor.O buzdolabını da elektrik borcu için haczedip götürüyorlar.Mürşid dükkana gelir ve bakar dükkan bomboş."Şimdi o sloganı söylemeye hakkın var"dedi.Hak Teala bize parayla ödenmeyecek bir sağlık vermiştir.Farkında olmuyoruz.Nimetler içindeyiz.Bu nedenle ağzımızdan çıkanları bilmemiz gerekir.

KURAN'IN TÜRKÇE OKUNMASI

Şüphesiz anlamını bilmek en güzelidir.Ancak Arapça inzal edildiği için Kur'anın harflerinin manevi bir tesiri vardır.Arapça da harfin manası vardır. Türkçede ise hecenin manası olur. Ümmi bir zat olan Abdülaziz Debbağ hazretlerinin gözleri de görmüyordu.Huzurunda söylenen şeyin Kuran mı? hadis mi? dünya kelamı mı? olduğunu biliyordu.Bunu nasıl anladığını sorduklarında:Siz onları söylerken ağzınızdan çıkan nurun rengine göre biliyorum diyordu.Bu nedenle ağzımızdan çıkan kelimelerin manevi bir tesiri vardır.Yani kelimelerin radyasyon gibi yaydıkları bir tesir vardır.Arapçada harfin bile tesiri vardır. Bazı Melami şeyhleri buyurur ki Kuran'ı bilmek için Tevratı,İncili bilmek gerekir.Tevrat İlkokul,İncil Ortaokul,kuran üniversite, Hadis yüksek lisans,Kutsi hadis doktora gibidir.Tamamını bilirseniz kur'anı anlayabilirsiniz.

AÇIK KONUŞANLAR

Bu dünyanın kazancı muvakkattır; şu muvakkat âlemin içinde ebedî bir varlık, ebedî bir kazanç var, onu elde etmeli. Hakîkati anlamazsak, bir ölüden ne farkımız var? Ölüyü ortaya uzattıkları zaman ne ses var, ne sadâ… Başlarlar “Yâsin” okumaya. “Yâsin”i ölüye mi okuyorlar, yoksa onun başındaki biz ölülere mi? Peki amma, biz Arapça bilmiyoruz; nasıl anlayacağız “Yâsin”i Yunus Emre: Sağlığında âyet, hadîs nesine… Son deminde muhtaç olur “Yâsin”e, İletip koyacak makberesine, “Oğlum, kızım, malım kaldı!” diyemez.diyor.Sonra hoca ölüye soruyor: “Rabb’in kim, Nebi’n kim?”. Cevap alıyor mu? Ölü duyar mı? Ölüden ses gelir mi? Asıl kabir bu vücuttur. Bu vücudun içindeyken duyarsa duyar o sözleri; öldükten sonra nerde duyacak… Biz uyurken, birisi: “Rabb’in kim? Nebî’n kim?” dese duyar mıyız? Hâlbuki uyuyan bir insanda yine de hayat vardır; ölüde o da yok. Sual – O halde kabirleri niçin ziyaret ediyorlar? – Bunlar hep rumûzdur. “Siz darda kaldığınız zaman ölülerinizi ziyâret edin” deniliyor. Üçyüz, beşyüz senelik bir kabirde ölü bulunur mu? (Bu dünyada “ölmeden evvel ölenler” var; onlar aranızda geziyor; onları ziyaret edin!) demek istiyorlar. Arefe günleri mezarları ziyaret ediyoruz. “Arefe günü” “Bilgi günü” demektir. Yani, yukarıdaki sözle “Hakîkat Sırrı”nı bilen insanları ziyaret etmek icabettiğini anlatmak istiyorlar. Sual- Peki, nedir bu rumûz? Niçin açık açık söylememişler? Emre – Açık açık söyleyenleri ne yapmışlar baksana… Kimini asmışlar, kimini kesmişler, kiminin derisini yüzmüşler.

KESRET ALEMİ,ÇALIŞMAK,PARAKAZANMAK,

. Bu âlem “kesret âlemi”dir. Kesret âlemine karışmak, çalışıp para kazanmak da lâzımdır. Bu da bir ilâhî kanundur. Bir meslek veya sanat sahibinin, işini yapması, ilâhî tahsiline mâni değildir; bilâkis çalışmaması mânidir. Mesleğimizde ve işimizde elbette çalışacağız. Meselâ bakkal veya esnafsak, birçok kimselerin, yani müşterilerin hakkı eşyalar bizim raflarımızda, dükkânlarımızda bekleyip durmaktadır. Gelip istedikleri zaman hakları olan o eşyaları onlara tevzî etmeğe, vermeye memur edilmişizdir. Yani Allah evlâtlarına, haklarını tevzî etme memuru olarak tâyin etmiştir. Nasıl çalışmayız… Hele çalışma da gör. Çalışıp para kazanmazsak kendimizden, ne kendimizin istifâdesi olur, ne de hemcinsimizin. Para bu kesret âleminin tılsımıdır. Para öyle bir tuzak öyle bir dalaveredir ki, onla yerince can, din düşmanlarımız olan bir milletten top, tüfek satın alır, icabında onun silâhını ona karşı kullanırız. Hayat ve sağlığımızı koruyan ilâcı belki de can düşmanımız olan milletten alıyoruzdur. Para her şeyi unutturuyor. Paraya, benim! diyoruz. Haydi zaptet, harcama bakalım seninse? Hayat, onun süratle değişmesinin, devretmesinin bir neticesidir. Paranın başlangıcı, ilki altındır. Fakat maden olarak ne işe yarar? Bıçak yapsak, ekmek keser mi? Kazma yapsak, toprağı kazar mı? Son zamanlarda diş yapmağa başladılar. Kıymeti, azlığındandır. Erbâbı her şeyden altın çıkarabilir ama onun için o kadar çok emek ve para sarf etmek lâzımdır ki çıkacak altın ile sarf edilen emek ve para arasındaki fark, altın çıkaracak adama ancak ekmek parası temin eder. Birçok madenler yanar, fakat altın yanmaz. İçine başka maden karışırsa, başlıyor sertleşmeye ve asabiyyete. İsyan eden altın değil, içindeki yabancı maddelerdir. Saflaşınca boyun eğiyor. İnsanlarda da “akıl” denilen bir altın madeni vardır; tasfiye ettin mi öyle bir hâle düşersin ki… Tasfiye etmezsen hariçten gelen kötü huyların akîdeleri aklımızın altınını bozar.

ALLAH'IN ZAT'I DÜŞÜNÜLMEZ

Sual – Allah’ın zâtını düşünmek yasak, diyorlar. Allah’ın zâtını düşünürseniz zındıklığa saparsınız diyorlar. – Peki, Allah “Ben sizi, beni bilesiniz diye yarattım!” diyor ya? “Beni bilin!” diyor, düşünmek nerde kaldı… Hz. Muhammed Allah’ı bilmedi mi? Ona kim zındık diyebilir? Biz de onun ümmetiyiz; onun arkasından gidiyoruz. Amma şunu da unutmamalı ki, kendi kendini ancak yine Allah bilir, Allah görür; öyleyse bizim, aradan çıkmamız lâzım. Sual – Eğer her şey Allah’tansa, fenalıklar kimden? Hırsıza hırsızlığı yaptıran ve onun fiilinden mesul olan Allah mı? – Hayır, bu hırsızlıklar, fenalıklar bize ait, çünkü Allah yasak ediyor. Allah’ta fânî olan insanın yaptıkları ve söyledikleri Allah’tandır. Çünkü o insan söz söylerken veya bir şey yaparken Allah’ta yok olmuştur; ne yaptığından, ne de söylediğinden haberi vardır. Hırsız, hırsızlık yaparken Allah’ta fânî midir? O adam bu sözlerden anlar mı? Anlasa yapar mı o hırsızlığı? Allah’ta fânî olanlar, tefekkür ede ede bir zevke düşüyorlar. Gözüne çöp batmış bir insan zevke düşebilir mi? Hırsızın da ahlâkının gözüne çöp batmış; ona bu meseleyi anlatabilir misin? Bu kötü hâller birer sıfattır. Biz sıfatla değil, “Zât” ile meşgulüz. Güneş cama vurur, camdaki güneş, sıfattır. Güneş leşe vurdu diye leş güneş olur mu? Bununla beraber hiçbir şeyi hor görmeyiz. Elimizi değdirmeğe bile ikrâh ettiğimiz azâlarımız vardır. Bu azâmız olmasa yaşayabilir miyiz? Fakat biz o muyuz? Bunun gibi o insanlar da bizim vücudumuzun birer parçasıdır. O bizimle meşgul mü ki biz onunla uğraşıyoruz? Hakîkati, yukarı çıkan görür. Aşkı olan, diri; aşkı olmayan, bir gölgedir. Aşka da mücadele ile varılır. Mücadele doğruluk ve Kur’ân’ın ahkâmına riayettir. Nemize lâzım şu, bu… Bütün insanlar ve mahlûkat sizin nazarınızdan çıkan varlıklardır. Siz varsanız onlar var; öyleyse biz kendimizi kurtarmaya çalışalım.

KAMİL İNSANLARIN GÖNLÜ

Aynanın içinde her şey olduğu gibi, sizin içinizde de her şey vardır. İş, aradığımızı içimizden bulup çıkarmada. Kâmil insanların gönlü aynaya benzer. İnsanların ve bütün varlıkların “var oluş”ları, o aynanın önünde durdukları müddetçedir. Aynanın rengi yoktur. Onun rengi, karşısında duranların rengidir. Varlık bir tanedir; onu renkli ve çok gören biziz. Hakîkatin meydana çıkması bizim bir idrâkimize bakıyor. Fakat nasıl anlamalı bu işi… Zaman istiyor, tefekkür istiyor. Kolay olsa, kıymeti olmaz. İnsan doysa, öldü demektir. Hazım vazifesi biterse, vücut ölür. Mânevî hazmın, mânevî lezzetin sonu yoktur; onun için vazgeçilmiyor. Her lezzet fânî, bu bâkî.