30 Temmuz 2020 Perşembe

İBNİ ARABİ HUSUSUNDAKİ FETVASI

Şeyhülislam Kemal paşazade İbni Arabi hazretleri ile alakalı şu fetvası meşhurdur:
"Onu inkar eden hata etmiş, (bunda) ısrar ederse sapıtmış olur.Eserlerindeki meselelerin bir kısmı lafzen ve manen malum, Kuran ve sünnete muvafıktır.Bir kısmı ise yalnız keşf ve batın ehline aşikar , zahirde kalanların anlayışına ise gizlidir.
Rüyasında Resulullah (sav) 'i görmüştü.Elinde Mesneviyi tutarak :"Bir çok manevi kitaplar tasnif edildi.Fakat bunların içinde Mesnevi gibi bir kitap yazılmadı"buyurdular

ŞEYH'İM DİYENE GEREKEN VASIFLAR

Şeyhim diye ortaya çıkan bir kimsede şu dört vasfın bulunması şarttır:
1.Müridinin dini ve dünyevi şüphelerini giderecek kadar alim olması,
2.Dünyaya meyil ve muhabbetten uzak durup heva ve heveslerin esiri olmaması,
3.Diğer insanların ve müridlerin ellerinde bulunan imkana tamah etmeyip müstağni olması.
4.Bütün fiil ve sözlerinin şerata muvafık bulunması.
Bu vasıflar bir kimsede bulunmuyorsa o kimse şeyh değil , müteşeyyihtir, yani şeyh müsveddesidir.

CİNLERE FETVA VERMEK

Müftis sakaleyn tabir edilen bazı din alimleri vardır ki bu zatlar hem insanlara  hemde cinlere fetva verir imişler.Şeyşhülislam Kemal Paşazade (1468/1534) bu zatlardan birisidir.Bu zatı diğer ilim erbabından üstün kılan şey , ilmini irfan haline getirip kalp alemini velayet derecesine ulaştırmasıdır.
Hikemi şiirleri vardır:
Kısmetindir gezdiren yer yer seni,
Arşa çıksan akıbet yer, yer seni !
Şah İsmail'in İslamın bağrına saplanmış bir hançer olduğunu görüp Yavuz Sultan Selim'i İran seferine ikna etti.

OSMANLI'DA FETVA MAKAMI

Osmanlı 'da fetva makamı , siyasi otoriteyi de yönlendiren dini bir otoritedir.Padişahın "Halife" sıfatının vekili olan Şeyhülislam , "sultan" sıfatının vekili olan  Sadrazamın önünde yer alır.Şeyhülislamlar, aynen Padişah gibi kaydı hayat şartıyla (ölünceye kadar)tayin olunmuşlardır.Beğenilmediği bir fetva vermekten azledilmiş bir şeyhülislam yoktur.Aşırı yaşlılık yahut sıhhi hastalık hali azledilme nedenidir.
Osmanlı da kanunlar, onları tatbik edecek kimselerin iradelerinin mahsulü değildir.Kuran ve sünnet, içtihat ve kıyas gibi unsurlarda hukukçular hür olmayıp ilahi kanunların mantığı ve gayesi ile bağlıdırlar.

PANDEMİ SEÇİM ERTELETEBİLİR Mİ?

Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak sözü hatırımızdadır.Abd başkanı, pandemi nedeniyle Kasım ayındaki seçimlerin ertelenmesi teklifinde bulundu.Halbuki ABD 'de seçime katılmama oranı oldukça yüksek.Buna rağmen Pandemi'ye sığınmakta.Bu sonuçlar konusunda endişesini göstermektedir.Aynı endişe ülkemizdeseçim ertelettirebilir mi?mümkündür.Sokağa çıkmama en ciddi yaptırım dı?Okulların tatili, seyircisiz maç oynatma,Liğden düşmenin iptali.Tüm bu idari kararlar Yargıya taşınamamakta.Karar verildiği anda uygulama başlıyor.Bu nedenle siyasette de seçimle alakalı belirsiz zamana uzatma olursa şaşmamalı."Sağlık" dendi mi tartışma yahut aksini ispat mümkün değil.

AMENTÜ GEMİSİ NASIL YÜRÜDÜ


NASIL BİRLİK OLUNACAK?

Bu ülkede kendisine Müslüman denilen,Allah'a inanan milyonlar nasıl birlik olacak?Bugün siyasetin parçaladığı bu topluluğun bir ve beraber olmasını temin edecekışık da gözükmemekte.Bir peygamberin varlığı nasıl ki gönderildiği kavim için bir imtihan ise,Hak Teala'nın vazifelisi geldiğinde , o zatın varlığı bir imtihan olacak, kabul edenler kazanacak, reddedenler ise kaybedecektir.Belki tüm ünvanlar kaldırılacak,ilim ve otorite sahibiyim denilenler bitecek,Evliyayı kabul etmek , kabullenmek ve ona tabi olmak kafi sayılacak.O zat asla kandırılamayacak ve ruhlarda tasarruf sahibi olacak.İstidadı olan insanlara isabet edecek bir nazarı taşı altına çevirecek.Hz.Ömer efendimizin İslam'a girişi gibi bir doğuş yaşanma devri olacak.

HALİDİ BAĞDADİ HAZRETLERİNİN KERAMETİ

Şam'da bulunduğu sırada Taun hastalığı vardı.Şehirden çıkmadı.Oğulları Bahaüddin ve Abdurrahman taun'dan vefat etti.Taziye için gelen misafirler gittikten sonra Şeyh İsmail Efendi'ye:"Bugün yanımda kalınız" buyurdu.
Sonra da:
"İnsanların Mevlana Halid keramet ızhar ediyor demelerinden korkmasaydım,bugün ahbabu yaranımla vedalaşırdım.Öyle zannediyorum ki cuma gecesi büyük yolculuğa çıkıyorum"
O esnada kendisine getirilen yemeğe bakarak:"Bu ve bundan başka yemeklerden yemeyeceğimSiz hiç, ölümü isteyen, hem de yemek yiyen birini gördünüz mü?" buyurdu
Bu esnada talebelerinden İbni Abidin hazretleri içeri girdi ve :"Efendim! Dün gece rüyamda Hazret-i Osman7ın vefat etmiş olduğunu gördüm.Çok büyük bir kalabalık toplandı.Cenaze namazını da ben kıldırdım.dedi.
Mevlana Halid hazretleri de ona hitaben:
"Ey İbni Abidin! Bu fakir, Hazret-i Osman'ın evladındandır.Bilesin ki vefat edeceğim ve sen de kalabalık bir cemaat ile cenaze namazımı kıldıracaksın.

"AH YAZIK" MEVLAHA HALİD BAĞDADİ HAZRETLERİ

Ömrüm boş şeylerle geçti ; ah yazık!
Zaman bir kuş gibi uçtu ; ah yazık
Ben nereye tutup bina kurmuşsam,
Bir el gelip toprak saçtı; ah yazık!


Hakk affeder deyip gafletle gezdim
Kahrını unutup pek fazla azdım
Hayrı terk ettim de hep günah yazdım
Dediler;kervanın göçtü ; ah yazık


Mal-mülk, makam için hayli uğraştım
Cenneti bırakıp nara bulaştım
Eyvah , Hak yolundan , ben nasıl şaştım
Kevserimi dünya içti;ah yazık!


Yarın hesap için denecek haydi!
Ah nasıl kurtulur bu Halid şimdi?
İşte mahşer, işte bir melek geldi,
Amel defterimi açtı; ah yazık!

ŞERİAT/TARİKAT AYRIMLARI

Aslında bu ayrım ve ayrılık değildir.Kemalat tarifleridir.İslami hükümlerin herkese ait olanların ıstılahi adı "şeriat" olup zahirle uğraşır ve muhatabın zahir ahvalini düzeltmeye çalışır.Fiillerimize yön veren ekseriye akıl ve idrakten ziyade hislerimiz olduğundan , aklın şeri ölçülerle terbiye ve kontrolü kadar hislerinde islamın özüyle yoğrulması şarttır.Akli faaliyetler kadar kalbi faaliyetlerinde düzenlenmesi gerekir.İşte Tarikat, şeriata ram olmuş bir akılla  zahirini düzeltebilmiş olanların " mükemmel bir mümin" olabilmek için hislerininde terbiye edilip yönlendirilmesi ihtiyacının eseridir.Şeriat zahiri, tarikat batıni düzeltme vasıtasıdır.Dolayısıyla "Şeriatsız tarikat olmaz" sözü bu yolun kamil erbabının sözüdür.

PEYGAMBERİN BU ALEMDE VAZİFESİ

Resulullah efendimizin bu dünyada ifa ettiği vazifelerin başlıcası:
a. Allah'ın ayetlerini okumak,Kitabı ve hikmeti öğretmek,yani Hak teala'dan aldığı vahiyleri şerh ve izah etmek; gerektiğinde içtihadda bulunmak.
b.Allah'ın emir ve nehiylerini icra etmek ve ettirmek.
c.Kalpleri tasfiye ve nefisleri tezkiye etmek, bu vesileyle ruhlarda tasarrufda bulunmak.
Bir de bunlara ilaveten Cenabı Peygamberin hususi bir vazifesi  daha var ki, bu da Cenab-ı Hakk'dan ahkam tebellüğ etmektir.
İslam alimleri ^"Allah'dan ahkam tebellüğ" etmek vazifesi dışındaki bu üç vazifeyi de onun haleflerinde bir meşruluk şartı olarak görürler.
Bu üç vazifeyi yapabilmek için sohbeti Resulullah'da bulunmak gerektiğinden hulefai raşidin hazretleri nin hilafetine ,"hilafeti Kamile" adı verilmiştir.Bu üç vazifeyi kendisinde cem edemeyenlerin hilafeti ise "hilafeti suriyye" yani Şekli hilafet adını vermişlerdir.
İlk dört halifeden sonra bu üç vazifenin bir kimsede toplanamayacağı fikrinden hareketle içtihadın zahir ulemasına, icraın devlet reisine , nefisleri tezkiye ve ruhlardaki tasarrufun ise meşayiha tevdi edildiği şeklinde bir tasnifde yapılmaktadır.
Bu tasnif sebebiyle Osmanlı, şeriat işlerini yürütmeyi Şeyhülislam'a, İcraını padişaha, manevi terbiyeyi de mürşidi kamillere vermiştir.Hazreti Peygamberin yaptığı vazifeleri üçlü saç ayağına oturtarak ulvi bir tevhid ile i'layı kelimetullah yolunda muazzam bir hizmet yürütmüşlerdir.

TASAVVUFUN KAZANDIRMAK İSTEDİKLERİ

Tebük seferi gibi en büyük ve en meşakkatli bir gazveden dönülürken Hazreti peygamber (sav) "Şimdi küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz" tarzındaki hikmet de , nefisle uğraşmanın hem güçlüğünü ve ehemmiyetini, hem deonun zaruretini ifade etmektedir.Tasavvufda salike kazandırılmak istenen de , fani dünyaya karşı tavır, nefse galebe ve kalbin masivadan korunmasıdır.

29 Temmuz 2020 Çarşamba

KALEM EHLİ VELİLER

İsmail Hakkı bursevi hazretleri şöyle buyurur:"Veliler arasında kalem ehli olanlar, peygamberler arasında "rasul" olanlar gibidir.Hazreti Hüdai de yazmış olduğu eserleriyle bu rütbeyi haiz olarak şeyhi Üftade hazretlerine bir ayna vazifesi görmüştür.

VARLIK AZABI

Aziz Mahmud Hüdai hazretleri tasavvuf yoluna girdikten sonra:
İlahi çün halas ettin müderrislik kazasından
Visalin lütfedip kurtar bizi varlık azabından
buyurmuştur.

DENİZCİLERİN KUTSALLARI

Osmanlı Devletinin son günlerine kadar Boğaz'da deniz seferi yapan kaptanlar; yolcularını, Üsküdar'dan geçerken Aziz Mahmud Hüdai hazretlerinin dergahına, Beşiktaş önünden geçerken Yahya efendi dergahına, Beykoz'dan geçerken de Hazret-i Yuşa (a.s) tarafına doğru tevcih ederek "Fatiha"ya davet ederlerdi.

MANEVİYAT SULTANLARININ ZAHİR PADİŞAHLARI İKAZ ÖRNEKLERİ

Osmanlı'da maneviyat sultanları zaman zaman padişahlara mektuplar gönderip nasihatta bulunmuşlardır.Padişahlar bu nasihatlara uymuşlardır.Bu yolun örneklerindendir:
Aziz Mahmut Hüdai hazretleri muhtelif zamanlarda devrin padişahlarına gönderdiği mektuplardandır:
"Sultanım! Şeriat gemisine binip takva yelkenlerini açarak hakikat denizinde Hakk7a muhabbet rüzfarıyla itidal ve istikamet üzre yol al! Zahirin ve batının şartlarını , yani şeriat ahkamı ile tarikat ve hakikat esaslarını tam olarak yerine getir.Adalet dedikleri işte budur"
"Sultanım ! Allah'ın kulları sizden şefkat ve merhamet bekler.Eğer halka şefkat ve merhametle muamelede bulunmazsanız ihanet etmiş olursunuz.Bu durumda onlar , kırık gönüllerle nefret içerisinde sizden yüz çevirirler.Yapageldikleri hayır-duayı da keserler"
Aziz Mahmud Hüdai hazretleri ,Ferhad Paşa ile Tebriz seferine katılmış ve orduya manevi kumandanlık yapmıştır.

OSMANLI'DA MANEVİ İRŞADIN RESMİLEŞTİRİLMESİ

Osmanlı sultanları, devletin kuruluşundan yıkılışına kadar maaşlı askerlerine her cuma selamlığına gidip gelirken
"Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var" diye bağırtarak kendilerine haricen yapılan manevi irşad ikazı resmileştirmek yoluna gitmişlerdir.
Tıpkı Hazreti Ömer (ra) hazretlerinin bir kimseye belli bir ücret mukabili devamlı bir surette :
"Ya Ömer ! Unutma, ölüm var" diye söyletmesi gibi

RUMLARIN YEMİNİ YAHUT PATRAS HADİSESİ

Patras,yunanistan7ın güneyidir.Patras hadisesi on bin Müslümanın bir gece baskınıyla hunharca katledilmesidir.Buna sebeb olan patrik , bugünkü patrikhanenin orta kapısında idam edilmiştir.Rumlar, aynı seviyede bir Müslüman din adamının aynı yerde asmaya muvaffak olmadıkça, bu kapıyı açmamaya yemin etmişlerdir.O günden beri Heybeli  adadaki Papaz Rum Mektebini bitirenler, diplomalarını patrikhanenin bu "orta kapı" denilen  ve bilahere "intikam kapısı" adıyla yad edilen kapısı önünde alırlar  ve burada yemin ederek papaz olurlar.

PROF.DR. SAMİ ZAN

PROF. DR. SAMİ ZAN (1921-1984)
İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde "Sami Zan" adında müthiş bir Anatomi hocası var imiş... Hocaların hocasıdır. Derslerindeki özlü sözleri dinlemek için her bölümden öğrenci gelir ve sınıfı hınca hınç doldurur imiş.
• Meyvası çamura düşüyor diye ağaca lanet edilmez!
• Hekim hastasını genellikle teselli eder, nadiren de tedavi.
• Üniversiteye girip te çıkamayanlara profesör denir.
• Okumak sanatı esasları hatırlamak, ayrıntıları unutmaktır.
• Bence en acınacak insan, görevinde ücretten başka bir şey alamayandır.
• Hayat = Çalışma x Doğruluk x Bilgi x Beceri x Şans
Eğer; şansın sıfırsa, sonuç ta koca bir SIFIR olur.
• Hayatta bütün engeller üzerinden geçilmek için yapılmıştır, önünde durulmak için değil!
• Yükselmek için kendi ayaklarınızı kullanınız, başkalarının sırtı ve ellerini değil.
• İyilik belki unutulur ama ölmez. Kötülük ölür ama unutulmaz.
• Göz medeniyetler yapar fakat medeniyetler bir göz yapamaz.
• Sevmek oturup birbirine bakmak değil, belki beraberce aynı yöne bakmaktır.
• Söndüremeyeceğin ateşi yakmayacaksın.
• Herkesin ter kokusu ayrıdır, parmak izi gibi.
• Yolun ilerisini göremiyorsanız dönemece gelmişsiniz demektir.
• Kader size bir limon verdiyse, ondan limonata yapacaksınız.
• Mutluluk; insanın sevdiği işi yapması değil, yaptığı işi sevmesidir.
• İbret al, ibret olma.
• Zaman paraya benzer, lüzumsuz sarf edilmedikçe yeter.
• Elzem lazımdan önce gelir.
• Felakete sabredememek, asıl büyük bir felakettir.
• Geleceğinle ilgili en büyük kahin, geçmişindir.
•Aşağıda olan düşmekten korkmaz. Fazla ilişme.
• Hiçbir zaman çıktığın kapıyı hızlı kapatma, geri dönmek isteyebilirsin.
• Kapıyı kilit, kadını yiğit tutar.
• Dört şeye güvenme; kış havasına, düşman sevgisine, amir iltifatına, kadın sadakatine.
•Dünyada değeri en zor anlaşılan şey doğru sözdür.
• Gerçek kalp her şeyi affeder.
• Büyük mutluluklar acı çekmeden elde edilmez.
• Tehlike geliyorum, namus gidiyorum demez.
• Hayatta nasihatçi olarak ölüm yeter.
• Para iyi bir uşak, kötü bir efendidir.

BİRLİK ÜZERİNE-AŞIK PAŞA


Mevlânâ'n‎ın Mesnevî'sinden etkilenen ‏şairlerimizden bir diğeri de Aşık Paşa'dır. İşte size Aşık Paş‏a'n‎ın birlik dükkân‎ından (Garîbnâme) birlik beraberliğin önemine dair bir kı‎ssa:
Eskiden yedi iklim dört köşeye hâkim bir devlet adamı‎ varmış‎‏. Yı‎llarca saltanat sürdükten sonra bakar ki vakit saat yakla‏‎şıyor. Oğullarını çağırarak her birinin birer ok al‎ıp gelmelerini söyler. Birer ok ile huzuruna gelen oğulları‎na önce herkesin ayrı‎ ayr‎ı ellerindeki okları‎ k‎ırmalar‎ını‎ ister. Oğullar okları‎ kolayca kı‎rarlar. Tekrar birer ok daha getirmelerini söyler. Getirilen okları‎ bir iple birbirine s‎ık‎ıca bağlayan baba, ‏şimdi k‎ır‎ın bakal‎ım bu okları‎ der. Oğullar denerler fakat ne kadar güç sarf ettiyseler de kı‎ramazlar. Bunun üzerine babalar‎:
"Pes bilin yalnı‎z ki‏şi güçsüz olur/Birikenler devleti uçsuz olur" diyerek anlat‎ılan kı‎ssadan çı‎kar‎lması‎ gereken hisseyi özetler.
 Sürüden ayr‎ılan koyunu kurt kapar., Bir elin nesi var, iki elin sesi var., Birlik dirliktir., Bir el bir eli, iki el yüzü y‎ıkar., Nerede birlik orada dirlik., Yaln‎ız ta‏ş duvar olmaz vb. nice atasözümüz yukar‎ıda birkaçı‎na i‏şaret etmeye çal‎‏ışt‎ً‎ığım‎ız ataları‎m‎ızdan ve onlar‎ın eserlerinden bizlere süzülüp gelen her devirde geçerli tarihî hakikatlerdir. Baş‏ta Mevlânâ, Yunus,  Gül‏eheri, Aşık Paşa gibi bize birlik ve beraberlik yolunu açan büyük ‏şahsiyetlerin söylediklerinden ders alarak hassas bir dönemden geçtiğimiz ‏şu günlerde birliğimizi, dirliğimizi korumakta daha duyarlı‎ olal‎ım

MANTKUT- TAYR-(Kuşların konuşması)GÜLŞEHRİ

 Mevlânâ'dan feyiz ald‎ً‎ığının açı‎kça ifade eden ‏şairlerimizden biri de Gül‏şehrî'dir. O, "Mant‎ku't-tayr" adl‎ı eserinde "birlik"e nası‎l ulaşı‏‎lı‎r? sorusunun cevabı‎nı‎ vermektedir.
Bilindiği üzere,"Mant‎ku't-tayr" alegorik bir eserdir. "Birlik"e ula‏şmak için kuş‏lar -siz bu kuş‏lar‎ı insanlar olarak görebilirsiniz- yola ç‎karlar. Fakat yol çileli ve zordur. Bu sebepledir ki kuş‏ları‎n çoğu yolda peyderpey dökülürler. Kimisi yeryüzünün güzelliklerine aldan‎ır, kimisi zevkusefa tuzağına dü‏şer, kimisi mal-mülk kazanma yoluna sapar, sonuçta birliğe çok az kuş‏/insan ula‏şabilir.
 "Mant‎ku't-tayr"da anlat‎ılanlar tasavvufî anlamda bir "vahdet fikri"dir diyebilirsiniz. Doğru, ama öyle olsa bile tasavvufu sosyal hayattan ayı‎ramayı‎z. Gül‏şehrî'nin verdiği örnekler hep etraf‎m‎ızdan yani toplumdan alı‎nm‎‏ışt‎ır. Ve bugün de çevremizde aynı‎ ‏şeyleri görebiliyoruz. Yani belli bir gaye için, yüce bir ideal uğruna yola ç‎ık‎ıp sonra da masaya, kasaya, nisâya yahut şö‏ِhrete, ‏şehvete, servete sapan nice insanlar var çevremizde…

28 Temmuz 2020 Salı

ÇANAKKALE SAVAŞINDA İLAHİ YARDIMLAR

İngiliz Kraliyet Norfolk Alayı'nın bir bölümü  karadan içeriye doğru ilerlemekte idi. Alay Azmak deresini geçmiş, Kayacık Ağılı mevkiinden Damakçı bayırına doğru yavaş yavaş yürüyordu. Karşılarında küçük bir tepe ve üzerinde garip, soluk renkli bir bulut durmakta idi. Alay tepeye doğru ilerledi ve bulutun içinde kayboldu.
Şahit olanların imzalarıyla İngiliz kaynaklarında yer alan bu hadise, düşman birlikleri arasında dehşet uyandırdı. Zira tepenin üzerindeki bulut, 267 kişilik İngiliz askerlerinin son neferini alıncaya kadar beklemiş, sonra yükünü almış gibi havalanmıştı.Yine o esnada ortaya çıkan yedi-sekiz kadar bulutla birleşerek kuzeye, yani Trakya istikametine doğru uçup gitmiştir.
Bugün hala o İngiliz askerlerinin akıbetlerinin ne olduğu bilinmemektedir. Ne esir, ne ölüm kayıtları , iki tarafta da mevcut değildir.

ÇANAKKALE SAVAŞINDA İLAHİ YARDIMLAR

Çanakkale savaşındaki te'yid-i ilahi(İlahi yardımlar) 'dan birisini müstahkem mevki kumandanı Cevat paşa anlatmıştır:"Boğaz'a çöreklenen düşman donanmalarının bombardımanlarına karşı melül ve mahzun bir şekilde aşırı yorgunluktan dolayı hafif bir uykuya dalmışım. Rüyasında gizliden bir ses işitti:
"Ey Cevat ! Sizler Allah Teala'nın yüce kelamına hürmet ve tazim edersiniz. Bunun için sizi Cenab-ı Hakk'ın yardımı ile müjdeliyorum. Şu denizin üzerine bir bakıver!"
Cevat paşa, denizin üzerine baktığında , bir nur cümbüşü arasında "kef" ve "vav" harflerini gördü.Ardından uyandı.
Ertesi gün Cevat paşa bir mezarın başında fatiha okurken rüyasındaki sesi tekrar işitti:"Ey Cevat, Depolardaki yirmi altı mayını denize döşe"
Heyecana kapıldı, Manevi bir muamma ile karşı karşıya idi.Bunu nasıl çözeceğini düşünürken , az ilerde kendisini süzen nur yüzlü bir zata rastladı.O zat, Paşa'ya yaklaştı ve bir derdi olup olmadığını sordu.Paşa, olup biteni anlattı.O Allah dostu, Paşa'nın anlattığı muammayı deruni bir vukufiyetle açıkladı:
"Evladım deniz üzerinde gördüğün nur , zaferimize alamettir.Kafirlerin bu topraklara sahip olamayacağını gösterir."Kef" ve "vav" harfleri ise "ebced" hesabına göre yirmi altı eder. O halde deponuzdaki 26 mayını döşeyin, zaferin en büyük hamlelerinden biri olacaktır".
Bu sözlerden sonra o nurlu zat kaybolur.
Meseleyi idrak etmiş olan Cevat paşa mezkur mayınların döşenmesi için emir verir.Nusret mayın gemisi  ile döşenen mayınlar, Yüzbaşı Hakkı beyin kumandasında vazifesini mükemmel bir şekilde yerine getirdi.O sabah yüzbaşı Hakkı bey bir kalp krizi geçirerek şehid oldu.
Ertesi gün düşman zırhlıları boğaza girdiklerinde, gece döşenmiş mayınlar ,vazifelerini ifa etmeye başladı.Düşman donanmasının mühim zırhlıları boğazın sularına gömüldü.
Ayeti kerime tecelli etmişti: Siz Allah'ın dinine yardım ederseniz, Allah da size yardım eder"Muhammed suresi ayet 7)

OSMANLININ YIKILIŞI/KADER SIRRI

Sultan Abdülaziz, Sultan Abdülhamit ve Sultan Vahdettin gibi dini mübine hassas,liyakatlı ve manevi tarafları yüksek şahsiyetlere rağmen devletin batma nedenleri için "KÜLLİ ŞEYİN FAN"her şey yok olacaktır kaidesiyle izah etmek en sağlıklısıdır.Zira 33 sene santim toprak kaybetmeksizin Devleti idare eden Cennet mekan Abdülhamit Han, kader sırrına muttali olduğu için ilahi takdire boyun eğmiş ve hal fetvasına uymuştur.Devleti saran ehliyetsiz, liyakatsız ve satılmış idarecilerin vakti zamanı olduğundan sonuç mukadder olmuştur.Ancak, toprağa düşen her tohum,Hakk7ın müsaade edeceği bir zamanda yeniden çatlayıp toprak üstüne çıkacak ve belki eskisinden daha muhteşem bir devir yaşanarak hakiki müminler yeryüzünün varisi kılınacaktır.Böyle düşünerek rahatlamamız mümkündür.Yoksa geçmişte ihanet edenlere, vatanı satanlara,hırsızlara ve şerefsizlere küfretmekle, gıybetini yapmakla bugün İslam davasına hizmet etmiş olmayız.Sırrı kader gereği batanlar değil, sırrı kader gereği yeniden doğanlara layık olma çabası ve gayreti içinde olmalıyız.

OSMANLIYI YAĞMALAYANLAR

Osmanlı'yı yağmalayanların en zirvesi İttihat ve Terakki cemiyeti mensuplarıdır.Sultan Abdülaziz'i hal edenlerin saraydaki yağmalarıyla kıyas olunduğunda azdır.Abdülhamit'i hal eden cemiyet mensuplarının listesi, hareket ordusunun kumandanı Mahmut Şevket Paşa'dan tutunda en küçük zabite kadar büyük bir yekün teşkil etmiş, fakat o buhranlı zamanda bu hıyanetin hesabını sormak-maalesef- mümkün olmamıştır.
Yüz yıl sonra bu yöntem farklı bir şekilde tecelli ettirilmektedir.Borçlanmak suretiyle,Devlet garantili teşebbüsler suretiyle,imar rantları vasıtasıyla

KIYMET BİLMEYENLERİN NEDAMETİ

Filozof Rıza Tevfik,Sultan Abdülhamit'e karşı en çirkin ve şiddetli muhalefeti gösterenlerdendir.Bu tür zevatın çoğunluğu 10 Şubat 1918 tarihinde yetmişyedi yaşında vefat ettiğinde Bütün İstanbul halkının görülmemiş bir kalabalıkla divanyolundaki türbesine defni akabinde hep pişmanlıklarını dile getirmişlerdir.Rıza Tevfik'in "İkinci Abdülhamid'in ruhaniyetinden istimdad" isimli şu şiiri pek meşhurdur:
"Nerdesin şevketli Abdülhamit Han?
Feryadım varır mı barigahına?
Tarihler adını andığı zaman;
Sana hak verecek ey koca sultan!
Bizdik utanmadan iftira atan
Asrın en siyasi Padişah'ına!
Padişah hem zalim hem deli dedik;
İhtilale kıyam etmeli dedik;
Şeytan ne dediyse biz "beli" dedik;
Çalıştık fitnenin intibahına..
Divane sen değil meğer bizmişiz;
Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz;
Sade deli değil , edepsizmişiz;
Tükürdük atalar kıblegahına!.

DUAMIZ

Ya Rabbi! Sultan Abdülhamit Han gibi nice dâhileri, yiğitleri ve ferağat-ı nefs sahibi has kulları yetiştirip Sen'in yolunda feda eden ümmet-i muhammed'i ehli nifaka ve ehli küfre karşı mansur ve muzaffer eyle! Verdiğin yüce mesuliyetin ağırlığını taşıyacak güç ve kuvvet bahşet! Amin

NAZIM HİKMETİN DEDELERİ

Mustafa Reşit Paşa, İngiltere'de elçi iken,elçiliğin ayak işlerini yürüten bir Polonya yahudisini İstanbul'a beraberinde getirmiş ve himaye etmişti. Bu şahsın oğlu Mehmet Ali Paşa isimli bir haindi. 93 harbi denilen Osmanlı -Rus savaşında Mehmet Ali Paşa kumandan tayin edilmiş ve Osmanlıyı derinden etkileyen sonuç ortaya çıkmıştı. Nazım Hikmet ve Mehmet Ali Aybar'ın dedesi bu hain olan Mehmet Ali Paşa idi.
Osmanlı'nın çöküş devrinde bu şekildeki dönmeler devlet kademelerine sahip olmuşlardı.

27 Temmuz 2020 Pazartesi

BUGÜNÜN SÜPER GÜÇLERİ VE OSMANLI

Osmanlı gittiği her yere "hizmet götürmek" ve zulmü bertaraf ederek insanlara dünya ve ahiret saadetini sunmak için gitmişken, bugünün süper güçleri, bu işi "hizmet almak" veya tabii kaynaklarını sömürmeye ilaveten insanları sırf kendi saadetleri uğrunda kullanmak  ve sadece bu istikamette bir bütünlük oluşturmak için yapmıştır.

HARAM YİYEN HARAMİ OLUR

Osmanlı ordusu "Helal Lokma" konsunda dini titizlik ve hassasiyet gösterirdi. Çünkü onlar "haram yiyen harami olur" düsturuyla hareket ederdi.
Mısır seferinde Yavuz Sultan Selim Han, ruhunu saran bir endişe üzerine askerlerinin torbalarını, geçilen yerlerden kopartılmış bir meyve var mı yok mu diye hassasiyetle kontrol ettirmiş  ve :
"Şayet askerlerimin torbalarında, geçmiş olduğumuz yerlerden alınmış tek bir şey bulunsaydı, Mısır seferinden vazgeçecektim" demesi pek meşhurdur.

EDEBALİ'NİN VASİYETİNDEN

(Osman Gazi'ye olan vasiyetindendir)
"Kişinin gücü, günün birinde tükenir, ama bilgi yaşar. Bilginin ışığı, kapalı gözlerden bile içeri sızar, aydınlığa kavuşturur.
"Hayvan ölür, semeri kalır; insan ölür eseri kalır. Gidenin değil bırakmayanın arkasından ağlamalı. Bırakanın da bıraktığı yerden devam etmeli.
"Savaşı sevmem. Kan akıtmaktan hoşlanmam.Yine de bilirim ki, kılıç kalkıp inmelidir. Fakat bu kalkıp-inmek yaşatmak için olmalıdır. Hele kişinin kişiye kılıç indirmesi bir cinayettir. Bey, memleketten öte değildir. Bir savaş, yalnızca bey için yapılmaz.
Durmaya dinlenmeye hakkımız yok.Çünkü zaman yok süre az.
Yalnızlık korkanadır. Toprağın ekim zamanını bilen çiftçi , başkasına danışmaz.Yalnız başına kalsa da. Yeter ki toprağın tavda olduğunu bilebilsin.
Sevgi davanın esası olmalıdır.Sevmek ise , sessizliktedir. Bağırarak sevilmez.Görünerek de sevilmez.
Geçmişini bilmeyen , geleceğini de bilemez.Osman! Geçmişini iyi bil ki , geleceğe sağlam basasın.Nereden geldiğini unutma ki , nereye gideceğini unutmayasın"Şeyh Edebali

İBNİ ARABİNİN OSMANLI TESPİTİ

Muhyiddin İbni Arabi hazretleri Osmanlı Devleti kurulmadan yetmiş sene önce dünyasını değiştirmişti. Ancak yetmiş sene önce Osmanlı devletinin müjdesini vermiştir. İlmi cifr ve Kur'an ayetlerinden istinbat ettiği bu bilgiyi "eş-Şecaratün Numaniyye fid Devletil Osmaniyye"(Osmanlı devletinin soy ağacı) koymuştur. Bu eserde, Osmanoğullarından birinci halifenin Yavuz Sultan Selim Han olacağı vs bir takım hadiseler de yer almıştır.

HARAMEYN MESCİDİNİN SÜPÜRGECİLERİ

Osmanlı Padişahlarının zamanın portresi olan minyatürlerinde, sarıklarının ucundaki sorgucun bir süpürge maskotu olduğunu pek az kimse bilir. Bununla Harameyni Şerifeynin süpürgecisi olduklarını telakki ederler ve Harameyn'in süpürgecilerinin maaşlarını kendi şahsi servetleri içinden verirlerdi. Bu şanlı devletin, dört yüz atlı ile ekilen çekirdeği ulu bir çınar olmuş, dalları üç kıtayı gölgesine almış altı asır izzet ve şerefle yaşamış, sonra da ardında bir çok yetim devletçik bırakmış ve tarih isimli kabristanda şanlı bir türbe şekline bürünmüştür. Bize düşen, bu şanlı türbenin layık bir türbedarı olmaktır. 

YERYÜZÜNE HAKİM OLACAKLAR

Nur suresi, 55 ayetinde bu açıklanır.
"Allah sizlerden iman edip güzel amel ve harekette bulunanlara mutlak surette vaad etti ki, kendilerinden öncekileri nasıl (kafirlerin yerine)sahip ve hakim kıldıysa, onları da (aynı şekilde)yeryüzüne sahip ve hakim kılacak, onlar için beğenip seçtiği dini (İslam'ı) kendilerine sağlamlaştıracak(payidar kılıp koruyacak)ve (geçirdikleri )korku döneminden sonra (hallerini) kesin bir eminliğe çevirecektir, çünkü onlar (bu emniyet içinde) bana kulluk ederler.."
Bu ayet her zaman tecelli edecektir. Kıyamet öncesi son zamanda olduğumuz bu vakitlerde bu lütfu beklemekteyiz.

26 Temmuz 2020 Pazar

MAKAMI AŞKA ÇIKMADAN YÜK KALKMAZ

İman-Teslimiyet- İnsan olma, naz ve niyaz makamlarından sonra makamı aşka çıkıldığında insanın üzerindeki yük kaldırılır.

KAN'IN SÜT OLMASI İÇİN ÇOCUĞUN ZUHURU ŞARTTIR

Anne karnında iken çocuğun gıdası göbeğinden beslendiği kandır. Ne zaman ki çocuk doğar, annenin kanı süt haline gelir ve çocuğu besler."Çocuğun doğmasını" Necib sultanım İdare sahasında yetkili olan bir Zat'ın ortaya çıkması şeklinde ifade buyurmuştu. Bu nedenle hep 2023 tarihi söylenmektedir. Çocuk zuhura geldiği vakit, kan, bela, musibet olan şeyler bir anda süte dönüşür. O belalar insanlarımızı temizleyerek hakikat yolunu görmelerini temin eder.
İnsanın iki defa doğması gerekir. Birincisi fiziksel annesinden, diğeri ise kendisini nefsinin esaretinden kurtarması ruhunun doğmasıdır. Kalbindeki çocuk doğmalıdır. Kalp, göğsümüzdeki pompa değildir.Bu pompa toprağa aittir. Aslolan Hakikatle şereflenmemizdeki vasıta olan ruhtur.
İnsan iki defa doğmadıkça semavatın kapısı açılmaz. Yani kalbi ilhama müsait olmaz.
Müebbet istikbal(ebedi hayat) temin edilmedikçe insan huzur ile yaşayamaz. Beşeriyet ölümden ötesini düşünmediği için birbirini yiyor.

AŞK İKİ TÜRLÜDÜR

Nefisten doğan aşka şehvet, ruhtan doğan aşka muhabbet denir. Akıl nefisten doğan galatları düzelten bir fenerdir.Akıl bizatihi hayrı şerri bilemez. Tarif edildikten sonra "kabuldür" der. İnsanın topraktan halk edilen sureti değişmez. Ancak sireti olan iç dünyasını değiştirmek kendi elindedir. Bu değişim mümkün olduğu için insana teklifat yapılmıştır. Bu değişim yolunda şeytan insana musallat olur.Şeytan nedir? Hak ve Hakikat yolundan insanı alıkoyan her şey şeytandır.
Kör'den ibret almak gerekir. Kör olan kimse, gözü açık birisinin koluna takılırsa yolu çabuk geçer.

LİYAKAT

"Emaneti ehlinden gayriye vermeyin" bir ilahi emirdir. Değil büyük bir işin başına on kişilik bir işin başına dahi bir atama yapan adam, o makama tayin edilecekler içerisinde daha ehil birisi varken, neseben, haseben, civaren yani akrabamdır, komşumdur, kuvvetli merhabam vardır,şu tavsiye etmiştir diye bir başkasını tayin ederse dilerim Allah'ımdan, yarın alemi ebedde yüzükoyun alemi nara atılsın" buyurmuştur Efendimiz SAV.
Hz. Ömer'e sormuşlar beşer sıfatınızı önünüze alırsanız sizin en hoşlandığınız hediye nedir? diye sormuşlar.Hazreti Ömer efendimiz buyurmuş:"Benim nezdimde en hoşlandığım hediye, bir dostum gelir de sen de şu hata var diye yüzüme karşı söylerse, bana getireceği en büyük hediye olarak kabul ederim.
Hazreti Ömer'i örnek aldıklarını ifade edenler! Sizin içiniz ve dışınız farklı. Siz asla eleştiriye tahammül edemiyorsunuz. Eleştiriye sabredemiyorsunuz. Eleştiriye sabır gösteremeyenler adaleti temin edemezler.

BİR İFŞAAT MI?

Ertuğrul Özkök bugünkü Hürriyet gazetesindeki köşesinde bir yazı yazdı. 1970 lı yıllarda Newyork şehrine musallat olan beş İtalyan Mafya ailesiyle alakalı olarak çekilen "dokunulmazlar" filmini ve diziyi yorumladı.(https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/ertugrul-ozkok/mafyanin-beton-kulubu-boceklerle-nasil-yikildi-41572914) Cesur bir savcının çıkarak bu beş ailenin tamamına karşı başlattığı dava sonucunda çöküşünü hikaye etti. Mafyanın asıl kazancının şehirdeki inşaatlardan alınan komisyonlardan olduğunu belirtti. Savcının, "böcek" tabir edilen dinlemelerle bu beş ailenin koordinasyonunu tespit edip toplanan delillerle süreç başlatılıp beş ailenin önce tutuklandığını çok yüksek kefaletler le serbest bırakıldıklarını ve dava sonunda jürinin sanıkları suçlu bulduklarını belirtti. Akıllara 17/25 dosyası içindeki dinlemeler,bugün Türkiye'nin ihalelerindeki kaymağı yiyen beş zengin aile hatırımıza geldi. Benze bu köşe yazısı boşuna yazılmadı?

BİR GÖNLÜ MEMNUN ETMEK:ALİ BEYİN RÜYASI

Yaşanmış bu hikayeyi Şemseddin Yeşil hazretleri anlatmıştır.İstanbulda yaşayan karısı ve bir kızı olan tüccar bir şahıs vefat eder.Kalanlar ticarethaneyi işletemezler.Yoksul bir vaziyette kalırlar.Babazamanındakızına bir kolye almıştır.Gelin olduğunda kızına takı olarak takılsın ve kendisine bir fatiha okunsun diye vasiyet eder.Yoksullaşan aile bu gerdanlığı satmak zorundadır.Kapalı çarşıya kuyumculara giderler.Kuyumcu esnağında bir adet vardır.Satılmak üzere gelen mal on kuyumca arasında açık artırmaya tabi tutulur en yüksek parayı verene satılır.Ancak buradada bir kumpas vardır.Artırmaya katılacak kuyumcular kende aralarında anlaşırlar ve on altından yukarıya çıkmazlar.Şayet bu paraya alırlarsa beş on gün sonra kendi aralarında yeniden bir atırma yaparlar en yüksek pey sürene bu takıyı satarlar ve kar aralarında pay olunur.Ali Bey isimli hali vakti yerinde birisi bu açık artırmanın bulunduğu yerden geçerken bekleyen anne kıza gözleri takılır.Artırmayı yapacak olan kuyumcuların tıynetini bildiği için kendisi de artırmaya katılır.20 altın pey sürer.Kuyumculardan birisi 25 altın deyince Ali Bey elli alytın der.Kuyumcu atmış altın deyince Ali bey 200 altın der.Artırma bitmiştir.Ali bey yanındaki adamına parayı öde ancak bu anne kızın adresini öğren der.Par ödenir anne kız ellerinde hiç ummadıkları bir para vardır.Bu para ile belki bir han satın alınabilir.iki saat sonra Ali bey, Gedikpaşa'da çıkmaz bir sokakdaki adrese gelir.Ev sahipleri, bu gerdanlığı satın alan adamı görünce şaşırırlar acaba satıştan vazgeçmek için mi geldi diye endişelenirler.Ali Bey onlara bu gerdanlığı satma hikayesini sorur.Anlatırlar.ancakkadın kocasının bu vasiyetini yerine getiremeyeceklerini üzüntü ile söyler.Ali Bey:"Beni kızınızın bir babası sayınız ben bu gerdanlığı kızınıza hediye ediyorum" der ve gerdanlığı onlara bırakarak çıkar.Ali Bey o gece bir mana görmüştür.Gerdanlığın sahibi olan kızın düğünü olmaktadır.Düğüne Peygamber (Sav) efendimiz teşrif etmiştir.Adettendir.Gelin kıza kuşak takılacaktır.Cenabı Peygamber haber gönderir:"Ali Bey gelsin"diye.Ali bey ben günahkarı bir kulum nasıl huzuruna çıkarım" diye mahcub bir şekilde emri getirenlerle huzuruna çıkar ve Alemelrin Efendisi (sav) hazretleri "Ali bey sen bir yetimin gönlünü memnun ettin.Bu nedenle gelin kıza kuşağı sen tak "der.Bu şerefe kavuşan Ali bey rüyadan uyanır. (Şemsettin Yeşil hazretleri)

25 Temmuz 2020 Cumartesi

ŞAHI MERDAN ALİ'Yİ

Çıkardılar kisvesini başından
İndirdiler Şah-ı Merdan Ali'yi
Yatırdılar teneşirin üstüne
Kondurdular Şah-ı Merdan Ali'yi

Mürekkebi zemzem ile ezdiler
Üst başına mim duasın yazdılar
Kuburunu Ak deveye kazdılar
Gönderdiler Şah-ı Merdan Ali'yi

Kasteddiler imamların soyuna
Zehirler kattılar Hasan ma'yına
Kefenini ab-ı zemzem suyuna
Batırdılar Şah-ı Merdan Ali'yi

Pir Sultan Abdal'ım hoş hava ile
Arşa direk dikti bir dua ile
Kanber'in yettiği Ak deve ile
Gönderdiler Şah-ı Merdan Ali'yi

PİR SULTAN'DAN

Men aref sırrını kardeş,bildim sanma bilemedin
Ölmeden öl şu dünyada, Öldüm sanma ölemedin

Göçmeden darı fenadan, Samanı ayır daneden
Kuş gibi iki kez anadan, Geldim sanma gelemedin

Baz bazınan kaz kazınan,Vaz vazınan vız vızınan
Beş vakti bir niyazınan Kıldım sanma kılamadın

Gerek gücen gerek kakı, Gerek dürri meknun oku
Sen bu amel ile Hakk'ı, Buldum sanma bulamadın

Mürşit bir ince elektir, Ondan elenmek gerektir
Benlik bir dipsiz külektir, doldum sanma dolamadın

Pir Sultan Abdalım pirdir,İkrarına duran erdir
Cümle sırra aklın erdir, erdim sanma eremedin

VELİLERİN SABIR İMTİHANI

Evliyaullah, Hakk'ın izniyle karşısındakinin kalbindekileri bilir. Ancak bu bilme ağır imtihandır. Çünkü karşısındaki kimsenin kötü niyetini ve kötü filini bilip o kimseye normal bir kimse gibi davranmak, sırrını ifşa etmemek o kadar kolay bir hadise değildir. Kuvvetli sabrı gerektirir. Keza Veliyyullah için insanların iltifatları ile hakaretleri aynı değerdedir. Her ikisinden de etkilenmezler. Evliya, hizmet eder. Hizmet ettiği ise Hak Teala'dır. Çünkü,Hakk'ın kullarına, mahlukatına,bitkisine ve hayvanatine hizmet etmek Yaratıcıya hizmet etmektir....

YOLDA OLMAK

"YOLDA OLMAK" Hak Teala'yı  tanıma,bilme, bulma yoludur.Bir mürşid terbiyesi altında giderken mürid merak edebilir? "Acaba durumum nedir?"Önemli olan "yolda olmaktır."Zira insan yolda olursa mesafe alır. Bu bir nasip ve istidad meselesidir. Sebze ekersin kabak , salatalık iki ayda meyve verir bir başka ağaç sekiz sonra meyveye durur. Bunun gibi Ümitsizliğe düşmeden yolda olmak gereklidir. Halimizin işareti ise, Yaratılan her şeye bakışımızdır.Yaratılan her şeye merhametimiz galip gelmeye başlamışsa, bir insanın açlığından,işsizliğinden, acziyetinden rahatsızlık duyuyor ve ona yardım etmek içimizden geliyorsa istikametimiz doğrudur. Kapı önünde durup kapının zilini çalmaya devam edelim. Hane sahibi istediği vakit kapıyı açar. O vakit bizim elimizde değildir.
Yüz tane yanlıştan bir tanesini düzelten doğru yoldadır.

MÜRİDİN MÜRŞİTLE İMTİHANI

Zahirde, bir meslek, bir sanat,bir ilim dalı nasıl ki "öğretmen" vasıtasıyla öğrenilirse, Allah Teala'yı tanıma denilen marifet ilmi de "öğretmen" vasıtasıyla öğrenilir. Bu noktada mutabakat mevcuttur. Ancak değerli şeyin sahtesi olduğu için "öğretmen" lerin hakikisi ve sahtesi hususu nazardan uzak tutulmamalıdır. Mesnevi-i Şerifte bu tehlikelere sürekli işaret edilir, sahte, müteşevviş şeyhlerden bahsedilir. Büyükler bu hususta ölçüler koyarlar. Hakikat ve sahte bugün de mevcuttur. İnanmak bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç doğru kaynaklardan temin edilirse ruh sıhhate erer, yanlış olandan beslenirse tehlike büyür. Zira,insanoğlunda inandığı ve güvendiği kişilere karşı teslimiyet ve kutsiyet atfetme zaafı vardır. Bu zaaf nedeniyle mürit, mürşidini "özel" görür. Bu hal sadece İslam dünyasına ait olmayıp diğer din ve düşünce öğretilerinde de vardır.
Sahte/Hakiki kriterinin ilk basamağı, Mürşidin parasal konulardaki tutumudur.Yahut dünyevi maddelerdeki yaşam tarzıdır. Efendimiz (sav) hazretleri gün gelmiş bir Yahudi'den borç almıştır. Eğer müminlerden kendi için bir şeyler isteseydi müminler ellerindeki her şeyi ona feda etmeye hazırdı. Devlet hazinesine hiç el uzatmamış, Hak Teala'nın belirlediği humus hakkını da fakirlere sarf etmiştir. İstese Hak teala dağları sevgili habibi için altın yapacakken O güzeller güzeli efendimiz bir gün tok bir gün aç olacak bir hayat tarzını seçmiştir. Efendimiz Sav'in yaşama tarzı, bugünün müritleri için "Mürşit" addettikleri zevat için ölçü olmalıdır ki sahte olanlar, o müridi aldatmasınlar

AYASOFYA ÖZGÜR ! BİZ ÖZGÜRMÜYÜZ?

Allah’ın Maun Süresindeki şu hitabı biz bu haldeki Müslümanlara da bir uyarı değildi:
“Gördün mü, o dini (hesap gününü) yalanlayanı! İşte o, yetimi itip kakan ve yoksulu doyurmaya teşvik etmeyendir! Yazıklar olsun –veyl olsun- o namaz kılanlara ki, namazlarını ciddiye almazlar! Onlar gösteriş yaparlar ve ufacık bir yardıma bile engel olurlar.”
Evet, hem Allah için namaz kılmak ve hem de Allah tarafından yazıklanmak!
Bir yandan kıldığımız namazın her rekâtında okuduğumuz Fatiha Süresiyle Allah’ı yegâne ilah ve yegâne kanun koyucu olarak ilan ediyoruz. Diğer yandan ise normal hayata döndüğümüzde Allah’a savaş açmış zihniyetin oluşturduğu faiz, içki envai haram barındıran sisteme sessiz sedasız uyup hayatımızı sürdürmeye devam ediyoruz. Dilimizle okuduğumuz ayetler ve dualara tam zıt yaşam tarzımız karşısında izzetli olmanın hesaplarını yapabilir miyiz; elbette ki hayır.
Öyleyse önce dualarımızı özgürleştirmeliyiz! Çünkü dualarımızı özgürleştirmediğimiz, yani dualarımızı Allah’ın razı olacağı şekilde yapmadığımız sürece değil Ayasofya’yı, dünyadaki bütün mabetleri camiye dönüştürsek de, Allah’ın çağırdığı kurtuluşa erenlerden olamayacağız!
Müslümanlar olarak Türkiye’nin nüfusunun %99’unu oluşturuyoruz, ama değerimiz, gücümüz ve ağırlığımız camilerimizde dahi özgürce dua yapacak kadar değildir! Bundan daha aşağı bir zillet olur mu? Bu %1 istediği kanunları çıkarıp bize dayatmakla yetinmiyor, camilerimizde nasıl dua yapmamız gerektiğini bile o belirliyor. En kötüsü de, çoğunluk olarak bu zillet halini özümsemiş, kanıksamış ve artık dinin kendisi gibi kabullenmiş olmamızdır.
Öyleyse okuduğumuz ayetler ve ettiğimiz dualardan başlayalım. Dualarımızı özgürleştirdiğimiz gibi yaşantımızı da Allah’ın istediği bir şekle koyarsak, o zaman dualarımız yerini bulur, yüreğimizle birlikte özgürleşen bedenlerimiz, kokuşmuş sistemi ıslah ederek özgürlüğe susamış gönüllere merhem olur.
Dinin sadece ve sadece Allah’a hasredilmesi gereken camilerde bile sesli dualarımızı Allah’ın rızasına uygun yapacak kadar bir özgürlüğümüzün olmaması nasıl ki bizim hâlihazırdaki gerçekliğimiz ise, ezici çoğunluk olarak bu zillet halimizin bilincinde olmadığımız da diğer bir gerçeğimizdir. Bu zillet halinden kurtulmamızın ilk adımı bu gerçekliğimizle yüzleşmek ve dualarımızın kabul olacağı bir yaşam ortaya koymaktır.
Bazı şeylerin ortası olmadığı gibi, izzetin ve zilletin de ortası yoktur. Çabalarımız izzet yönünde ise, izzet sahibiyizdir. Kişi kendi iradesiyle ve kendi rızası ile hangisine talip ise, onunladır ve onunla anılır.
Dualarımız özgür değilse, camilerimiz özgür değildir. Camilerimiz özgür değilse, biz özgür değiliz! Dualarımızdan başlayalım özgürleşmeye ve özgürleştirmeye! Ta ki ülkemizde ve yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din de yalnız Allah’ın oluncaya kadar!

HAKKA YAKIN OLDUĞUNU İDDİA ETMEK

Hakk'a yakın olduğunu iddia edenlerden Hakk'a ait güzel ahlak ve icraatlar meydana gelir. Sabır zirve yapar, merhamet zirve yapar, affetme zirve yapar, tevazu zirve yapar, elinde olanı paylaşmak zirve yapar.Bu güzel ahlakın meyveleri gözükmezse Hakk'a yakınlık iddiası nasıl mümkün olur.
Hz. Pir Mevlana efendimiz buyurur:
Babacığım, Hak yakınlığı çeşit çeşittir. Güneş dağa da, taşa da, altına da ışığını düşürür vurur.
Fakat güneşin altına öyle bir yakınlığı vardır ki, o yakınlıktan, söğüt ağacının haberi bile yoktur.
Güneş, kuru dala da, yaş dala da yakındır. Güneş ikisinden de utanır, gizlenir mi?
Fakat zamanı gelince olgun, lezzetli,güzel kokulu meyvelerini yiyeceğin yaş, taze dalın güneşe yakınlığı nerede? Kuru dalın ki nerede? Kuru dal, güneşe yakınlığı yüzünden daha çok kurumaktan başka ne elde edebilir?(Mesnevi ııı cilt 705-709)

YAYGIN TEHLİKE:MÜNAFIKLIK

En tehlikeli durum. Sahabe efendilerimiz,Resulullah (sav)'in bulunduğu ortamdan duydukları ruhani zevkin, ondan ayrıldıktan sonra duyulmaması nedeniyle kendilerinden şüphe edip: Acaba biz münafık mı olduk? sorusunu kendilerine sormuşlardı. Bugünün Müslümanı dünkünden daha fazla dünyaperest. Güç sahiplerine karşı, mal ve makam sahiplerine karşı beklentileri nedeniyle ziyade hürmetkar. Siyasi liderini övmeyi cihad saymakta ve yapılacak yegane işin bu olduğunu zannedip liderine kutsiyet atfekmekte.
Acaba bizim halimiz Melaike nezdinde, Peygamber nezdinde, Hak Teala nezdinde nasıl? Şahitlerimiz, bizimle alakalı ne şehadet edecekler. Ayasofya açılırken alkışlıyoruz ama şehir üniversitesi kapatılırken sesimiz çıkmıyor. Bizde biliyoruz ki işler kötüye gidiyor. Sükutumuz münafıklık işareti olabilir mi?

KIYASLAMA

Nihayetinde Ayasofya Müzesi, Türkçe ezan, tarikat ve cemaatlerin yasaklanması, tekke ve türbelerin kapatılması, kılık kıyafet yasaklarından sonra 30’ların radikal laiklik hamlelerinin bugüne ulaşmış son örneğiydi.
Ayasofya’nın 86 yıl sonra müzeden yeniden camiye çevrilmesiyle Türkiye’deki otoriter tepeden laiklik projesi defteri psikolojik olarak kapandı.

Ama ne ilginçtir ki o defterin kapandığı,  İslami çevrelerin son rüyası olan Ayasofya’nın camiye çevrildiği günkü Türkiye, 86 yıl önce Ayasofya’nın müzeye çevrildiği zamanki Türkiye’den daha seküler bir yer.
Ayasofya’nın müze olduğu yıllarda Türkiye’de dindarlık ve İslamcılık yükselişteydi, Ayasofya camii olarak açılırken ise hem siyaseten hem de sosyal olarak heyecanını kaybetmiş, inişe geçmiş bir muhafazakarlık ve İslamcılık var.
Üstelik ‘mahzun Ayasofya’nın da aralarında olduğu, ideolojik motor gücü olan laik iktidar karşısındaki mağduriyetlerden de geriye pek bir şey kalmadı.
Türkiye’de 86 yıl önce Ayasofya’yı bir gecede müze yapan otoriter laikliğin başaramadığı sekülerleşmeyi, sivil hayatın kendisi başardı.
Ama Türkiye’nin siyaseten o kadar değiştiğini söylemek zor.
86 yıl önce duvarlardaki hatların indirilmesine bile Cumhurbaşkanı karar vermişti, 86 yıl sonra halının rengine dahi Cumhurbaşkanı karar verdi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan daha bir yıl önce Ayasofya’nın açılmasını isteyenlere Sultanahmet’in vakit namazlarında doldurulmasını şart koşuyordu.
Dün görüldü ki Sultanahmet’i dolduran da Ayasofya’nın açılması oldu. (Yıldıray Oğur-Karar gazetesi)

24 Temmuz 2020 Cuma

TARAF SEÇMEK

Ayasofya'nın açılmasına sevinmek "taraf seçmektir." Açılışa katılmak demiyorum. Bugün "Zahir" e tabi olalım. Bu eyleme öncülük edenler kendi iç dünyalarında ne düşünürlerse düşünsünler, ümmet olarak biz bugün sevinmek zorundayız. Kendi iç dünyalarında farklı hesapları olanların hesabını Hakk'a havale etmek gerekir.
"Ayasofya'nın açılmasına sevinmek", onu açan mercilerin Hak yolunda olduğunu kabullenmek değildir. Yanlışlarına muvafakat vermek değildir. Allah her şeyi bilendir deyip yeni bir güne başlamak gereklidir vesselam.

PEYGAMBERİMİZE SALAVAT GETİRMEK

Salat ü selam o kadar mühimdir ki Efendimiz Hazreti Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem) bizzat kendisi de peygamberlik makamına salat ü selamda bulunmuştur. Bunu, Allah Azze ve celle'nin emrini yerine getirmek ve ümmetine örnek olmak için yapmıştır.
(Bkz. Buhari, İsti’zan, 28; Ebu Davud, Salat, 18/465; Tirmizi, Salat, 117/314; İbn-i Mace, Mesacid, 13.)
Bir mü’min, Resul-i Ekrem Efendimiz’e (Sallallahu aleyhi ve sellem) salat ve selam ederse Allah Rasulü ona daha güzeliyle (Bkz. en-Nisa, 86.) cevap verir. Bu da bir mü’mine mükafat olarak yeter. Zira Efendimiz Hazreti Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem) duası Hak katında makbuldür, reddedilmez.
Resul-i Ekrem Efendimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlardır:
“Bir kimse bana salat ü selam getirdiği zaman, onun selamına karşılık vermem için Allah Teala ruhumu iade eder.” (Ebu Davud, Menasik, 96)
“Kim kabrimin yanında bana salat ederse ben onu işitirim. Kim de uzaktan salat ederse o bana ulaştırılır.” (Beyhaki, Şuab, II, 215)
Özellikle cuma günü salat ü selam ile meşgul olmak, çok faziletli bir ibadettir.
Ebu’d-Derda (Radıyallahu Anh) anlatıyor:
Bir gün Efendimiz Hazreti Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem):
“–Cuma günü bana çok salevat getirin! Çünkü o gün, meleklerin hazır ve şahid olduğu bir gündür. O gün bir kişi bana salat ettiğinde onun salatı mutlaka bana arz edilir. Salevat getirmeyi bırakıncaya kadar bu durum böyle devam eder.” buyurdular. Ben:
“–Vefatınızdan sonra da mı?” diye sordum. Resul-i Ekrem Efendimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem) :
“–Evet, vefatımdan sonra da! Allah Azze ve celle peygamberlerin vücutlarını yemeyi yeryüzüne haram kılmıştır. Allah’ın Nebisi hayattadır ve daima rızıklandırılır.” buyurdular. (İbn-i Mace, Cenaiz, 65. Bkz. Ebu Davud, Salat 201/1047, Vitir 26)
Hazret-i Ali (Kerremallahü veche) bu konuda şöyle demiştir:
"Her kim cuma günü Peygamberimiz’e yüz kere salevat getirirse kıyamet günü mahşer yerine yüzü çok güzel ve nurlu olarak gelir. İnsanlar gıptayla, «Bu zat acaba hangi ameli işliyordu?» diye birbirlerine sorarlar."
(Beyhaki, Şuabu’l-iman, III, 212)
Çokça salevat-ı şerife getirmek, Resul-i Ekrem Efendimiz’e (Sallallahu aleyhi ve sellem) duyulan muhabbetin büyüklüğüne alamettir. Bu da kişiyi neticede Allah Rasulüne yaklaştırır. Nitekim hadis-i şerifte:
Kıyamet gününde insanların bana en yakın olanı, bana en çok salat ü selam getirendir.” buyrulmuştur. (Tirmizi, Vitir, 21/484)

BULGUR KAZANINI KAYNATMAK ÇABASI

Necib Sultanımın ifadesi idi:"Evlat, bulguru kaynatmak için kazanın altına sürekli odun atılıyor ama Allah bulguru kaynatmıyor".
Bu sözdeki "Bulgur" ülkemiz insanları."Kazan" Türkiye. Kazanın altına atılan odunlar ise gündem konusu yapılan hususlar."Bulgurun kaynaması" ise insanımızın birbiriyle mücadele içine girip kavga ortamı oluşmasıdır. Kısaca, Ekonomideki başarısızlık, Adalet duygusunun bitmesi, 18 yıllık tek parti olmanın verdiği güce rağmen ilk çıkıştaki amaçların gerçekleşmemesi, iktidarı bitirmekte olduğu için, muktedirler "bir hesap verme" ihtimaline karşı kurtuluş bulmadıklarından "Dam yanarsa sıçan da yansın" anlayışıyla ülkeyi kaosa sürükleyip böyle bir ortamın gerekliliği olan sıkıyönetimi uygulayarak biraz daha ömrünü uzatabilmek düşüncesi.
Bu sürece girilebilir mi? muhtemel. Çünkü Gülen Cemaatinin üst katmanları Yargı, TSK, Emniyet yapılanmasındaki işlerini tamamlayınca ihtilale kalkıştılar. Maksatları AKP iktidarının ülkenin imkanlarını şahsi çıkarlarına kullandığı, kendi cemaatlerinin dışlanarak ekonomik kaynaklarının kesildiğini iddia edip, sandıkla götüremeyecekleri birilerini yolsuzlukla götürüp ortadan silmek ve iktidarın yerine tepeden inme kendileri oturmak istemişlerdi. Bugünkü hükumetin çevresinde oluşan zengin halka, dindarların(tarikatlar da dahil) dini argümanlarla motive edilip muhalefet olanlar hedef gösterilip provake eylemlerle insanların sokağa dökülmesi temin edilip birbirlerine güç kullanması ve bu şekilde "Bulgur kaynamaya" başlayınca Asker ve emniyet vasıtasıyla "iç güvenliği temin" zımnında müdahale edilip bir takım sert düzenlemeler getirilebilecek, siyasi parti faaliyetleri dahil tüm sosyal aktiviteler yasaklanabilir. Coronovirüs tedbirleri bir antrenman mahiyetinde idi. Ancak, birileri bir çok şey planlayabilir. Kurtuluş savaşından sonra millete rağmen "Devlet" olan güçler insanımızın saygı duyduğu değerleri onların hayatlarından çıkartmak için neler neler yapmadıklarını düşünürsek bir asır sonra o anlayışın kırıldığı görmüş oldular. Bugünün muktedirleri de farklı bir yöne girerlerse akıbetlerinin selefleri gibi olacağını bilmelidirler.

23 Temmuz 2020 Perşembe

ŞERİAT BUGÜNKÜ MENEDİYET DENİLEN NESNEYİ NİÇİN REDEDER?

Bu soruyu Bediüzzaman Said nursi hazretlerine sormuşlar:"Neden şeriat şu medeniyeti reddeder?"
Hazret, Sünuhat isimli eserinde bu soruya şöyle cevap vermiş:
Dedim:"Çünkü beş olumsuz esas üzerine kurulmuştur. Dayanma noktası KUVVETTİR. Kuvvetin yapacağı fiil tecavüz etmektir. Hedefi kastı MENFAATTİR. Menfaat ise karşılıklı zorlaştırmadır. Hayatta düsturu SAVAŞTIR. Savaş çekişme demektir. Toplumlar arasındaki bağı diğerini yutmakla beslenen ırkçılık ve menfi milliyettir. Irkçılık fiili ise çarpışmadır. Cazibedar hizmeti heva ve hevesi coşturma ve arzularını tatmin ve taleplerini kolaylaştırmaktır. O heva ise insanı meleklik mertebesinden köpeklik seviyesine indirir. Bu medenilerin çoğu eğer içleri dışa çevrilse, kurt, ayı, hınzır, maymun postu görülecek bir hale gelir.
Bu hazır medeniyet, insanların yüzde seksenini meşakkate, eşkıyalığa atmış, kalan yüzde onunu  hayali saadete çıkarmış son kalan %10 unu da ikisi arasında bırakmıştır. Bu ise azınlığın mutlu olmasıdır. İnsan cinsine rahmet olan Kur'an, ancak umumun saadetini içeren bir medeniyeti kabul eder. Serbest hevanın tahakkümü ile zaruri olmayan ihtiyaçlar, zaruri ihtiyaç haline gelmiş, Bedevilikte dört şeye muhtaç olan insan, bu medeniyet ikliminde yüz şeye muhtaç olmuş bu nedenle fakir olmuştur. Çalışması, kazanmaya kafi gelmediği için hileye, harama sevkolunup ahlakın esasını bozmuştur.
İslam medeniyetinde dayanılan nokta Hak dır. Haklı olan kuvvetlidir. Adalet ve denge esastır. Hedef menfaat yerine fazilettir. Bunun görüntüsü muhabbet ve duygudaşlıktır. Birlik yerine ise ırkılik ve milliyeti değil din bağını ve vatan sevgisini esas alır. Görüntüsü samimi kardeşlik ve yalnız müdafaadır. Çekişme yerine dayanışma esasdır. İnsanlığa terakki ve ruhen tekamüldür. Hevayı sınırlar, süfli hevesleri değil yüce duyguları tatmin eder.

İSLAMIN BİR KEZ DAHA İZZET BULMASI MESELESİ

Bazen tefekkür edip nasıl bir nesil yetişmeli ki İslamın izzetine layık olsun. Z kuşağının ıslahı ve yeni bir nesil yetiştirme süreci oldukça uzun gözükmekte. Gülen cemaati 40 yıldan beri böyle bir nesil üzerine yoğunlaştı amma gelinen nokta ortada. Derler ki gözleri yeşil olan tüm insanların hakikatte göz renkleri aynı tonda değilmiş. Yeşilin varlık sayısınca tonlarını taşırmış. Bu nedenle fikirlerde insan sayısınca imiş. Ancak güzel ahlak noktasındaki tüm farklı fikirlerin müspet insanlarını Hak teala ayrıştırıp bir sebep halkıyla bir araya getirip idareci olarakta Hz. Musa peygamber gibi zamanının süper gücü Firavun'u etkisiz ve çaresiz bırakacak mucizelerle mücehhez edip gönderdiğinde değişim başlayacak. Yalan söylemeyen, mütevazi, adaletten yana olan tüm yaratılanlara karşı merhamet duygusuyla dolu paylaşımcı bir insan ahlak boyutuyla Kur'an'ın birçok boyutlarını yaşayan demektir. Böyle müspet ahlaklı ancak değişik parti, mezhep, din unsurları"Yetkin olan Zat" nedeniyle kolayca bir araya gelebilecektir.Said Nursi hazretlerinin işaretiyle Hicri 1505 sonrası insanlığın felaket çağının başlangıcı olmakla bu zamana kadar (50) yıl içinde İslam bir kez daha dünyaya hakim konuma gelecektir. Sürecin başlangıcı 2023 yılıdır.

22 Temmuz 2020 Çarşamba

MARİFETULLAHIN BİR BOYUTU ADETULLAH

Marifetullahın bir yolu Adetullah denilen alandır ve Allah'ın kanunlarını dikkate almak, bütün bu kanunları koyan Allah'a itaat dolayısıyla onlara uymaktır. Aksi durumda marifetullah eksiktir. Marifetullah zirvesinde olan peygamberler adetullahı bozmayacak şekilde hareket etmişlerdir. Örneğin yer çekimi kanunu nedeniyle yüksekten atlayan ölür. Bu fiziksel kurallara uymak gereklidir. Hak teala isterse, bu kanunlara uymayan marifet ehli kulunu da muhafaza eder. Ancak bu özel bir hal olup umuma ait değildir. Hazreti Ömer efendimizin, Bizans elçisinin getirdiği kuvvetli zehiri içmesi gibi. Bazı Tarikatlarda "Burhan" denilen kesici alet ve delici aletle vücuduna müdahale etmesi, akabinde bu aletlerden zarar görmemesi gibi. Bunlar özel durumdur.

MARİFET EHLİNİN TEDBİRİ YAHUT TEDBİRSİZLİĞİ

Tedbir marifetten bir parça olduğu gibi tedbirsizlikte marifetten bir payı vardır. Tedbir alan ve almayan kişiler büyük birer marifet ehli iseler, Allah onların niyetlerine göre muamele eder. Allah gönül ehlinin sözünü boşa çıkarmaz. Her şeyden haberdar olup kuluna imdat eyleyen yalnızca odur.Kulunu yediren, içiren O'dur. Böyle düşünce marifetten bir basamak sayılır. Duyduğumuz her bir söz Allah'ın, gördüğümüz her bir hareket Allah'dan gibi bize ders olur.

ARİFİBİLLAH KİMSELERİN SEKİZ ÖZELLİĞİ

Arifi Billah kimselerin ruhi özellikleri şu sekiz başlık ile özetlenebilir
1-ÜMİT: Allah'dan ve Allah'ın mahlukata muamelesinden ümitvar olmaktır.
2-KORKU:Bireysel olarak yapılanlarla Allah'ı üzmekten ve darıltmaktan endişelenmek  ile mahlukatın başına gelebilecek ilahi gazaptan dolayı tedirgin olmaktır.
3-RIZA: Allah'ın kendisini ve diğer mahluk hakkında ortaya koyduğu hükümler ile yaratımlara razı olmaktır.
4-ŞÜKÜR: Tüm varlığı nimet görmek  ve onları Allah'ı bilip O'na ulaşma yolunda birer teşekkür vasıtası saymaktır.
5-GÜVEN:Her konuda Allah'a olan teslimiyeti , tevekkülü ve itimadı hayata geçirmektir.
6-HAYA(EDEP): Allah'ın nimetleri karşısında şükrünü hakkıyla eda edememek dolayısıyla O'ndan utanmak ve şeriat, tarikat, marif
et merhalelerinin bütün kural ve kaidelerine eksiksizce riayet etmeye çalışmaktır.
 7-SÜKUN:Allah'ın isim, sıfat ve fiillerinin kalpte yaşamak dolayısıyla duyulan mutmainlik ve sakinliktir.
8-HASRET: Bir an önce denize kavuşma arzusu taşıyan ve dalga dalga akışan çağlayanlar gibi Allah'a erişmeyi istemek ile bu süreçte yaşanan kalbi hareketlilik ve heyecandır.

ARİF İSYAN EDER Mİ?

Eba Yezid Bestami hazretlerine :"Arif isyan eder mi?" diye sordular. VE KANE EMRULLAHİ GADEREN MAGDURA"(Ahzab suresi 38) ayetini okudu. Ayetin tüm manası şudur:"Allah'ın kendisine farz kıldığı şeylerde Peygamber'e herhangi bir vebal yoktur. Sizden önce gelip geçenler arasında da Allah'ın sünneti(kanunu)böyledir. Allahın emri takdir olunmuş bir kaderdir". Ubeydullah Ahrar hazretleri  Risalei Validiyye isimli kitabında şöyle buyurur:"Şeyhi Ekber bazı kitaplarında yazmışlardır ki keşif erbabının bazılarına, kendilerinden fiilerinden bazısında günah zuhur edeceğini görürler. Evliyaya göre ismet(günahsızlık) şart olmayıp bu günahın zuhur edeceğinden ve onun utancından müşevveş olurlar. Tövbe ve istiğfarın o zulmeti zararlarının ilacı olduğunu bildiklerinden o zulmetin hemen vukuunu arzu ederler ve o günahı işlerler. Şeyh Rükneddin Alaüddevle hazretleri :"Bu söz insanı cüretkar kılar. Ahvalini hıfzeden ve kendilerini teşvişten sıyanet eden kimselere bu sırrı ızhar caiz değildir" diye itiraz etmiştir.
Necib Sultanım'da bu anlamda bir söz söylemişti:"Hak Teala sırrı kader icabı bir evliyasına günah işletirse mesuliyeti yoktur" anlamında idi. Bu konular yüksek düşüncelere ait olup avamın ayağını kaydırır. 

21 Temmuz 2020 Salı

DİNDEN DÖNMEK

"Dinden dönmek" kavramını sadece bir Müslümanın Hristiyanlığa yahud Yahudiliğe geçmesi şeklinde klasik anlamamak gerekir. Müslüman olduğunu iddia edipte İslam'ı günlük hayatlarında yaşamayanlar, yahut böyle bir ihtiyacı duymayanlar, yahudda "bu çağda bu kurallar olmaz" diyenleri anlamak gerekmez mi? İslam olduğunu iddia edip zulmedenler,kamu malını iç edenleri nereye koymalı!.Tüm bu örnekleri "Dinden dönmek" olarak telakki eder isek şu ayet günümüz için bir umut ışığı olabilir:
Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse şunu bilsin:Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki; Allah onları sever, onlar da Allah'ı sever. Onlar müminlere karşı alçak gönüllü , kafirlere karşı güçlü ve onurludurlar.Allah yolunda cihad ederler. (Bu yolda) hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar .İşte bu Allah'ın lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir"
Maide 54
Böyle bir topluluğun işbaşına getirdiğini inşallah bizler de görürüz.
Böyle bir kimse tek başına nasıl başarılı olur? Bunu şu hadis gereğince algılayabiliriz:Yüce Allah bir kulu sevince Cebrail'e nida eder ve der ki:"Şüphesiz ki Allah falancayı sevdi  ve sen de sev." Bunun üzerine Cebrail de o kimseyi sever. Sonra Cebrail gök ehline seslenir ve der ki:"Sizler de sevin". Bunun üzerine gök ehli de onu severler. Sonra da o kul için yer halkı nezdinde hüsnü kabul konulur.(Buhari/Kitabüd tevhid -33-7485) 

Bu nedenle "bir kişi ne yapabilir ki bu zulmü önleyebilsin" dememek gerekir.

20 Temmuz 2020 Pazartesi

ORUCUMUZ BÖYLE Mİ?

Öyle ki oruç tutan birisi, bir haksızlık veya gereksiz bir tartışma ile karşı karşıya kaldığında “ben oruçluyum” dediğinde, eğer muhatap Müslümansa bu söz karşısında utanır, ezilir ve geri adım atmak durumunda kalır. Çünkü o kişi bu sözüyle muhatabına “sana karşılık vermeyeceğim” diyerek onu orucun sükûnetine çağırmakta ve karşılığını da almaktadır. İşte oruç, muhatabı için bu denli sağaltıcı ve dinginleştirici bir özelliğe sahiptir. Dolayısıyla bu ay Müslümanların bir birine el kaldırmadıkları, hak yemedikleri, haksızlık etmedikleri bir aydır. Kısacası Oruç Ayı, yüreklerin çağıldadığı merhamet ayıdır.
İslami gelenekte oruç, empati oluşturma özelliğine sahip çok temel bir ibadettir. Bu özelliği dolayısıyladır ki, Müslüman kişi herhangi bir hata yaptığınızda onu ancak kefaret orucu tutarak telafi edebilmektedir (Bakara:2/196, Nisa:4/92, Maide:5/89,95, Meryem:19/26, Mücadele:58/4). Yani oruç ibadeti, Müslümanlar için o kadar önemli, değerli ve anlamlıdır ki, oruç tutarak hatalarını telafi edebilmekte, yeminlerinin kefaretini ödeyebilmektedir. Bu nedenle oruç, yaptırım özelliği olan yegâne ibadettir. Kısacası oruç, dinginleştirici, sağaltıcı özelliği yanında arındırma gücü ve özelliğine de sahiptir.

ORUÇ ÜZERİNE BİR GÖRÜŞ

Sonsöz: Peki Biz ve Orucumuz Niye Bu Haldeyiz
Peki, bu sakındırıcı ve arındırıcı oruç bugün muhatabını niçin gereği kadar sakındırıp arındırmıyor da oruç ayı bir şölen ve israf ayına dönüşmüş durumda. Niçin bu ayda nefis muhasebesi yapmaktan çok cümbür cemaat olarak kalabalıklar halinde akıp gidiyoruz. Nasıl inziva duygusunu bıraktık da şatafatlı ve gösterişli iftar sofralarının hazırlayıcısı ve müdavimi olduk. Oruçlu gönleri niçin bir yarış ve gösteriş ayına çevirdik. Niçin özellikle bu ayda, bizim için hadi ve rahmet olan Kur’an’ı bir pazar metaına, oruç ve Ramazan ayını da Kur’an ayetlerinin alınıp satıldığı bir pazara dönüştürdük. Yaptığımızın, Yahudilerin Cumartesi Yasağını delmek için yaptıklarından ne farkı var.
Benden cevap beklemeyin, cevap sizin yüreğinizde. Cevap bizim tarihimizde, cevap şehirlerimizde, köylerimizde, yaşadıklarımızda, kitaplarımızda, camilerimizde medreselerimizde, okullarımızda. Herkes cevabı biliyor aslında, bilmiyorsa da yüreğine danıştığında, eğer yüreği taşlı tarlaya dönüşmemişse ne olduğunu kendisine söyleyecektir. Aklını kullandığında, gözünü açtığında zaten olanı görecektir. Ki Kur’an ayetleri bir yandan, enfüsi ve afaki ayetler bir yandan ona seslenip duruyor. Yetmedi, bu sene Kovid-19 en açık ve sert biçimde olanı ve olması gerekeni haykırıyor, aklı ve kalbi olana(Mehmet Yaşar SOYALAN)

ZAMANIMIZIN HIZI

Bilindiği gibi Kur’an vahyinin nazil olduğu miladi 610’lu yıllarda hayat günümüz ile kıyaslanmayacak kadar yavaş seyrederdi. Şimdi kullandığımız teknolojinin, iletişim ve ulaşım araçlarının hiç biri yoktu o dönemde. Bugün bizim bir saatte gittiğimiz bir yere onlar ancak on günde gidebiliyorlardı. (Geçmişin günümüze göre yavaşlığı; bugünün 240’ta 1’i veya bugünün geçmişe göre hızı; geçmişin 240 katı.)
Bu hız gittikçe artmaktadır.Sosyal hadiselerde de aynı kural geçerlidir.

19 Temmuz 2020 Pazar

ALLAH TEALA'NIN KELAM SIFATIYLA KONUŞMASI

Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla, yahut perde arkasından konuşur. Yahut bir elçi gönderip, izniyle ona dilediğini vahyeder. Şüphesiz O yücedir, hüküm ve hikmet sahibidir"(Şura 51)
Hakk'ın perdeleri çeşitlidir. Hz. Musa'ya çölde bir ağaçtan seslenmiştir. Ağaç perde olmuştur. Peygamber bir perdedir. Hz. Cebrail bir perdedir. Hak Teala'nın insanla konuşması devam etmektedir. Vahy devam etmektedir. Evliyaullah hazeratının vücudu bir perdedir. Perdeler zahir mertebesidir.

METÖ KAVRAMI

"METÖ"kavramı, Menzil cemaati için kullanılmaktadır. Bazı insanlar, Menzil Cemaatinin devlet içinde iktidar vasıtasıyla kadrolaştıklarını bu hususun ikinci bir tehlike olabileceğine işaret etmektedirler. Gülen cemaatinin "Tasavvuf" boyutu yok idi.Menzil cemaatinin tasavvuf boyutu mevcuttur. Ancak, Mürşidler, müntesiplerini dünyevileşmekten men etmek üzerine terbiye etmişlerdir. Tarikatlarda mevki ve makam yasak değildir. Yasak olan onun tehlikesidir. Çünkü sadece üzüm suyu sarhoşluk vermez, makam en ziyade sarhoşluk verendir. Mürşid, müridinin bu yönünü terbiye etmişse ve kollayarak koruyorsa o mürid en üst dünyevi makama çıkmasında beis yoktur. Çünkü insanların idaresine talip olmak Peygamberlik görevidir. Ehli tarik olan insanlar liyakat esasları dahilinde bir makama talip olurlarsa "almayıp verme" konumunda icraat sunarlar. Nefsini tercih etmeyenlerden hep faide husule gelir.

FARKLILIKLAR ALLAH'DANDIR

Hak Teala'nın tüm isimleri ve sıfatları farklı tecelli etmiştir. Yeşil gözlü insanların sayısınca Yeşil'in tonları mevcuttur. Bu, yaratılışta tekrarı olmayan Rabbimizin sonsuz gücünün gereğidir. Gözlerinin yeşili bile farklı tonda olan insanlardan zuhur eden fikir ve düşünceler ve duygularda yeşilin sonsuz tonu gibi kabul etmemiz gerekir. Farklı isimlerin ve sıfatların farklı oranlarda ki tecellileri insanları inanç, fikir, hayal,dilek,görüş, boy renk şeklindeki tüm alanlarda farklı kılmıştır. Bu değişik değişik olma esası, yaratıklar aleminin tamamını kapsar.Yani her yaratık, diğer yaratıklardan apayrı bir varoluşta durur. Bu nedenle karşımızdaki insanın illaki bizim fikrimizin bir kopyası olmasını istemek yaratılışa da aykırılıktır.Bu farklılıkları kabullenmek ve sabr etmek kul olmanın bir gerekliliğidir.

MÜŞAHEDE KALPTE OLUR

Hak Teala,Hazret-i Cibril vasıtası ile Kuran'ı Efendimiz (sav)'in kalbine indirmiştir. Bakara suresi 97 ayeti bunu ifade buyurur.
Zahiri beş duyu organımızın kalble alakası vardır. Zira harice açılan bu kanallar dışarıdan kalbe bilgi,görüntü aktarır. Kuran'ın kalbe indirilmesi gibi, ilahi bilgiler ve görüntüler kalbte tecelli edince,zahir duyularımız içerdeki bu bilgilerden nasiplenir. Melekut alemi dediğimiz bu aleme yükselen Evliyaullah'ın bu makamda gördüklerini ve işittiklerini, yanındakiler görmez ve işitmez.
Kalp,Allah'ın sonsuz isimlerinin ve sıfatlarının manalarının tecellilerine mazhar olabilecek bir potansiyele sahiptir.Ancak herhangi bir kalp her türlü şirkten, küfürden, nifaktan, riyadan, hasetten ,kibirden art niyetten kısaca manevi hastalıkların tamamından muhafaza edilmemiş, korunmamış ise orada vahyin parıltısı ve nuru da olmaz. Çünkü İLLA MEN ETALLAHE Bİ KALBİN SELİM Allah'a arınmış bir kalb ile gelenler müstesna Şuara suresi 89 ayet.

TEFEKKÜRÜN SEYİR ROTASI

Tefekkür ihtimallere, ihtimaller şüphelere, şüpheler hayallere, hayaller keşiflere, keşifler de ilme götürür insanı. Bu yol yaratıklar hakkında doğrudur ve teşvik edilmiştir. Allah Teala'nın ZAT'ı hakkında bu yol hem mümkün değildir hem de boşa kürek çekmek olmasın diye yasaklanmıştır. Bizler; yüce Allah'ı isimleriyle, sıfatlarıyla ve fiilleriyle tanımaya çalışırız. Bunu yaparken de Yüce Allah; hem zatında  hem isimlerinde hem sıfatlarında  ve hem de fiillerinde yarattıklarından hiç birine benzemez.
Sadece teşbih yaparsak, Allah'ı yaratıklara benzetmiş oluruz. Sadece tenzihle de Allah'ı bilmek şöyle dursun şüphelere düşeriz. Hem tenzihi hem teşbihi aynı anda uygularsak, Rabbimizi bilmiş oluruz.

AYET-EL KÜRSİ'NİN MANASI

O ALLAH Kİ, O'NDAN BAŞKA İLAH YOKTUR.O HAYY'DIR,KAYYUM'DUR. O'NA GAFLET DE, UYKU DA, KENDİNDEN GEÇME DE ASLA YAKLAŞAMAZ. GÖKLERDE VE YER DE NE VARSA SADECE O'NUNDUR. O'NUN İZNİ OLMADIKÇA KİM ŞEFAAT EDEBİLİR? O; İNSANLARIN ÖNDEN GÖNDERDİKLERİNİ DE, ARKADA BIRAKTIKLARINI DA BİLİR. İNSANLAR O'NUN BİLGİSİNDEN; BİZZAT KENDİSİNİN DİLEDİĞİ DIŞINDA, HİÇBİR ŞEYİ KAVRAYIP KUŞATAMAZLAR. O'NUN KÜRSÜSÜ, GÖKLERİ VE YERİ KUŞATIPKAPLAMIŞTIR. GÖKLERİN VE YERİN KORUNMASI O'NA HİÇ ZOR GELMEZ. O, ALİYY'DİR VE AZİM'DİR. 

18 Temmuz 2020 Cumartesi

O HALDE ATMADIN

Ebû Bekr Verrâk anlatır: Hakîm-i Tirmizî bana cüzler ve bir risâle vererek: "Al bunları Ceyhun Nehrine at." buyurdu. Bunları aldım, fakat atmaya gönlüm râzı olmadı, götürüp evime gizleyerek yanına geldim. "Attın mı?" diye sordu ve: "Ne gördün?" dedi. "Hiçbir şey görmedim." dedim. "O halde onu atmadın, tekrar git ve onu suya at." dedi. Hemen geri döndüm. Fakat hem atmanın acısı, hem de göreceğim şeylerin heyecanı beni şaşırtmıştı. Evden cüzleri ve risâleyi aldım, suya attım. Derhal su ikiye ayrıldı. Kapağı açık bir sandık meydana çıktı. Attığım cüzler ve risâle içine düştü ve sandığın kapağı kapandı, su da eski hâlini aldı. Hakîm-i Tirmizî'nin yanına geldim ve gördüğüm şeylerin hepsini anlattım." "Tamam şimdi atmışsın." buyurdu. "Efendim bağışlayınız. Allahü teâlânın hakkı için bu işin sırrını bana anlatınız." dedim. Cevâbında; "Büyüklerin ilmine (tasavvufa) dair bir risâle telif etmiştim. Onun ince mânâlarını keşf ve idrakten akıl âcizdi. Bunu, kardeşim Hızır aleyhisselâm benden istedi. O sandığı onun emri ile bir balık oraya getirdi. Allahü teâlâ da suya, bu sandığı ona ulaştırması için emir verdi." buyurdu.
Anlatılır ki Hazret evliyanın vasıflarına dair yüz atmış soru hazırlamışve cevaplarını yazmamıştı.Kendisinden üç asır sonra gelen İbni arabi hazretleri "İnsanlar bu sorularda zikredilen duraklara bakarak suizan edebilirler.onun için ben bu zatın sorularını cevaplandırarak hakkındaki kötü düşünceleri kaldıracağım" der.Bütün soruları etraflıca cevap vermek suretiyle insanların günaha girmesine engel olmanın yanında velayet hakkında da detaylı bilgiler vermiştir.

HAKİM TİRMİZİ HAZRETLERİNDEN

 "Allahü teâlânın kullarına ve dînine hizmet edecek olanların, tevâzu ve teslimiyet sâhibi olması şarttır."
 "Allahü teâlâ kullarının rızkına kefil olmuştur. Kullarına da tevekkül etmeyi emretmiştir. O hâlde insanlar, Allahü teâlânın kefil olduğu şeyle uğraşmayıp, teklif ettiği şeylere, yâni O'nun dînine hizmete koşmalıdırlar."
"Kimin arzusu din, yâni âhiret olursa; bu hayırlı düşüncesi hürmetine, dünyevî işleri de âhiret işi hâline gelir. Bir kimsenin düşüncesi de dünyâ olursa; niyetinin bozukluğu sebebiyle, âhiret işleri de dünyâ işi hâline gelir."
Kendisine nefsin kötülüğünden sorulduğunda o; "Şeytanın insana, gâfil olduğu bir zamanda yaptığı zarar, yüz aç kurdun, bir koyun sürüsüne yaptığı zarardan daha fazladır. İnsanın nefsinin kendisine yaptığı zarar da, yüz şeytanın yaptığı zarardan fazladır." buyurdu.
"Allahü teâlânın zikri ve O'na ibâdetle öyle meşgûl olmalı ki, O'ndan herhangi bir şey istemeye fırsat kalmamalıdır."

İMANIN GİTMESİNE SEBEB OLAN GÜNAH

Hakim Tirmizi hazretlerine: "Îmânın gitmesine en çok sebeb olan günah nedir?" diye sordular. Buyurdu ki: "Üç günah vardır: Birincisi; îmân nîmetine kavuştuğuna şükretmemek. İkincisi; îmânın gitmesinden korkmamak. Üçüncüsü; müminleri incitmek ve onlara eziyet etmek. Biliniz ki, Peygamber efendimiz; "Haksız yere bir Müslümanı incitmek, Kâbeyi yetmiş defa yıkmaktan daha büyük günahtır." buyurdular.

HAKİM TİRMİZİ HAZRETLERİ

Zamânında zâhid olduğunu söyleyen birisi Hakîm-i Tirmizî'nin büyüklüğüne inanmaz ve îtirâz ederdi. Hakîm-i Tirmizî'nin evinden başka bir şeyi yoktu. Dünyâda sâhib olduğu tek şey bu küçük ev olup onun da kapısı yoktu ve girişinde bir perde asılıydı. Bir ara evinden ayrılıp bir yere gitmişti. Dönüşünde kaldığı yere bir köpeğin girip yavruladığını gördü. Belki yavrularını alıp buradan çıkar diye birçok kere kulübesine gitti geldi. O gece, onun büyüklüğünü inkâr eden kişi rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Resûlullah efendimiz ona; "Ey kişi! Evine giren bir köpeği çıkarmak için, kendiliğinden çıkar diye köpekten ricâda bulunarak, seksen defâ gelip giden bir zâtla kendini eşit mi tutuyorsun? Eğer ebedî saâdete kavuşmak istiyorsan, git onun hizmetine kavuş." buyurdu. Bunun üzerine, bu kişi Hakîm-i Tirmizî'nin huzûruna geldi özür dileyerek affına sığındı ve ölünceye kadar hizmetinden ayrılmadı.
Hakîm-i Tirmizî hazretleri Hızır aleyhisselâmla görüşürdü. Lâkin uzun bir zaman Hızır aleyhisselâmı görememişti. Bir gün, temiz yeni elbiseler giymiş, sarığını sarmış câmiye giderken bir mesele yüzünden kendisine kızan bir kadının evinin önünden geçiyordu. Kadın, çocuğunun kirli elbiselerini yıkamış, leğen de pis su ile dolmuştu. Hakîm-i Tirmizî'yi evinin önünden geçerken görünce, leğendeki suyu olduğu gibi üzerine attı. Her tarafı necâset ve idrarlı su ile ıslandı. Bunun üzerine Hakîm-i Tirmizî hazretleri hiçbir şey söylemediği gibi, başını kaldırıp bakmadı bile. Biraz sonra Hızır aleyhisselâm geldi ve; "Sen bu hakâret ve kötülüğe katlanıp, sabredip hiçbir şey söylemediğin için bizi gördün." buyurdu.

ALLAH YOLUNDA EZİYET GÖRMEK

İslam inancına sahip olmasından dolayı, dışlanan, eleştirilen, hakaret edilen, kimseler Ali İmran suresinin 195 nci ayetinde belirtilen "YOLUMDA EZİYET GÖRENLER" sınıfına dahildir. Eziyet, Hazreti Resulullah zamanında fiziksel işkence ve boykot şeklinde tecelli etmekte idi. Bu kavram bugün küfrün galebe olduğu yerlerde aynıyla devam ettiği gibi, İslami yaşantının esas alınmadığı bugünün dünyasında  inanç sahiplerine sataşma, küçük görme, dışlama, ticaret yapmama v.s şeklinde tecelli etmektedir.
Rabbimiz bildirmiştir ki Hicret edenler, yurtlarından çıkartılanlar, yolumda eziyet görenler, savaşanlar ve öldürülenlerin; andolsun günahlarını elbette örteceğim." buyurmuştur.

BİR TERBİYE METODU

Cenab-ı Peygamber (sav)'in islama davet metodları içinde kalpleri İslam'a ısındırılacak olan şahıslara ganimetlerden bolca mal vermek vardır. Bunun bugünkü karşılığı, terbiye edilecek insan için maddi harcama yapmaktır. Bu harcama muhatabın nefsine hoş gelse de o kişi zaman geçtikçe terbiye edicisinin sözlerine daha önem verir ve tavsiyelerini tutup hizmetlerini devam ettirir.

İNSANIN ALDANIŞI -İMAM GAZALİ

İmam Gazali hazretleri insanın aldanışı" isimlikitabında aynen şöyle anlatır:"Nefisten temizlenmesi en zor olan şey "hubbi riyaset" yani baş olma, yönetme, toplumda ve devlette nüfuz sahibi olma arzusudur. Birisi kalkıp da bu zahit görünümlü insana:"Belli ki siz Allah'ın sevdiği kullardansınız, çok değerlisiniz" diyecek olsa, bunu duyduğuna sevinir. Daha bir gayretle arınmış kişilerden gibi görünmeye çalışır. Öte yandan birinin eleştirisine muhatap olsa, o kişiye demediğini bırakmaz. Ona beddua dahi eder, öyleki bazen küfürle itham etmekten bile çekinmez"
"Bu kişiler iyi ahlak üzere olduklarını, tevazu ve hoş görü sahibi olduklarını ima ederek hizmet için yola çıktıklarını söylerler. Bazı insanları toplayıp bunların masraflarını üstlenirler.Ancak asıl niyetleri bu işi kullanarak mal kazanmak, sayılarını artırmak ve bununla övünmektir.Asıl niyetleri cemaatlerinin sayısını artırmaktır."
Erdiğini iddia ederek insanları aldatanlar; fukahayı, müfessirleri ve muhaddisleri küçümser, kendilerini onlardan üstün görürler. Bunları adam zanneden saf insanlar da işlerini güçlerini bırakıp onların yanlarından ayrılmaz ve peşlerinden giderler. Onlardan öğrendikleri bir takım asılsız bilgileri dillerinden düşürmezler; adeta vahiymiş gibi ezberleyip tekrar tekrar söylerler".

İBNİ ARABİ HAZRETLERİNİN İLK HOCASI

Muhyiddin İbni Arabi hazretlerinin ilk hocası bir kadındı. İbni Arabi hazretleri hocasını şöyle anlatır: Fatıma binti Müsenna (rahmetullahi aleyha) yetiştim. On sene sohbetlerine devam ettim. Dikkat ettim hiçbir şey yemiyordu. İnsanlar yemek olarak kapısının önüne bir şeyler koyarlarsa, onlardan ölmeyecek kadar yerdi. Ben yanına oturduğumda yüzüne bakmaya utanır, haya ederdim. Doksan yaşının üzerinde olduğu halde , kendisini gören çok genç zannederdi. Kendi halinde yaşardı. Dünya ile alakası yoktu. Kimseden bir şey istemezdi. Bir ihtiyacı olsa, görülmesi gereken bir işi olsa Fatihayı Şerifeyi okur, Hakk'ın izni ile o iş hallolurdu. Ona kalması için kendi ellerimle hurma dallarından bir ev yapmıştım.orada kalırdı.Huzuruna benden başka kimsenin girmesine müsaade etmezdi."Niçin sadece ona izin veriyorsunuz da başkalarına müsaade etmiyorsunuz?" diye sual edildiğinde cevaben buyurdu ki "Başkaları yanıma geldikleri zaman yarım olarak gelirler. Yani kendileri gelirler fakat kalpleri ; işlerinin, dünyalıklarının, evlerinin ailelerinin yanında kalır. Ancak Muhammed İbni Arabi benim evladımdır gözümün nurudur.Yanıma geldiği zaman tam gelir. Oturduğu zaman tam oturur. Diğerleri gibi geride bir şey bırakmaz. Düşünceleri, kalbi geride olmaz."

AYASOFYA KARARININ MUHTEMEL YANSIMALARI

 ALINTIDIR
(Ayasofya meselesini bir de  bu yönüyle düşünelim)
Aslında her şey 1957 yılında başladı.
İstanbul Emniyet Müdürlüğü'ne resmi bir yazı geldi.
Asliye hukuk mahkemesi, Beşiktaş ilçesinde yaşayan Mariam Binti Ovahim'in derhal bulunmasını istiyordu.
Emniyet aradı taradı, bu isimde bir şahsın bulunamadığını, adresinin tespit edilemediğini, kendisini tanıyan bile olmadığını bildirdi.
Emniyetin bu resmi cevabı üzerine, asliye hukuk mahkemesi kararını verdi, Mariam binti Ovahim'in “gaip” olduğuna hükmederek, Mariam binti Ovahim'in sahibi olduğu gayrimenkule “kayyum” atadı.
Yasal sürenin dolması beklendi.
Yasal süre dolunca, Mariam binti Ovahim'in kayyuma emanet edilen Beşiktaş'taki dört katlı binası Hazine'ye devredildi.

Halbuki…
Mahkeme celbi çıkarılarak polis tarafından aranan ve kayıp ilan edilerek mülküne el konulan şahıs, halk arasındaki tabirle, Meryem Ana'ydı!
Ovahim, hırıstiyanlar için Allah'ın isimlerinden biriydi, Ovahim'in kızı Meryem kastediliyordu, yani devlet tarafından el konulan söz konusu tapunun sahibi hazreti İsa'nın annesiydi!

Çünkü…
Osmanlı döneminde, kiliselerin gelirleri bağışlardan oluşuyordu.
Henüz bankacılık sistemi olmadığı için, bu bağışlar para olarak istiflenmiyor, değerini koruması için gayrimenkul satın alınıyordu.
1913 yılında devlet tarafından tapu uygulamasına geçildi.
Kiliselere emlak beyannamesi gönderildi.
Kiliseler “mülk sahibi” hanesine hazreti İsa, Meryem ana, Cebrail aleyhisselam gibi isimler yazdı.
Tapular bu isimler üzerine tescil edildi, devlet kayıtlarına bu isimlerle kaydedildi.

Bilahare…
Cumhuriyet ilan edildi.
Kiliselerin tüzel kişiliği, azınlık vakıfları haline dönüştü.
1936 yılında, devlet tarafından azınlık vakıflarına beyanname gönderildi, sahip oldukları gayrimenkullerin listesi istendi.
Azınlık vakıfları listeyi verdi, böylece hazreti İsa, Meryem ana, Cebrail aleyhisselam gibi isimler, kiliselere ait mülklerin sahibi olarak Türkiye Cumhuriyeti'nin tapu kayıtlarına girdi.

1955 yılında 6/7 Eylül olayları patladı.
Gayrimüslim azınlığa odunlarla saldırıldı, döve döve kovuldular.
Bu vandallıktan sonra sıra, başıboş kalan mallarına mülklerine çökmeye gelmişti.

6/7 Eylül'den iki yıl sonra…
Milli emlak müdürlüğü, mahkemelere başvurmaya başladı.
Tapuda “mülk sahibi” olarak görünen hazreti İsa'ya Meryem ana'ya Cebrail aleyhisselam'a davalar açıldı.
Kiliselerin bu açılan davalardan haberi bile olmadı.
Polis tarafından mahkeme celbiyle aranan hazreti İsa, Meryem ana, Cebrail aleyhisselam kayıp ilan edildi, tereyağından kıl çeker gibi, mülklerine el konuldu.
Kiliseler durumun farkına vardığında hem iş işten geçmişti, hem de 6/7 Eylül'de yaşadıkları dehşet yüzünden tir tir titriyorlardı, karşı dava açmaya cesaret edemediler.

Beşiktaş, Şişli, Fatih, Beyoğlu, Kadıköy, Sarıyer… Değeri milyarlarca dolarla ölçülen 11 bin 500 gayrimenkule, aynı yöntemle el konuldu.

Sadece İstanbul değil…
İzmir'de Hatay'da Çanakkale'de el konulan gayrimenkuller vardı.

1974'te Kıbrıs çıkartmasından sonra, 1980'de 12 Eylül darbesinden sonra, aynı yöntemle yüzlerce mülke daha el konuldu.

Ve, Akp iktidara geldi.

Avrupa Birliği bastırdı.
Bunlar boyun eğdi.
2008 yılında, AB'ye uyum ayaklarıyla Vakıflar Kanunu çıkarıldı.
Bu kanunla, azınlık vakıflarının 1936 yılından sonra edindikleri ve el konulan gayrimenkullerin kendilerine iade edilmesinin yolu açıldı.

Azınlık vakıfları şakır şakır iade davaları açtı.

Ancak…
1936'dan önce, yani 1913 yılında kişilerin üzerine kaydedilen tapuların iade edilmesi için, o kişilerin bizzat başvurması veya o kişilerin mirasçılarının başvurması gerekiyordu.
Yani…
Hazreti İsa adına kaydedilen gayrimenkulu geri alabilmen için, ya hazreti İsa'yı mahkemeye getirmen gerekiyordu, ya da Hazreti İsa'nın torunlarını bulup mahkemeye getirmen gerekiyordu!

Kanundaki bu kelime oyunu sayesinde, Osmanlı hukukunun uygulamaları Cumhuriyet hukukunu bağlamaz deniliyordu, kiliselerin 1913 yılında devlete kaydettirdiği tapular yok sayılıyordu.

Şimdi?
Ayasofya müzesi, cami yapıldı.

Hangi gerekçeyle yapıldı?
Ayasofya, tapu kaydında cami görünüyordu.
Bu tapu, tıpkı kiliselerin tapuları gibi, 1936'da kayıt altına alınmıştı.
Fatih Sultan Mehmet Han Vakfı adına kayıtlıydı.
Bu vakıf, Cumhuriyet öncesine, Osmanlı dönemine ait bir vakıftı.
Osmanlı devletinin özel hukuk hükümlerine göre vakfedilmişti.
Dolayısıyla, Osmanlı vakıf hukuku çerçevesinde ele almak gerekirdi.

Hukuk bu gerekçeyle eğildi büküldü…
Cumhuriyet'in müze kararı iptal edildi.
Osmanlı'nın vakıf kararı uygulandı.

Böylece, tarihimizde ilk kez…
Cumhuriyet hukuku yerine, Osmanlı hukuku geçerli kabul edildi.
Osmanlı hukuku, Danıştay tarafından içtihat haline getirildi.

Böylece…
Ayasofya cami oldu diye sevinen arkadaşlar, Osmanlı döneminde hazreti İsa adına, Meryem ana adına kaydedilen kilise mülkleri için, milyarlarca dolar tazminat ödemeyi hukuken kabul etmiş oldu!

Azınlık vakıfları, Danıştay'ın Ayasofya kararını mahkemeye sunacak, el konulan mülklerinin iade davalarını çatır çatır kazanacak.
Bu saatten sonra ayak diretmeye kalkarsan, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne gidecekler, çatır çatır tahsil edecekler.

Cümleten tebrik ederim, Ayasofya'da hayırlı namazlar dilerim.(Yazı alıntı olup farklı bir bakış açısı taşımaktadır)

EZEREK VE ÜZEREK ALLAH'A GİDİLMEZ

Müslüman Allah'ın adamıdır, ona kabalık yakışmaz. İbadet zamanında da hayatın diğer sahalarında da kabalıktan uzak durmak gerekir. İbadetlerin hedefi Allah'ın ve yarattığının hukukuna saygı duymaktır. Hayvan, bitki, insan ve tüm varlıklar için kul hakkı esastır. Kul hakkını sadece İnsan(beşer) olarak algılamamak gerekir.
Şeytan en çokta ibadetlerin icrası esnasında musallat olur. Oruç tutanın asabileşerek etrafını kırması ibadetini açlığa çevirir. Namaz kılanın, kılmayanları günahkar addederek kendisini aklaması ibadetlerini yorgunluğa dönüştürür.

KENDİMİZİ TANIMAK

 Peki, kendimizi nasıl tanıyacağız? Aslında kendimizi tanımak başkalarını tanımaktan daha güç... Ne var ki öncelikle kendimizi tanımak zorundayız. Esasen bizim kültürümüzde Hakk’ı bilmenin yolu da kendini bilmekten geçer.
O zaman gelin, sakin bir köşeye çekilelim ve kendi kendimize şu soruları soralım:
1- Fedakâr mıyım?
2- Cehennemden çıkarken veya cennete girerken yanımdakilere ’lütfen siz buyurun’ diyebilir miyim?
3- Bana kötülük yapana da iyilik yapabiliyor muyum?
4- Komşularım, benden kendilerine bir kötülük gelmeyeceğinden emin midirler?
5- Zerre miktarı da olsa kalbimde haset var mı?
6- Düşmanlarımın felaketine seviniyor muyum, üzülüyor muyum?
7- Yüzüme karşı övdüklerinde rahatsız oluyor muyum?
8-  “Ben”  demekten sakınıyor muyum?
9- Başkalarına yük olmama konusunda duyarlı mıyım?
Bu soruları samimiyetle cevaplandırın. Vereceğiniz olumlu veya olumsuz cevaplar ışığında eminim kendinizi daha yakından tanıma imkânı elde edeceksiniz. Doğrusunu söylemek gerekirse, insanı tanımak çok zor... Yukarıdan beri sıraladıklarımızı “körün fili tarifi” olarak değerlendirebilirsiniz. Alexis Carrel boşuna  “İnsan denen meçhul” dememiş her halde...(Prof Ahmet SEVGİ)

BAŞKASINI TANIMAK

Atalarımız “İnsanın alacası (kötü huy) içinde, hayvanın alacası dışında” der. Biz biliriz ki merkep inattır, tilki kurnazdır, deve kindardır. Ama hayvanat nev’inin aksine, insanoğlu farklı farklı karakterlere sahip... Kimin kurnaz, kimin bencil, kimin dalkavuk kimin menfaatperest olduğunu ilk bakışta bilemeyiz. Doğru hüküm verebilmek için birtakım tecrübelerden yararlanmamız gerekir.
Öncelikle belirtelim ki Hz. Ali’nin ifadesiyle “İnsan, dilinin altında saklıdır.” Yüz yüze görüşüp konuşmadan, sohbetlerini dinleyip yazılarını okumadan onu hakkıyla tanıyamayız. Uzaktan davulun sesi hoş gelir misali başkalarının övgüleri yahut yergileri bizi yanıltabilir.
Büyüklerin ifadesiyle, bir insanı iyi tanıyabilmek için onunla yolculuk veya alışveriş yapmak lazım. Borcuna sadık mı, sattığı malın kusurunu söylüyor mu, pazarlık yaparken nalıncı keseri gibi hep kendine mi yontuyor? Yolculuk esnasında lokantada hesap ödeneceği zaman lâvaboya gidiyor mu? Bunlar muhatabımızı tanıma bakımından bizlere önemli ipuçları verebilir. Bir mirası bölüşürken takındıkları tavırlar da insanları tanıma bakımından önemlidir. Mirasın kaymağına konmak isteyenler yahut kur’a sonucu kendine çıkan hisseye razı olmayıp tekrar kur’a çekilmesini talep edenler biliniz ki menfaatlerine düşkün kişilerdir. La Bruyere’in  “Bir insanı tanımak istiyorsanız onu büyük bir mevkiye getiriniz” sözü de önemlidir. Kişinin makam ve mevkisi yükseldikçe, olgun başak misali boynu eğiliyorsa yani tevazusu artıyorsa ne âlâ... Bilakis makam-mevki ile birlikte gurur ve kibri de kabarıyorsa hemen notunu verebilirsiniz.(Prof Dr.Ahmet SEVGİ)

KURBAN İBADETİNİ SULANDIRMAK

Kurban, dinimizin emridir. Tasavvufta kurban için, vücudumuzun(nefsimizin) sigortasıdır denilir. Nasıl ki hayat sigortası yapılır, araç kasko ve trafik sigortası yaptırılır, bu bir nevi güvence verir (ki sigorta hususu Fıkhi olarak izah yapılamamıştır).
Pandemi nedeniyle kurban ibadetinin zorlaştırılması, kesim yerlerinin sınırlandırılması,insanlarımızı bu ibadetten soğutmaktadır. Buna karşılık yardım kuruluşları Kurbanın iç piyasadaki fiyatının yarısına kurban kesilebileceğini ilan ederek Kurban kesmeyin, bedelini verin anlamında insanlarımıza alternatif sunmaktadır.
Geçmişte cemaatin bu şekilde kurban parası toplayarak kurban kesmedikleri anlaşılmıştır. Çünkü, cemaatin efendileri fetvalarını kendi nefislerinden vermekte idiler.
Hak Teala'nın yasakları devlet eliyle işlenirken memuriyet olan Diyanetin farklı bir açıklamasını beklemek mümkün değildir. Aksine, Pandemi süreci nedeniyle vücudumuzun sağlık sigortası olabilecek kurban ibadetinin vatandaşlarımızın bizzat ifa etmeleri teşvik edilmelidir. Aksi halde "ibadet" ücretleştirilecektir. Namazı ben kılamıyorum al sana ücreti sen benim yerime kıl.Ben hacca gidemiyorum al ücreti benim yerime ifa et.denilirse şaşmamak gerekir. Gerek mali gerekse bedeni ibadetlerimize vücudumuz katılmalıdır.

HAKKI BATILDAN AYIRMA GÜCÜ

Cenab-ı Hakk'ın yardımı sayesinde insan bunu başarabilir. Bunun baş şartı Hakk'dan korkmaktır. Korkmak, vücutsal ve kalpsel olaydır. Bir insanın korkması için karşısındakinin büyüklüğünü ve gücünü idrak etmesi gerekir. Küçük çocukta idrak gelişmediği için Allah'a karşı bir korku içinde değildir. Tanıyan korkar.
YA EYYÜHELLEZİNE AMENU EN TETGULLAHE YECAL LEKÜM FÜRGANEN
(Ey iman edenler Eğer Allah'dan ittika ederseniz/sakınırsanız, size Furkan(hak ile batılı ayırt edici anlayışı)verir.
Enfal suresi ayet 29
Bugün hangi Müslüman "Ben Furkan'a sahibim "diyebiliyor?

ŞEYTAN ALİM DEĞİLDİR

Şeytanında diploması vardır, çok bilmiştir ama alim değildir. Haşyet sıfatı olmayana ve ilmiyle amel etmeyene Allah, alim demez. Ancak Allah'ın heybetini göz önüne getirenler, alim sayılırlar. Bu manayı ayette Rabbimiz şöyle buyurur:
"Kim de Rabbinin huzurunda duracağından korkar ve nefsini arzularından alıkoyarsa.
(Naziat 40)
Böyle bir alim başkalarından farklıdır. Diploması olup olmaması da önemli değildir.
Efendimiz buyurmuştur:
Ümmetim hakkında en çok korktuğum şey, dili alim olan münafıktır"
Ahmed bin Hanbel/Müsned-I-22)

MAL SADAKASI-GÖNÜL SADAKASI

Ali Tantavi'nin kızı anlatıyor :
"Biraz fasulye yemeği ve biraz pilav alarak bakır bir tepsiye koydum. Üzerine patlıcan, salatalık ve bir kaç tane kayısı ekledim. Tam dışarı çıkacaktım ki babam sordu:
"Nereye gidiyorsun kızım ? "
"Ninem bunları güvenlik görevlisine götürmemi söyledi" diye cevap verdim.
Bunun üzerine babam:
"Şöyle yap. Mutfaktan bir kaç tabak daha getir. Her bir şeyi ayrı tabağa koy ve tepsiyi güzelce düzenle. Yanlarına kaşık, bıçak ve bir bardak su da koy, öyle götür" dedi.
"Yemek ikram etmek 'Mal' sadakasıdır. Bir şeyi düzgün vermek ise 'Gönül' sadakasıdır. Birincisi karnı doyurur; ikincisi ise kalbi doldurur. Birincisi, güvenlik görevlisine, yardım isteyen dilenci hissini verir. İkincisi, yakın bir dost, iyi bir misafir olduğu hissini verir."
Diye cevap verdi ve devam etti :
"Maldan vermek ile gönülden vermek arasında büyük bir fark vardır. Gönülden olanın hem Allah katında hem de insanlar yanında değeri daha büyüktür."
"Bak yavrucuğum. Yapacağımız ikramlar, sevgi ve iyilikle birlikte olsun. Sakın aşağılayıcı ve küçük düşürücü olmasın"

NEFİS ACABA SIRAT KÖPRÜMÜZMÜDÜR?

Sırat köprüsünü hep ahiretle ilişkilendirsek de hakikatte bu dünyadaki nefsimiz olabilir. Zira, nefsimizi terbiye ederek bu köprüyü bu dünyada iken genişletmiş oluruz. Hakk'ın emir ve yasakları konusunda nefsin isteksizliği ve serkeşliği bizim için zor bir meseledir. Bu yolu genişletmedikçe üzerinde yürümemiz mümkün olmaz. Zira altında dünyanın zevk ateşi yanmaktadır.
Bazı Melami meşrep zatlar söylerler: "Dünyada burada,ahirette burada. Cennette burada, cehennemde burada! "
Sırat köprüsünü burada düşünmek gerekmez mi?

HERC Ü MERC

Efendimiz (sav)'in bir hadisi şerifi:"Kıyamet yaklaşınca, dünya herc ü merc içinde kalır".
Sahabe efendilerimiz sorarlar:"Herc nedir ya Resulallah?" dediklerinde :""Her türlü kargaşa, karışıklık ve savaşlardır" buyuruyorlar.
"Herc" denilen kavga, münakaşa, savaş hali; en dar dairede iki kişi arasında niyet,söz ve beden mücadelesi olarak başlar. Sonrada bu savaş haline alınca  taraf sayısı artar. Kötü niyetle karşı karşıya gelen iki kişi arasındaki her türlü mücadelenin adı hercdir. İki taraf birbirini suçlasa da Efendimiz ölen ve öldürenin cehennemde olduğunu haber verir.Bu durumu ifade eden hadis şudur:
Ebu Bekre es-Sekafi'den rivayet edildiğine göre; Peygamber (sav) buyurdu:"İki Müslüman birbirine kılıç çektiği zaman ; öldüren de ölen de cehennemdedir." bunun üzerine ben :"Ya Resulallah! Öldürenin durumu belli ama ölen niçin cehennemdedir?" diye sordum. Resulullah (sav) buyurdu:"Çünkü o da arkadaşını öldürmek istiyordu" buyurdu.
Buhari/İman -22,Müslim /Kasame -33
Bu hadisi şerifi günümüz hadiseleriyle yorumlarsak Müslüman ülkelerdeki savaşta yer alan her kimsenin akıbeti konusunda ışık vermektedir.
Dün devleti ele geçirme gücünü hissedenler bir şeyler yapmaya kalktı, başarılı olamadı, sonrasında İktidar gücünü kullanarak zulüm yaptı."Zulüm" kelimesi, hak edenler için değil, ibadet yönü ağır basıp niyetleri düzgünler olanların mağdur edilmesidir.

HUYSUZ VİRJİN:SEYFİ DURSUNOĞLU

"Zenne" diye tabir edilen erkeğin kadın kıyafeti içinde kadın rolü oynamasının örneklerindendir. Bu rolü doğuştan gelen bir meyil mi yoksa meslek amacıyla mı yaptığı kendi konusu. 88 yaşında vefat etti. Televizyon seyrettiğim senelerde(yıllar önce) bir programındaki yarışmacı genç delikanlıya şunu söyledi:"Ah keşke senin yaşında olsaydım da hiç param olmasaydı".
Bu tüm nefsani kimselerin dünyadan hiç gitmemek, hep genç kalmak isteklerini gösterir. Ama ellerinde hiçbir şey yoktur. Şöhretin, magazin dünyasının zevkleri onları mest eder de o günlerin hiç bitmeyeceğini sanırlar. Genç olsalar, şöhreti ve akabinde paraya kolayca yeniden ulaşabileceklerini sanırlar. Halbuki tüm takdirat Hakk'ın elinde. Rızk, ömür, tip hepsi Külli İradenin elinde olup insan kendini müstakil ve güç sahibi sanıyor.Huysuz Virjin ısrarla kaçtığı ahirete göçtü. İnşaallah hayırları varsa ona göre muamele görür.

17 Temmuz 2020 Cuma

ALLAH'A ŞİRK KOŞULAN ALANLAR

"VE MİNENNASİ MEN YETTAHİZÜ MİN DUNİLLAHİ ENDADEN(İnsanlar arasında Allah'ı bırakıp ta O'na ortak koşanlar vardır"Bakara 165)
Ayetteki endad kelimesi "nidd" kökünden olup "Allah'dan çok sevilen, sayılan, güvenilen ve kıymet verilen şey"manasınadır. Mesela evladını Allah'dan çok seven, ona Allah'dan çok bağlanan , onu kendine ilah yapmış olur. İnsan malını, mülkünü, evladını sevebilir ancak Allah'dan fazla sevmemelidir. Allah'a şirk koşulan alanlar en genel anlamda üç tanedir:Bunlar sevgi; güven ve takdir etme şeklindedir.
Takdir etme İnsanın, Allah'ın yerine hüküm vermeye kalkışmasıdır. Allah'ın koyduğu hükümlerin içerisine nefsini sokup helal, haram diyerek değerlendirme yapanlar Takdir ve Hüküm vermede Hakk'a şirk koşmuşlardır.
İnsanlar bilmelidir ki; Mülk sahibi yegane Allah'dır bu nedenle mülkünden yararlandırmada, Cennetine kabulde yahut cehennemine sokmada takdir ve hüküm O'na aittir. Biz Cennetin ve cehennemin bekçisi değiliz. Bu yerlerin kapısına durup şu cennetlik, bu cehennemliktir gibi laflar edersek takdire dil uzatıp şirke girmiş oluruz.

NEFİS KÖPRÜSÜNÜN İKİ AYAĞI

Nefis köprüsünün ilk ayağı "Allah'ı unutmamaktır." İkinci ayağı ise nefsi "hevalardan yani yersiz arzulardan kurtarmaktır."Ayet:
VE EMMAMEN HAFE MEGAME RABBİHİ VE NEHENNEFSE ANİL HEVA
"Kim de, Rabbinin huzurunda duracağından korkar  ve nefsini arzularından alıkoyarsa"
(Naziat ayet 40).
Burada yasaklanan heva dediğimiz şeyler, Allah'ın emirlerine uymayan yersiz arzuların tamamıdır.
Allah'ın huzurunda olduğunu unutmayan ve heva denilen yersiz arzuları terk eden kimse  köprü ayakları sağlam ve geniş olan sırat köprüsünden kolayca geçer. Küfür, şirk, nifak  ve harama girmedikten sonra da nefsin hareket alanı çok geniştir.

16 Temmuz 2020 Perşembe

BİRGÜN

Bir gün, Fetö cemaatini devlet içinde büyütüp onların kadrolarından istifade ederek Yargıyı, Emniyeti öncelikle onlara teslim edip, yarının ve emniyetin gözü kara birimleri vasıtasıyla askeri vesayetle hesaplaşma içine girenlerin, kuvvet komutanlarının dahi hesap sorulabilir konumundan zevk duyup amaç için her şey meşru olmasından rahatsızlık duymayıp Paralel devleti kendi elleriyle inşa edenler, bu yapının canavarlaşarak kendilerine döndüğünü görünce "aldatıldık" mazeretine sığınamayacaklarını, ortada işlenmiş ne kadar suç varsa ortaya çıkıp hesap vereceklerini bilmelidirler. Hak Teala'nın verdiği mehil hüküm sürmektedir. Güçlü gözükenler bu mehlin farkında olmayabilir ve mevcut durumu kendi kabiliyeti sayabilir. ADİL VE HAKİM sıfatları celal tecellisi altında zuhura geldiğinde fırtınadan zarar görmeyecek pek az kişi kalacaktır. Rabbim bu gün gelmeden tevbe edip, pişman olarak, mümin kardeşliği ruhunu canlandırmayı ve bu şekilde affa ulaşmayı cümlemize nasip etsin.amin

15 Temmuz 2020 Çarşamba

GERÇEK TEVAZU

Örfümüzdeki tevazu; var olan güzellikleri sahiplenmemek ve "O dedikleriniz bende yok gardaşım" demektir. Hakiki anlamda tevazu gerçek ve hak olanı görerek konuşmak ve gerçeği kabul etmektir. Gerçek olmayan tevazu ise riyakarlıktır.
Mütevazi olmak Hakk'a boyun eğmektir. İncelme arttıkça kul kendi gerçeğini yani günahkar olduğunu görür ve acziyetini fark eder. Algısı genişleyen kul, alıp verdiği nefesi bile hak etmediğini anlar.

BİR MELAMİ DERVİŞ:İSA SAKİN

Gençliğimde diyor 16-17 yaşlarında iken Beni deli diye Bakırköy akıl hastahanesine tedavi için götürmüşlerdi. Baktım, hastabakıcılardan birisi oradaki bir hastayı tokatladı. Birden merhametim galebe geldi, adamın boğazını sol elimin parmakları ile tuttuğumu hatırlıyorum. Kendime geldiğimde vücudumu dayaktan haşat etmişler.
Yanımdaki delikanlıyı sordu bu kim diye? Dedim ,"Bektaşi". Ooo dedi tasavvufun saf adamları. Bunlar var ya bunlar gidip Allah'ın elini öpüp geldikleri halde hiç bundan bahsetmezler ve tecahülü arif (bilen cehaleti) yaparlar ve  sırlarını gizlerler.

ALİYA İZZETBEGOVİÇ'İN TÜRKLERE MEKTUBU!

Bilge Kral Aliye İzzetbegoviç'in, Türklere yazdığı duygu ve nasihat dolu mektup.
07 Mart 2018 Çarşamba 00:38
Merhaba Efendim,
Ben Aliya.
Aliya izzetbegoviç.
Bosna-Hersek'in cumhurbaşkanıyım.
Sizi Devlet-i Aliyye'nin en güzel şehirlerinden birinden, Bosna Sarayı'ndan, sizin daha sık kullandığınız haliyle Saraybosna'dan selamlıyorum.
Bu kısacık sohbetimizde, parçası olduğumuz Avrupa'dan, Avrupa'nın ve Batı'nın aslında ne olduğuna dair bazı tecrübelerimden bahsetmek istiyorum.
Belki bilirsiniz, benim dedem Devlet-i Aliyye'nin ordusunda askerlik yapmıştı, Üsküdar'da. Orada tanıştığı bir Türk kızıyla, ninem Sıdıka ile evlenmiş. Babam Mustafa Bey, bu evlilikten doğmuş. Biz ailece 1927'ye kadar Bosanski Samac şehrinde yaşadık. Bu şehir Sultan Abdülaziz zamanında Müslümanlara tahsis edilmiş, Semendire'den gelen Boşnaklar tarafından kurulmuş. Ben iki yaşındayken Saraybosna'ya taşınmışız. Çocukluğum ve öğrenciliğim Saraybosna'da geçti. Bu dönemde Yugoslavya'da Kara Corceviç hanedanı hüküm sürüyordu. Bu hanedan, 19.yüzyılda Devlet-i Aliyye'ye isyan eden Sırp Kara Corceviç'in kurduğu hanedandı.
Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Corceviçier planlı bir şekilde Müslüman halkı yok etmeye yönelik politikalar uyguladı. Yapılan toprak reformuyla bize ait 10 milyon dönüm toprağa el koydular. Birçok zengin aile, bir gecede her şeylerini kaybetti, Müslümanlar varlıklı uyandıkları günün akşamina fakir bir halk olarak girdi.
Bosna'da üç halk yaşıyordu: Müslümanlar, Sırplar, Hırvatlar. Aslında onlar bizi Müslüman diye ayırmıyorlardı, bize Türk diyorlardı. Sırpların gözünde 1389 Kosova Savaşı'nda burayı fetheden Türkler bizdik yani Boşnaklar. (Siz de sorguladınız mı bilmiyorum ama ben 28 Haziran 1389 ile 28 Haziran 1914 arasında küçük de olsa kurnaz bir bağ olduğunu düşünmüşümdür. Hatırlarsınız, 28 Haziran 1914 günü, Saraybosna'da bir Sırp milliyetçisi olan Gavrilo Princip'in ateşlediği kurşun, Birinci Dünya Savaşı'nı başlatmıştı. Bu savaşın en önemli amacı ise Devlet-i Aliyye'yi çökertmek ve sömürgecilere karşı direnen son kaleyi tarumar etmekti. Bunu başardılar da.)
Boşnaklara sorarsınız, tarihi hafızamızda üç tarihin çok önemli olduğunu söylerler. Birisi bu 1918. ikincisi Devlet-i Aliyye'nin Bosna topraklarından çekilmeye başladığı, Avusturya-Macaristan'ın yavaş yavaş hüküm sürdüğü 1878. Son olarak da artık Türk hâkimiyetinin tamamen son bulduğu ve Sultan Abdülhamid'in resimlerinin duvarlardan indirilip Avusturya-Macaristan imparatorunun resimlerinin asıldığı 1908. Babam o günleri gözü dolarak anlatırdı hep. Çünkü 1908'den sonra biz Boşnaklar çok büyük sıkıntılar yaşadık.
İkinci Dünya Savaşı'ndan önce Sırplar ve Hırvatlar, ülkemizi ikiye ayırmaya karar verdiler. Hangi şehirde kimin daha fazla nüfusu varsa, o şehir o devletin olacaktı. Sırp ise Sırbistan'ın, Hırvat ise Hırvatistan'ın… Türklerin yoğun olduğu bölgelerde Türkler hiç hesaba katılmadan sayım yapılacak-tı. Tuhaf olan ise Bosna'da en fazla nüfusa sahip milletin Türkler olmasıydı. Ikinci ayrışmayı Soğuk Savaş'ın sona er-mesi ve Yugoslavya'nın dağılmasıyla yaşadık. Bu yüzyılın bizce en hazin, en zalim, en yoksul vakitleri, 1992 ile 1995 arasına âdeta sıkıştırılmış o felaket günlerdi. Hele insan onurunun tamamen ortadan kalktığı, vicdanın yok olduğu, insanlığın, evet insanlığın kaybolduğu Temmuz 1995…
Efendim,
Boşnak kime deniliyor? Sırplara ve onları himaye eden Avrupalılara sorarsanız, Avrupa'ya İslam'i yaymaya çalışan Türklere deniyor. Peki, Türklere sorsanız nasıl bir cevap alacaksınız? Çoğu, Boşnaklara Müslüman olmuş Slav bir ırk diye tanımlıyor. Benim için ırk zaten önemli değil. Hele 1992-1995 arasında yaşadıklarımızdan sonra Boşnak isminin anlamı çok değişti. Ben size Boşnak'ı “Kültürünü, dinini, kimliğini sömürmeye çalışan güçlere karşı canı pahasına direnen millet” diye tanımlasam ne dersiniz, bilmiyorum. Benim gözümde, Türkiye'den bize destek olmak için gelen savaşçı la da Boşnak'tır. Bosna ismini duyduğu an, kalbinin bir köşesinde küçük bir sızı hisseden başka milletlerin insanları da…
Dedelerimizin seksen yıl önce Çanakkale'de ve Yemen'de korumaya çalıştıkları şey neyse bizim Saraybosna'da ayakta tutmaya çalıştığımız şey oydu. Dünyayı sömürgeleştirmek isteyen, bunun için bazen dini, bazen dili bazen ırkı, bazen mezhebi kullanan işgalcilere karşı  insanlığı, kardeşliği bir arada yaşama idealini korumak için direndik. Bu idealin adı Bosna'ydı. Boğazı sıkıldı, kurşuna dizildi, aç bırakıldı, tecavüz edildi, yalnızlaştırıldı ve ölüme terk edildi.
o günü hiç unutmuyorum:
Yugoslavya'nın artık dağılacağı belli olmuştu. Slovenya ve Hırvatistan bağımsızlıklarını ilan ettiler, Avrupalı devletler onları hemen tanıdıklarını açıkladılar. Biz, Boşnakların, Hırvatların ve Sırpların birlikte barışla yaşayacakları bir devleti savunuyorduk. Ama Sırplar bizim gibi düşünmüyorlardı. Yugoslavya'nın hiç parçalanmadan, tamamıyla Sırp hâkimiyeti altında Büyük Sırbistan adıyla devam etmesini planladılar. Kimliğimizi yok edeceklerdi, bizi insan olarak bile görmeyeceklerdi. Yugoslavya ordusunun bütün silahlarına, Yugoslavya istihbaratının bütün araçlarına el koydular. Bosna-Hersek olarak bağımsizlığımızı ilan etmeye kalktığımızda Avrupa bizden referandum istedi. Boşnaklar, Sırplar ve Hırvatların katıldığı referandumda % 64,4 bağımsızlık yönünde oy kullanıldı. Biz haklıydık ama o gün Sırp askerleri topraklarımızı, devletimizi işgal etmeye başladı.
Silahımız yoktu. Tankımız, roketatarlarımız, uçaklarımız, bombalama da… Hepsine onlar el koymuştu. Birleşmiş Milletler'e başvurduk. Avrupa'dan ve Amerika'dan adaleti, hakkı, hukuku, yıllardır savundukları demokrasiyi, hürriyet hakkını, kendi koydukları ve var olduğunu savundukları ilkelere sahip çıkmalarını talep ettik. Yardım dilenmedik, para ve silah da… Sadece ama sadece silahsız ve korunmasa halkı koruyacak bazı tedbirler talep ettik. Çünkü Birleşmiş Milletler bunun için kurulmuştu; barışı, demokrasiyi korumak, soykırımlara engel olmak. Toplandılar, bir karar açıkladılar. “Savaşın üstüne savaş eklemek istemiyoruz.” dediler. Silah satışına ambargo koydular.
Bu ne demekti? Bütün Sırplar silahlıydı ama artık ambargo sebebiyle, direnmeye başlayan Boşnaklara silah satışı yasaklanmıştı. Avrupa ve Amerika, Müslümanları, Türkleri yani sizin deyişinizle biz Boşnaklara elimiz kolumuz bağlı hâlde düşmanımızın önüne sürdü.
1200 gün boyunca gece ve gündüz cehennemi yaşadık.
1200 gün boyunca Avrupa'dan, Amerika'dan sesimizi duymalarını bekledik.
Her gün bizi kandırdılar, her gün bizi aldattılar.
Çare bulmak ümidiyle gittiğimiz her toplantının aslında düşmanımıza daha fazla zemin hazırlama çalışması olduğunu fark edince Avrupa'nın ne demek olduğunu anlamıştım
Onlar için biz yoktuk. Avrupa'nın ortasında bir halk, sadece Müslüman olduğu için, hakkını-hukukunu demokrasiyle aradığı için katillerin önüne elleri bağlı halde terk edildi. Ben hatkımı bir savaşın yaklaştığına dair ikaz ettim ama itiraf etmeliyim ki bir savaşın içinde olduğumuzu söylerken bile 20. yüzyılda bir millete soykırım uygulanacağını, hele bunun Avrupa'nın gözünün önünde ve hemen yanında, onların göz yummasıyla yaşanacağını hiç ama hiç düşünmemiştim. (Soykırım elbette soykırımdır. Mesela neredeyse aynı tarihlerde Afrika'da yaşanan ve bir milyon kişinin ölümüyle sonuçlanan Ruanda Soykırımı için Fransa Devlet Başkanı François Mitterand'ın “Oralarda yaşanan şeylerin ciddiye alınmasını gerekli görmüyorum.” dediğini duymuştum. Orası Afrika'ydr Yıllarca Fransızlar ve Ingilizlerin sömürdükleri topraklar. Ben de Fransızların, Ingilizlerin oralara bu kadar umursamaz baktıklarını biliyordum. Biz Avrupa'da olduğumuz için en azından bir sorumluluk hissedeceklerini düşündüm. Yanılmışım.)
Peki, neler oldu Bosna'da?
Bosna, dört bir tarafından Sırp askerleri tarafından kuşatıldı. Boşnaklar, tarihte eşine az rastlanır bir direniş sergilediler. Kendi tüfeğimizi yapmaya çalıştık, kendi silahlarımızı üretmeye uğraştık. Şofbenden bombalar, soba borularından roketatarlar yaptık. Ama hiç tankımız olmadı mesela. Savaşı yaşamayan kişiye onu anlatmak çok zordur. Anlayamazsınız. Dört tarafı dağlarla çevrili bir şehre, her taraftan ateş edildiğini düşünün. Hareket eden her şeyi vurma emri veren bir zihniyet düşünün. Çocuk, kadın, bebek, yaşlı ayırmayan bir yöntem düşünün. Ağır silahlardan 700 bin merminin yağdığı bir şehrin ne hale gelebileceğini hayal etmeye çalışın. Milyonlarca boş kovan… Elinizdeki insani malzemenin tükendiğini… Şehirde gıda bitti, temiz su şebekeleri yok edildi. Elektriğimiz ve gazımız yoktu. Odun ve kömürümüz de… Şehre giriş ve çıkış da yapılamıyordu. Bir kuşatmaydı bu. Çocuklarımız, bebeklerimiz, yaşlıları açlıktan, bakımsızlıktan öldüler. Birleşmiş Milletler, yardım gönderiyoruz diye bize otuz yıl öncesine ait konserveleri, pirinç paketlerini gönderdiler. Bu konserveleri sokağa koyduğumuzda, kapağını henüz açmadan köpekler bile onların kokusunu alıp hemen kaçıyorlardı.
Savaşı yöneten bir lider olarak aldığım en acı haberler, kadınlarımıza ve kızlarımıza yönelik tecavüzlerdi. Maalesef Bosna'nın her tarafından, Mostar'dan, Srebrenitsa'dan bu tür haberler alıyorduk. Bu, Sırp askerlere verilmiş kati bir emirdi. Sırp entelektüellerin teorisini yazdığı etnik temizliğin bir parçası olarak Sırp yöneticiler tarafından kurgulanmış iğrenç bir plandı. Bir gün Brçko'da üç bin kardeşimizin boğazlanıp nehre atıldığını öğrendik, başka bir gün toplu soykırım Kosaraz'da devam etti, peşinden Prijedor'da… Ve sonra bütün Bosna'da…
Biz Sırplara düşman değildik. Onların yöneticilerinin bize ve ortak yaşama idealine karşı çıkmalarına direniyorduk. Yani Sırp devletinin takip ettiği işgal politikasına… Ama düşmanımız yani Sırplar, doğrudan bizim milletimize düşmandı. Savaşta bile olsak, inançlı birer Müslüman olarak Kitab ne emrediyorsa ona göre davranmak zorundaydık. Öyle de davrandık. Bunu, insanlık ve İslamlık onuruyla ve gururla söyleyebilirim. Sırplar, şehitlerimizi gömdüğümüz mezarlarımıza bile tahammül edemediler, hepsini tarumar ettiler. Sadece mezarlarımızı değil, tarih? eserlerimizi de… Yüzyılların kıymeti Mostar'daki köprümüz, Saraybosna'daki NAHIT Kütüphanemiz ki bu kütüphane Avrupa mimari tarzına göre inşa edilmişti. Yıktılar, yaktılar. Yıkılan 1300 camimizi saymaya gerek var mı bilmiyorum.
200 bin insanımızın öldüğünü, binlerce kadınımıza ve çocuğumuza tecavüz edildiğini, insanlarımızın açlıktan kırıldığını ve yüz binlerce vatandaşımızın yurtlarından kaçmak zorunda kaldığını gördükleri halde Fransa, İngiltere, Rusya gibi büyük devletler ne yaptı dersiniz? Onlardan sadece Saraybosna'ya uygulanan ambargoyu kaldırmalarını istediğimiz zaman, Güvenlik Konseyi toplandı ve talebimiz işte bu modern ve demokrat devletler (!) tarafından reddedildi. Ben hem onların, hem Sırpların bana karşı işlediği suçları affedebilirim, askerlerime karşı işledikleri suçları da… Ama söyleyin, hangi sabır, hangi vicdan, hangi inanç onların kadınlarımıza ve kızlarımıza yaptıklarını affettirebilir? Asla affetmeyeceğim.
Bütün bu anlattıklarımdan sonra Batı'nın ve Avrupa'nın Bosna'da yaşanan soykırıma müdahale etmediğini söylemiyorum. yanlış anlaşılmasın. Onlar, bu soykırıma doğrudan ve ‘ok etkili bir şekilde müdahale ettiler: Sırplara yapabilecekleri her türlü yardımı perde arkasında yaptılar, Boşnakları elleri kolları bağlı bıraktılar ve sonunda zeminini hazırladıkları Müslüman kıyımını oturdukları yerden seyrettiler.
Saraybosna'yı, Mostar'ı gezerken göreceksiniz ki bizim şehirlerimizde park yoktur. Bütün parklarımız şehitlerimizin istirahatgâhı. Boşnakların en mahir olduğu işlerden biri de mezar taşıdır. Bu sözün ne anlama geldiğini şehirlerimizin dört bir köşesinde karşınıza çıkacak şehitliklerimizde göreceksiniz. Dünya Bosna'yı o mucizeyi ve onurlu direnişiyle hatırlasın istesem de bizim yüreğimizde sakladığımız ama yine de yüzümüze yansıyan şey “acı"dır. Lütfen bu söz sebebiyle bize acımanız gerektiğini düşünmeyin hatta sakın bize acımayın. Çünkü bahsettiğim bu acı ancak bir Boşnak'ın anlayabileceği ve hakkıyla yaşayabileceği bir histir. Biz acınacak bir millet değiliz aksine bastığımız her adımda gururla yürüyoruz.
Size Bosna hakkında anlatmak istediğim son şey çoğunuzun üstünkörü bildiği, bazı detaylarına vakıf olmadığı Srebrenitsa Olayı hakkında… Bir insanın hayatında karşılaşabileceği en aşağılayıcı, en zalim, en adi günlerin yaşandığı katliam… inanın, o gün Srebrenitsa'da bulunan binlerce Boşnak kardeşimize Allah'ın Kitab'da bize anlattığı cehennemi tarif etseniz, onlar o cehenneme sığınmak için ne yapmaları gerekiyorsa mutlaka yaparlardı. Ama buna bile fırsatları olmadı.
Srebrenitsa, Sırbistan sınırına yakın olan bir şehrimizdi. Birleşmiş Milletler savaş devam ederken burayı Güvenli Bölge ilan etti ve Hollandalı bir asker? birliği şehrin beş kilometre yakınına, Potocari'deki kampa yerleştirdi. Şimdi dinleyeceklerinizi lütfen yüzlerce yıl önce yaşanıp bitmiş bir hadise olarak dinlemeyin. Henüz yirmi yıl önce yaşanmış ve etkileri hâlâ devam eden çok taze bir dramdır bu.
Güvenli Bölge ilan edilen bir yerde "Avrupa'nın ilkeleri” gereği insanlar silahsızlandırılır. Boşnak kardeşlerimiz de Avrupa'ya güvenerek ve artık NATO, BM gibi kurumların ko-ruması altına girdiklerini düşünerek silahlarını teslim ettiler. Fakat 1995'in Temmuz'unda Sırplar, Radko Mladiç komutasında Srebrenitsa'yı abluka altına aldılar. Dağlardan sivil insanlara tanklarla, toplarla saldırmaya başladılar. Çevre kasaba ve köylerdeki vatandaşlarımız, büyük bir korkuyla güvenli yer bildikleri Srebrenitsa'ya sığındı. Şehrin nüfusu bir anda katbekat arttı. Artık bırakın evleri, sokaklarda bile yatacak yer, yiyecek gıda kalmamıştı. Mladiç, bir insanın asla yapamayacağı bir planla silahsız ve korunmasız bu insanların üzerine ateş kustu. Binlerce Boşnak, canını kurtarmak üzere Potocari'deki BM kampına sığındı. Şehir boşaltılmış, yirmi bine yakın masum sivil halk, kampın etrafına kaçmıştı. Gücü yetenler ise ormanlara dalıp Tuzla tarafına doğru koşmaya ve kurtulmaya çalıştı.
Mladiç, askerleriyle birlikte Srebrenitsa'ya girdiğinde yakılmış evler, yıkılmış camiler ve okullarla karşılaştı. Sokaklarda tek bir insan bile yoktu. Büyük bir keyifle gezindiği caddelerde “Nihayet Türklerden intikamımızı alıyoruz, artık onları Avrupa'dan tamamen koymanın zamanı geldi.” diye konuşuyor, askerlerini tebrik ediyordu.
Bugün Almanya'ya gitseniz, sokaklarda karşılaştığınız herhangi bir Alman vatandaşının yüzüne baksanız, Yahudi soykırımı sırasında yaşanan insanlık dışı olayları bu insanların yaptığına inanır mısınız? Ben inanamıyorum. Tıpkı sokakta karşılaştığım bir Sırp'ın o gün Srebrenitsa'da yaşananlar’ yapacağına inanamadığım gibi. Fakat yaptılar. Maalesef yaptılar.
Miadiç, askerleriyle Potocari'deki kampa geldi. Kampa sığınan bütün sivillerin kendisine teslim edilmesini istedi. O gün, orada bulunmalarının tek sebebi, silahsız ve korunmasız hâlde kendilerine yalvaran halkı korumak olan birliğin komutanı, hiçbir direnç göstermeden bu isteği kabul etti. Şimdi gözlerinizi kapatın ve erkek, kadın, çocuk, yaşlı yirmi bin kişinin aynı anda “Bizi teslim etmeyin, öldürecekler.” diye yalvardığını düşünün. Nasıl hüzünlü ve uğultulu bir ses, değil mi? Mahşer yeri denilen bu olsa gerek. Bu sesi umursamamak için ne kadar zalim olmanız gerekir, bir fikriniz var mı? Sizin yoksa da tarihin bir fikri var: BM Bosna Barış Gücü Komutanı, Fransız General Bernard Janvier veya Hollanda Askeri Birliği Komutanı General Tom Karremans olmanız yeterli!
Bombardıman altındaki Güvenli Bölge'yi korumak için bir tek adım bile atmayan bu beyler, yirmi bin masum sivili o gün Radko Mladiç'e teslim ettiler. NATO'ya bağlı uçakların, karargâhtan havalandığını ama Italya üzerindeyken yeni bir emirle geri döndüğünü artık hepimiz biliyoruz.
Peki, o gün orada neler oldu?
Size söylemiştim, bize yapılan her şeyi affedebiliriz ama kadınlarımıza ve çocuklarımıza yapılanlar’ asla affetmeyeceğiz.
Dokuz yaşında henüz ergenliğe girmemiş bir erkek çocuğunu düşünün. Yanında annesi var. Sırp askerler, çocuğun kafasına silah dayıyorlar ve ondan çırılçıplak soydukları kadına yani annesine tecavüz etmesini istiyorlar. Sonunda askerlerin istediğini yapamayınca kafasına yediği tek kur-şunla ölüyor. Bu sırada Hollandalı Barış Gücü askerleri kulaklarına takılı kulaklıkla müzik dinliyorlar.
Bir kadın, kucağında beş yaşında kız çocuğu. İki asker, kızı annesinin kucağından indirmeden kadının ellerini ve bacaklarını iki yana açıp üçüncü bir askerin tecavüzüne yardım ediyor. Bu sırada Birleşmiş Milletler komutanı, askerlerin önderi Mladiç'le aynı masada bira içiyor.
Bir bebek. Kampın etrafındaki binlerce insan gibi ağlıyor. Sesi, askerleri rahatsız etmiş. Annesine “Kes şunun sesini!” diye bağırıyorlar. Kadın bebeğin’ sarıp sarmalıyor, susturmaya çalışıyor ama başaramıyor. Asker “Sen susturamazsan ben sustururum.” deyip elindeki çakıyla bebeğin dilini kesip yere atıyor.
Türk'ün evladı…
Unutma.
Ben Aliya,
Boşnakların içinde herhangi biriyim. O gün bütün Avrupa bizi yapayalnız bıraktı. Üç gün içinde sekiz bin vatandaşımızı katlettiler ve toplu mezarlara gömdüler. Binlerce kadınımıza tecavüz ettiler. Binlerce çocuğumuzu yetim bıraktılar. Henüz mezarların’ bulamadığımız kaç kardeşimiz daha var, bilmiyoruz. önce, hepsini sıraya dizip tek tek öldürmeye başlamışlar. Elinize kazma kürek verildiğini, bir çukur kazdırıldığını, sonra kafanıza bir kurşun sıkıldığını düşünün. Biraz zaman geçince işin çok uzun süreceğini anlıyorlar. Bu kez yirmili, otuzlu, kırklı gruplar hâlinde daha büyük çukurlar kazdırıyorlar. Vatandaşlarımızı bu kuyuların içine atıp üstlerine kurşun yağdırıyorlar. Bu kez de çok fazla mermi harcandığını anlayıp başka bir yola başvuruyorlar. Çukurlara doldurulan kardeşlerimizin üstüne bomba atıp onları paramparça ediyorlar. Onların mezarını biz bulmadık. Kelebekler buldu. Mavi kelebekler. Sadece toplu mezarların olduğu yerde biten bir çeşit bitkiyle beslendikleri için bazı bölgelere kümelendiklerini anladık. Nerede mavi kelebek gördüysek orayı kazdık. Binlerce şehidimizi çıkarıp Potocari'deki şehitliğe defnettik.
Biz “Bosna'da kendi devletimiz olsun.” demedik, onlar dediler. Biz “Bosna'da sadece bizim dinimiz olsun.” demedik, onlar dediler. Biz “Bosna'da sadece bizim kimliğimiz olsun.” demedik, onlar dediler. Bizim Bosna'da savunduğumuz şey, Batı'nın tüm dünyaya göğsünü gererek anlattığı Helsinki Nihai Senedi'ydi, Paris Şartı'ydı, demokrasi ve hürriyet ilkeleriydi. İki yüz bin canımızı kaybettiğimizde, binlerce kadınımız karınlarında kocalarını öldüren askerlerin be-bekleriyle terk edildiğinde, yirmi dokuz günlük bebeklerimiz öldürülüp toprağa düştüğünde Avrupa'nın anlattığı şeylerin koca bir yalan olduğunu anladık. Amerikan Başkanı George Bush'a toplama kamplarını, tecavüzleri, ambargoyu delilleriyle gösterdiğimde verdiği tepki dünyanın nasıl yönetildiğini öğretti bana. Petrol için Irak'a bir gecede savaş açan ama buna demokrasi kılıfı uyduran, yıllarca Afganistan'da, Pakistan'da, Afrika'da, Filistin'de, Hindistan'da askeri operasyon yapan Amerikan başkanı, anlattıklarım’ dinledikten sonra tek bir cümle söyledi bana: “Bosna bizim meselemiz olamaz, o, Avrupa'nın bir iç meselesi.”
Ben Aliya,
Aliya izzetbegoviç.
Unutma, Türk'ün evladı!
Sömürgeciler, bütün ilkeleri kendi menfaatleri için koyuyorlar ve kendi çıkarlarını korumak için denklem kuruyorlar. Onların demokrasi dedikleri, hürriyet dedikleri, aidiyet dedikleri, barış ve hoşgörü dedikleri ilkeler, Saraybosna'da, Srebrenitsa'da, Mostar'da toprağın altına gömüldü. Hem de çok acı hatıralarla… Biz, kendi çocuklarımız en azından tebessüm edebilsinler diye yaşadıklarımızı yeni nesillere anlatmıyoruz, anlatmayacağız.
Ama sen bizim yaşadıklarımızi sakın unutma!
Onlar askerleriyle, basın ve medyasıyla, kurumlarıyla çok güçlüler. Onların güçlerinden değil, ikiyüzlü olmalarından kork.
Biz, senin kardeşin olduğumuz için öldürüldük, boğazlandık, tecavüze uğradık.
Senin hafızana sahip olduğumuz için toplu mezarlara gömüldük, yok edildik.
Türk'ün Evladı,
Bizim korumaya çalıştığımız sancak, Yemen'de, Çanakkale'de, Filistin'de, Kırım'da, Açe'de, Türkistan'da korunmak istenen sancaktı. O, ne bir dinin, ne bir ırkın, ne bir dilin, ne bir mezhebin sancağıydı. insanlığın, tek başına insan olmanın temsiliydi.
Sömürgecilerin karşısında sakın yere düşme. Biz, Çanakkale'den sonra direnişi devam ettiren nesiliz. Sen, direnişin değil, dirilişin nesli olacaksın. Korumak için değil, düzen kurmak için çalışacaksın. Sen varsan biz olacağız. Sen ayaktaysan biz yaşayacağız.
Ama unutma!
Sömürgeciler, seni tamamen Asya'ya sürmek için planlarını adım adım işletecekler. Bir gün sıra sana da gelecek. Seni yok etmek için bin yıldır hazırlananlar, bir gün bile durmadan çalışıyorlar.
Sen Türk'sün. Bir ırk, bir din, bir mezhep değilsin, olamazsın.
Batı, Haçlı Seferlerini düzenlerken Araplara Arap demiyordu, Türk diyordu. Çanakkale'de Kürtleri boğazlarken onlara Kürt demiyordu, Türk diyordu. Ne zaman ki onların çıkarı için yeni devletlere ihtiyaç duydu, Arap'a Arap demeye başladı. Seni ondan, onu senden ayırdı. Bugün de Kürt'ü senden, seni Kürt'ten ayırmak için gece ve gündüz çalışıyor. Türk'ün Evladı,
Biz Boşnak'ız ama Türk'üz de. Sen de kalbimde taşıdığım acıyı taşıdığın kadar Boşnak'sın. Utanacak tarihimiz, saklayacak hafızamız yok. Sırp'a karşı sorumlu olduğumuz için değil, yasayla zorunlu kılındığı için değil, kimimiz dinimiz, kimimiz milletimiz, kimimiz Kitabımız, kimimiz ahlakımız sebebiyle vicdan sahibi olduk. Birileri öyle istediği için değil, vicdan bunu tarif ettiği için hiçbir milletin diline, dinine, mezhebine karışmadık. Mezarlarıni çiğnemedik, ibadethanelerini yıkmadık, kadınlarına tecavüz etmedik, bebeklerini boğazIamadık.
Sen var olmak zorundasın.
Bu yüzden bir ve beraber olmak zorundasın.
Sömürgecilerin tezgâhlyla saflara ayrışmamalısın.
Türk'ün Evladı,
Bizi,
onların bize yaptıklarını,
ve sorumluluğunu
sakın unutma