30 Eylül 2020 Çarşamba

PEYGAMBER VE EVLİYA HAKK TEALA'NIN ALETİDİR

Kalem katibin, kılıç gazinin, keser marangozun elinde alet olduğu gibi ,insanlar da Hakk'ın aletidir. Aletten meydana gelen her hareket , onları kullananlardan kaynaklanır. Çünkü alet irade ve tercih sahibi değildir, kendi kendine hareket edemez. Aletten iyi kötü ne gibi fiil meydana gelirse, hakikatte o iş , aleti kullanan şahsın işidir ve ondan südur etmiştir. Bundan dolayı enbiya ve evliya da Hakk'ın aletleridir.ve onlarda yetki sahibi olan Hakk Teala'dır.Bundan dolayı onlardan ortaya çıkan hal ve hareketleri Hakk'dan bilmeli ve cemalullahı onlarda seyretmelidir. Çünkü "Allah ile sohbet etmek isteyen kimse tasavvuf erbabıyla sohbet etsin" denilmiştir. İnsan vücudu su küpü gibidir. Fakat Enbiya ve evliyanın vücut küplerinden deryaya yol vardır. O küpte ne varsa deryadandır. Fakat halk böyle değildir. Onların ceset küplerinin deryaya bağlantısı yoktur. Halk, surete aldanıp evliyayı da kendisi gibi sanır. Şeyhin vücut küpü Hakk'dan hayat kazanmıştır, onun deryasına daima bağlantısı vardır. Zahirde görünen şeyhin küpü, cismidir. Hakikatta Hakk'ın deryasıdır. Onu küp zanneden ahmaktır. Dünyada bütün yoksul ve zengin Hakk Teala'nın yüzünü evliyada görürler. Çünkü Evliya, peygamberin neslidir, mirasçısıdır, devamıdır. Peygamberi seven, evliyayı da sever. Evliyayı, enbiyadan ayrı gören ya cahildir ya deli veyahut çocuktur. Mesnevi'de başlangıçta bu husus bakkal ve şaşı çırak örneği ile anlatılır. Bakkal çırağına emretmiş içerideki bardağı getir diye. Çırak şaşı olduğundan içeride iki bardak görmüş "Usta bardak iki tane hangisini" demiş. Usta anlamış, birini kır diğerini getir deyince, şaşı çırak bardağın birini kırdığında diğerinin de kaybolduğunu görmüş. İnsanlardaki şaşılık, evliyayı kendisi gibi sanmasındandır. Keza evliyanın birini gücendirirsen hepsini gücendirmiş olursun.çünkü onlar manen birdirler.İsimleri yüzlerce de olsa sahip tektir.

ALLAH ADAMI İMKANSIZLARIN MADENİDİR

Ölünün diriltilmesi,bir el işareti ile gökyüzündeki ayın ikiye bölünmesi, parmakların arasından su fışkırması,kayadan pınarların akması, denizin ikiye ayrılması v.s gibi Allah Peygamberlerinden sadır olan ve aklın imkansız dediği mucizeler Allah adamlarından zuhur eder. Allah adamları, ölmeden evvel ölmüş olduklarından Hak Teala kudretini onların cisimlerinden(suretinden) gösterir. Ölülere ruh bahşeder. Ancak nasibi olmayanlar bu imkansız olan, akla aykırı olan hususları görseler dahi inkar ederler, tevil ederler,"sihirdir" derler. Peygamberlerden zuhur eden bu mucizeler iyilerin iyiliğini artırır, kötülerin kötülüğünü değiştirmez. Münkir olanlara ne mucize tesir eder, ne de vahiy.

29 Eylül 2020 Salı

YERYÜZÜNDEKİ ALLAH'IN HALİFESİ:KUTUP

Kutup olan şeyh, yeryüzündeki Allah'(C.C)'ın halifesidir. Hakk'ın tecellisi ilkin ona gelir. Sonra derecelerine göre herkese ondan dağılır. Halk bunu bilmezse ondan bir şey eksilmez, herkesin hayatının kendinden olduğunu kesin olarak bilir. Halk şeyhlerini tanımaz ve bilmezlerse bundan şeyhe bir ziyan gelmez.

ZUFA BİTKİSİ

Zufa bitkisinin kalp çarpıntısının izalesine ve göğüs rahatlığına iyi geldiği hususunu Şeyh Osman Seraceddin hazretlerinin dedesi Şeyh Ziyaeddin hazretleri tavsiye etmiştir. Hak Teala Nakşibendiyye silsilesindeki bu aileye tıbbi tababet hususunda ilim vermiş olup, çaresiz gözüken bir çok hastalıklar, bu zatların tavsiyesi ile şifaya kavuşmuştur.

ŞEYTANIN GİREMEDİĞİ SURET

Şafi mezhebi büyüklerinden Halepli Sefiri hazretleri demiştir ki:"Şeytan hiçbir zaman kendini Resulullah Efendimiz gibi gösteremediği gibi, evliya suret ve şeklinde dahi gösteremez".

27 Eylül 2020 Pazar

PEYGAMBERİMİZ'İN (sav) UYGULADIĞI CİHAT

Cihad, beş farzdan sonra, bir Müslümandan istenilen emirdir. Beş Farz malumdur. Cihad küçük ve büyük cihad olarak ikiye ayrılır. Büyük cihad olan nefsi emmare ile mücadele gerçekleşmeden küçük cihad düşünülemez. Bir kimse şeriatı izler, akidesini doğrultur, helal ve haramın ne olduğunu anlar ve öğrenir. Arif bir mürşid himayesinde onun irşadı ile pas ve kirden kurtulur. Müslümanlar bu konumda birlik ve beraberlik içinde olurlar. Mani olucu güzel bir güç ve kuvvet oluşturduktan sonra hakları ve vatanları elinden alınan, zulüm altında bulunan Müslümanların, mallarını, canlarını, ırzlarını, dinlerini koruyup müdafaa etmeleri için Yüce Allah (C.C.) onlara izin verir. İşte Efendimizin bu tarzdan gayri bir cihada kalkmamıştır.

DİL

Dil, Hak Teala'nın acaip kudretindendir. Görünürde bir et parçasıdır. Gerçekte, onun tasarrufu altındadır. Bütün vücudda olan nesneler, belki yoklukta olan nesneler de onun tasarrufundadır. Belki aklın vekilidir ve hiçbir nesne aklın kapsam dışında değildir. Vehme yahut hayale gelen her şeyden dil haber verir. Diğer uzuvlur böyle değildir. Renkler ve şekillerden başkası gözün tasarrufunda değildir. Sesten başkası kulağın tasarrufunda değildir. Her uzuv bir yere tasarruf eder , daha fazlasına etmez. Dilin tasarrufu, gönlün tasarrufu gibi her yere ulaşır. Dil gönülde olan suretleri alıp onlardan haber verir. Dilden gönle nice suretler ulaşır. Mesela dil huşu içinde yalvarsa ve ağlasa, gönül bundan acıma ve tasa sıfatını alır ve gözden yaş çıkmaya başlar. Gönülde dille söylenen uygun bir sıfat ortaya çıkar. Dil batıl söz söylese gönül kararmaya başlar. Hak sözler söylemeye başlasa aydınlanmaya başlar. Yalan söylese gönül kararır. Dilin şerrinden ve afetinden sakınmak, dinin lüzumlu işlerindendir.

DÜNYAYA BEDEL ALTI ŞEY

Afiyetle yenen yemek, azaları düzgün evlat, uygun arkadaş, şefkatli idareci, düzgün konuşma, kamil akıl.

TARİKAT EHLİNİN SİYASET VE PARTİ İLE UĞRAŞMASI

Bu hususları bir mektupla mürşidinden soran birisine hazret cevap vermiştir:"Bir insan kendini ne olacağı belirsiz, karışık işlerle emniyet altına alamaz. Nitekim çok önemli bir konu olan bu iş hakkında Hak Teala İsra suresi 36 ncı ayetinde buyurmuştur ki:"Bilmediğin bir şeyin arkasına düşme. Çünkü kulak, göz, gönül hepsinden sahibi sorumlu tutulacaktır"

İMANIN KEMALATI İÇİN

Tarikata intisap eden mürit, tarikata mükemmel vakıf olan nasihat verici, uyarıcı,alim ve kamil olan bir şeyhi izlemesi gerekir. Bir mürid bir şeyhe nefsini teslim etmediği takdirde ilahi muhabbetten uzak kaldığı gibi mesafe alamaz. Mürid mürşidinin elleri arasında tıpkı bir ölünün, yıkayıcıya teslimi gibi olmalıdır. Şeriat boyutundaki karşılığı olan ayet:"öyle değil! Rabbin hakkı için onlar, aralarındaki karışık işlerde seni hakem kılmadıkça, hem de verdiğin hükümden dolayı can sıkıntısı duymaksızın sana tamamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.(Nisa 65) bir kul Müslüman kardeşine yardım ettiği sürece, Allah (c.c.)' ta o kulun yardımcısı olur.

TARİKAT BİNASININ TEMELİ

Ulu tarikata tutunmak ve şereflenmek kerametleri ve fevkalade şeylere ulaşmak değil tarikat binasının temeli ayıplarla örtülü olan zalim ve kabahatli nefsi emmareyi ıslah edip temiz ve pak etmek, onu bu gibi illet ve afetlerden kurtarmak, ilahi sevgi ve yakınlığa ehil olacak bir yakınlığa getirmektir.

KOLAYLIĞIN TERKİ

Tarikata yeni girenler başlangıçta sabırlı, kararlı olmalı, kolaylığı terk etmelidir. Burada azmetmek ve kolaylığı terk etmek insanların düşündüğü gibi kısa namaz kılmayı reddetmek değildir. Bu sözlerden maksat ve murat; yemek, içmek ve giyinmekte fazla özentiden kaçınmak, bunları azaltarak sadeliğe yönelmektir. Bunlar her ne kadar mübah iseler de azaltılmalarında fayda vardır. Nafile ve farzlarda, Allah (CC)'ın rızasını kazanmak için kolunu sıvayarak çalışmak, fakirlere ve muhtaç kimselere yardım etmek, pek çok ecir ve sevap getirir.

ZULMEDENLERE MEYLETMEK

"ZULMEDERNLERE GÖNÜLDEN MEYL ETMEYİN. Yoksa size ateş dokunur.Allah'dan başka da sizin hiçbir dostunuz yoktur. Sonra O'ndan yardım görmezsiniz. (Hud suresi ayet 13) Bu ayette ifade buyrulan ateş'in bu dünyadaki karşılığı, zalimin dönüp kendisine muhabbet eden kimseye zarar vermesidir. Eğer zulmeden bir toplumun idarecisi ise, destekçilerine vereceği ateş azabı, onları kötü idare neticesinde mağdur etmek. Ekonomik sıkıntı, akrabalarını makamlara getirip liyakati olanları boşta bırakmak gibi sayısız sonuçlardır.

GIYBETİ NEFSİMİZDEN UZAKLAŞTIRMAK

Kolay gibi görünen ancak uygulamaya kalkışıldığında zor olan bir husus. Gıybetin altında nefsin emmarenin hilesi mevcuttur. Cünkü gaflete düşüp kendinizi büyük görme hastalığı vardır."Gıybeti nefsinden uzaklaştıran Allah'ın rahmetini kazanmış olur" buyrulmuştur. Herhangi bir kimse gıybete sebep olacak bir harekette bulunursa , o kimse suçun ortağı olmuş olur. Yine bir kimse bir gıybeti duyar ve bunu yapanı uyarmazsa , o suçun ortağı olmuş olur. Hak Teala gıybeti duyanlarla ilgili olmak üzere Maide suresi 41 ayetinde buyurur:"Ey Peygamber! Kalpleri inanmamışken, ağızları ile 'inandık' diyenler, yahudilerden yalana kulak verenler ve başka bir topluluk hesabına casusluk yapanlardan inkara koşanlar seni üzmesin.Sözleri asıl yerlerinden değiştirirler de 'böyle bir fetva size verilirse, alın, verilmezse kaçının' derler. Allah'ın fitneye düşmesini dilediği kimse için , Allah'a karşı senin elinden bir şey gelmez. İşte onlar Allah'ın kalplerini arıtmak istemediği kimselerdir. Dünyada rezillik onlaradır.Ahirette de onlara büyük bir azap vardır" Bu kötü huy, dedikodu ve gıybet yüzünden, müslümanlar arasında kin, nefret, birlik ve beraberlikte dağılma, tefrika artmış bulunmaktadır. Gıybet edenler bunu suyu içmek gibi önemsiz görüyorlarsa da Allah(CC) katında en nefret edilecek suç olduğunu bilmelidirler. İnsanın en dikkat edeceği şey; gaflet ehlinden, bidatçilerden, yalancı ve hilekardan, şerden, zulümden uzaklaşmaktır. Bu gibilerle dostluk ve yakınlıktan kaçınmalıdır.

SEVİLEN MÜRİD

Tarikat-ı Nakşibendiyye Şeyhlerinden Şeyh Osman Seraceddin hazretleri sevdiği müridi şöyle tarif etmiştir:"Niyet ve akidesi saf ve temiz olan, her türlü şaibeden uzak, iş ve amelinde, ibadetinde sessizce çalışan, orucunu, zikrini ihmal etmeyen, açlık üzerinde sebat eden, nimetleri hatırlayıp , şükreden, başkalarının vaaz ve nasihatlarını dinleyen, mensubu olduğu yola bağını muhafazaeden, namazının şart ve arkanını en güzel bir surette , Allah(C.C)'a tam itaat ve huşu ile yerine getiren bir kişi olsun.

SERBEST İÇTİHAT SAHİBİ OLMAK

BU YOL KIYAMETE KADAR AÇIKTIR. ANCAK NEFSİNİ TEZKİYE edenlere açıktır. Nefsinden temizlenmiş olanlar Cenab-ı Resululah'ın ruhaniyetinden yardım alarak zamanın getirdiği sorunların çözümüne ulaşabilirler. Diğer insanlar da böyle bir zata takliden tabi olarak sorumluluklarını yerine getirirler.

ŞERİATLARIN TEKAMÜLÜ

Hz. Adem (a.s) dan önce insan olmadığı için şer-i hükme ihtiyaç yoktu. Bir çocuğun evvelce olmaması, sonra doğması, gençlik, kemalât, ihtiyarlık gibi devrelere kıyasla; ezelde şeriatın olmayışı, daha sonra elçilerin gönderilmesi ile gelişmesi,gençlik devrini yaşaması ve Efendimiz (SAV) ile birlikte vefatına kadar, Nübüvvet ve şeriat kemal ve olgunluk devrini yaşamıştır. Veda haccı hutbesinde "Bugün dininizi tamamlayarak, kemale getirdim" buyurmuştur. Kemal ve olgunluğa erişince elçi ve peygamberlerin gönderilmesine lüzum kalmamıştır. Kur'an kıyamete kadar bütün ahkamı içinde toplayan bir kitaptır. Kuranın hükümlerini Arap lisanına vakıf olanlar zahiren, Batini hükümlerini öğrenmek için evliyalar, alimler, taklitçiler, ferdi içtihat sahiplerinden faydalanabilirler.

ÇORUMLU MECZUP TIKI

1937’de doğmuş, 17 Ocak 1971’de ölmüştü. O, Çorum’un namlı bir külhanbeyiydi. Öyle ki Çorum'un leblebisinden, 7-8 Hasan Paşası’ndan daha meşhurdu. Yani bir dönem Çorum’un simgesi olmuş; Çorum sokaklarının, Çorum caddelerinin gariban bir kabadayısıydı. Ve o, kelimelere bastıra bastıra konuşur, adeta her kelime arasına noktalı virgül kor, ‘r’leri söyleyemez, az konuşur, sert konuşur, öz konuşur idi. Ceket omuzda, ayakkabının topuğuna basar, elinde iri bir tespih, belinde bıçak eksik olmaz, göğsü jiletlenmiş, gömleği yarıya kadar açık, boyu 1.50 idi. Yılın üçte birini cezaevinde, üçte ikisini dışarda geçirir; soğuklar çıkınca hazırlığa başlar, 4-5 aylık bir suç araştırır; elbette cezaevinde de yeri hazırlanır; mahkûmlar, Tıkı abisini bekler idi. *** Bir keresinde bir hâkimin önünü kesip: “Hâkim bey, bana şöyle 4-5 aylık cezası olan bir suç söyler misin?” diye sormuş. Onu iyi tanıyan ve bu soruyu niçin sorduğunu bilen hâkim de: “Büyük bir devlet memuruna küfredersen sana bir kış yetecek cezayı veririz” deyince; “Senden iyisini mi bulacağım Hâkim Bey? Senin ......” diyerek o kışı da kurtarmış idi. *** Ve Tıkı hacı olur... Çorum’a bir gün panayır gelir. Tıkı her gün oradadır. Halka atma bölümündeki Roman kıza âşık olur. Panayır Çorum’dan gittiğinde o da birlikte gider. Sonra kovulur, Çorum’a geri döner. Ama fena halde dövülmüştür, üstü başı parçalanmıştır. Güç bela bir kamyona biner, Ankara’ya gelir. Zaman hac mevsiminden dönüştür. Çorum hacıları Çorum’a dönmektedir. Tıkı, tam iki gün bedava Çorum’a götürecek otobüs arar, yalvarır yakarır ama otobüs bulamaz. Sonuçta bir tanıdığı aracılığı ile hac otobüsünde bir kişilik yer bulunur. Şoför Tıkı’yı tanır. “Bu bizim Tıkı” der ve otobüse alır. Çorum’da hacıları bekleyenler, hac kafilesinin içinde Tıkı’yı da görürler, önce şaşırırlar, “bu sarhoşun işi ne burada” derler, sonra elini öperler ve “Allah kabul etsin” derler. Ve Tıkı olur hacı! *** Tıkı’nın hacı olması Çorum’a yayılır. Gitmedim dese de kimse inanmaz. Tıkı’dan beklenmeyen bu durum, Tıkı hakkında ‘ermiş’ söylentilerine yol açar. Tıkı gibi bir sarhoşun hacca gitmiş olması “Tanrının bir mucizesidir...” derler. O, gitmedim dese de “Ermiş kişi hacca gittiğini söylemez...” derler. Büğdüz köyünün Muhtarı Memiş Ağa: “Kabe’yi tavaf ediyorum, birden tanıdık yüzle karşılaştım. Enver (Tıkı) kardeşim sen misin dedim, cevap vermedi. Sicim gibi gözyaşı döküyordu. Şeytan taşlarken de hemen arkamdaydı, tanımazdan geldi...” der. Ve o dönemin yerel bir gazetesinde bir haber: “Bir sırrı açıklıyoruz...” diye başlar, “Şehrimizin tanınmış kabadayısı Enver’in (Tıkı) hacca gittiğini kuşkusuz önceden biliyorduk...” diye devam eder. Tıkı’nın “ne zorluklar çektiğini, o mübarek topraklarda kimlerle karşılaştığını...” anlatan uzun bir yazı olur. Tıkı, o gün bu gazeteyi evire çevire okur ve “Vay anasını be! Neler yapmışım!” der. *** Tıkı, koyu İsmet Paşa’cıdır. Sokaktan kurtarmak için CHP İl Başkanlığı’na kapıcı olarak alınır. Ancak kavrayamadığı bir durum vardır Tıkı’nın; Parti binasında herkes birbirine bağırır çağırır, sonra kim kimi şişleyecek diye beklerken biraz sonra canciğer dost olunur. Tıkı’nın raconuna ters gelir bu durum. Ama Tıkı’nın beklentisi de vardır. Şarap fiyatlarının ucuzlaması, tüm işçi ve yoksullara ayda iki kilo bedava şarap verilmesi, yanında köfte-ekmek verilmesi... Bu taleplerini il başkanına bir bir anlatır. Günlerden yerel seçimlerdir. Seçim çalışmalarına da katılır Tıkı. Ama diğer siyasiler gibi sözler bulamaz. Raconuna uygun olarak karşı adaya ana-avrat küfreder. Şikâyet edilir, tutuklanır, üç gün yatar çıkar. Sorgulamada hakime “kimseye küfretmedim hakim bey, o belediye başkanı olacak ....... küfretmeye değmez be” der.

ÇORUMLU MECZUP "TIKI"

Gerçek adı unutulur olmuştu, Tıkı olarak bilinirdi. Ama iyi niyetli bir komiserin taktığı "Kalender" lakabıyla hitap edilir olmuştu. Ancak yine de kimilerinin korktuğu, kimilerinin horladığı, kimilerinin acıdığı bir kabadayıdır o. Ama duyan, düşünen, acı çeken, kin duyan, nefret eden, seven, daha birçok insana özgü özelliği içinde saklayan bir kişiliktir o. Belki de ifade edemediği bir itirazın onda oluşmuş, ete-kemiğe bürünmüş, Tıkı diye görünmüş kimliğidir o. Düztaban olduğu için askere alınmamış olmanın da ezikliği ve büyük öfkesi vardır onda. *** İşte bu nedenlerle Tıkı, bir işte çalışmak ister. Valiye çalışmak istediğini söyler. "Çalışmaya, namusumla yaşamaya, saygı görmeye karar verdim. Bana iş bul..." der. Çimento fabrikasında iş bulunur. İşe başlar. Ama döner fırının altını meyhaneye çevirir Tıkı. Üstelik diğer işçileri de etkiler. Çözüm olarak, fabrikanın saygın kişilerinden Necdet Usta "sen fabrikaya gelme, her aybaşında gel maaşını al" der. O da öyle yapar. Ama bir süre sonra fabrikadan ilişiği kesilir. *** Tıkı öksüz büyümüştür. Ama komşu kızı Bediş vardır. Bediş'in alfabesi vardır, Tıkı'nın yoktur. O zaman 7 yaşındadır Tıkı. Bediş okuldan, Tıkı Bediş'ten öğrenir okumayı. Tıkı hapisteyken Rahime Hanım, kızı Bediş'le sürekli bir şeyler yollardı. Bediş de harçlığından biriktirdiğini Tıkı'ya verirdi. Ama Tıkı kabul etmezdi. Tıkı Bediş'i kardeşi gibi severdi. Tıkı'nın kardeşi sanıldığından Bediş'i kimse rahatsız edemez, laf atamazdı. Bediş büyür, gelin olur. Bediş'in düğününe, Tıkı şık bir kıyafetle gelir. Herkes şaşırır. Çünkü Tıkı hiç böyle görülmemiştir ve de böyle düşünülmemiştir. Tıkı, hisseli bağları satıldığında Bediş için aldığı, 10 yıldır sakladığı iki bileziği Bediş'in koluna takar. Bediş bundan çok duygulanır, gözleri dolar. Ve "Bu bilezikleri bende saklayacağım. Bir gün sen evlenirsen senin karına takacağım" der. Tıkı, "Olur mu Bediş, olur mu? Ben onları Bediş'in diye kaç yıl sakladım biliyor musun? Hem ben evlenmem, benden koca olmaz, ben sarhoşun tekiyim. Sokakta büyümüşüm ben" der. *** Ve Tıkı hiç evlenmeden, dünya evine girmeden, daha doğrusu hiç gün görmeden bir hastane köşesinde ölür. Arkasından, her gün ziyaretine gelen Bediş ağlar, gözyaşı döker. Bir de anasız babasız yetim büyüyen hemşire Selvi ağlar, gözyaşı döker. Tıkı'ya görkemli bir cenaze töreni yapılır. Ve Tıkı'nın mezar taşma; "İlimizin efesi, sokaklarımızın süsü, Tıkı'nın ruhuna Fatiha" yazılır. Ne yazık ki, Tıkı'nın mezarındaki bu yazı, mezar taşıyla yok olmuştur. Mozaikten yapılmış mezar çökmüş, yan yatmıştır. Mezar kayıtlarında ismi bile yoktur. Zaten 'İzgi' ailesine "ölürsem beni size ait mezarların yanma gömün; benim kimsem yok, sizin mezarları ziyarete gelenler belki benim için de dua okur" demiştir. Ve de öyle olmuştur. Gönül ister ki, Sayın Belediye başkanı Muzaffer Külcü, bir dönem Çorum caddelerinin sesi, sokaklarının süsü olmuş bu kişinin mezarını yaptırsın, mezar kayıtlarına işlensin... *** Evet, bir dönem gece ve gündüz Çorum sokaklarının sesi ve süsü olmuş Tıkı hatırlanır da arkadaşları hatırlanmaz mı? İşte onun yaşamında önemli yeri olanlardan bazıları: -Tıkı'nın kollayıcısı, Kemal Tahir'in roman kahramanı arzuhalci Kerim. -Tıkı'nın cezaevlerinden ihtiyaçlannı karşılayan öğretmen Şerafettin Kavaklı. -Tıkı'nın içkisinden, yemeğinden hiçbir zaman hesap almayan lokantacı Karahacı. -Çok samimi cezaevi arkadaşı, Karahacıyı vuran Şafak Nuri. -Tıkı'yı bedava tıraş eden, koyu İsmet Paşacı Tıkı'yı Demokrat Partili yapmaya çalışan, ama yapamayan 'Hükümet Ahmet' namıyla biline berber Ahmet Tezel. --Tıkı'yı yazan, Avukat ve Çorum 1 Noterliği yapmış olan İbrahim Destanoğlu. -Çok zaman Tıkı'nın sığınak yeri olan Güpür hamamının sahibi hamamcı Enver. -Yine Tıkı'nın kollayıcılarından 'Gizir Kazım' namıyla sağlık memuru Kazım Ecdaroğlu. -Tıkı'nın maddi manevi koruyucusu, İstanbul Hukuk Fakültesinde son sınıfta kaldığı tek dersinden geçer not alamadığı için öğretmenini öldüren cezaevi arkadaşı Mehmet Taşkesen. -Mahkûmların 'Baba' diye çok sevdikleri Cezaevi Müdürü Turan Kaynaroğlu. -Davalarına bakan ve de özellikle onun bakmasını istediği Hakim Abdullah Tanyel. -Ve 'Kara Sevda Atilla' olarak bilinen ve bu bilgilerin kaynağı olan Atilla Laçin. *** Aslında Tıkı'nın yaşamında yer almayan Çorumlu kalmamıştır diyebiliriz. İşte meyhane arkadaşı Hüsnü Güloğlu, gardiyan Çerkez Ahmet, öğretmen Rumi Güven, Kenan Sabuncu, Çimentodan Necdet Usta, ayakkabıcı Nedim Usta, Ahraz Fikri, Cezaevi Müdürü Hüseyin, balatacı Hasan Usta, gardiyan Deve Salim, kebapçı Fadıl ve daha niceleri... *** Elbette bu bilgilerin kaynağı İbrahim Destanoğlu'nun, Musa Uysal'ın Tıkı'yı anlatan kitapları ve Atilla Laçin'di. Ve de Tıkı, iki köşe yazısıyla ancak bu kadar yazılabildi.

ÇORUMLU MECZUP "TIKI"

Her kentin kendi ile özdeşleşmiş insanları, o insanların masalsı hayatları mevcuttur. Şehirler insanları kucaklarken, her caddede, her sokakta büyülü derinliklerde masallaşmış insan hayatları vardır. Çorum’da yaşayan Enver Etdemir, nam-ı diğer 'Tıkı' bunlardan biridir. 1.20'lik boyu, manda boynuzu gibi kocaman kalın bıyıklarıyla şehrin 'efesi'dir o... 'Tıkı' deyince Çorum'un köyünde kentinde adını duymayan, onu bilmeyen yoktu. Yediden yetmişe kadın erkek, yaşlı genç herkes de severdi onu. Kimse kusurunu görmez, hatasını yüzüne vurmazdı. Onun kollarını yana aça aça öyle bir yürüyüşü vardı ki, insan izlemeye doymazdı... Tıkı kentin belalısıydı ama sokakların da süsüydü. Onsuz kent sessiz, sokaklar ıssızdı. Bir yere gitse yokluğu hemen belli olurdu. Onun gür sesine herkes alışkındı. Tıkı’nın sesinden sokak kabadayıları bile korkardı. O birine sataştı mı yandım Allah! Birisi onu dövmeye kalksa, “Adam şuna uyar mı? Adam şunu döver mi? Ayıp yavu” derlerdi. Tıkı’ya ses çıkarmasan o sana vursa, “Yuh be! Adam şundan dayak yer mi?” derler, adamı kınarlardı. Sözün kısası Tıkı’ ya bulaşmak, onunla dalaşmak göze alınacak şey değildi. Ama bunun sebebi kendi gücü değil toplumun onu sarmalayan sevgisiydi Tıkı konuşurken “R” harfinin yerine “L” harfini kullanırdı. Ama kekeme filan değildi. Konuşmada güçlük çekmezdi. Onu herkes tanır ya, koca kentte Tıkı’nın tanımadığı aile de yoktu. İsmen tanımadıkları çıksa bile, bütün aileleri soyadları veya lakapları ile mutlaka tanırdı. Ona dostça bakanlara, içten selam verenlere o da dostça bakar, elini göğsüne koyarak “bil emlin val mı abi” der eğilerek selam verirdi. Tıkı’ya bakıp beğenmemek, ona gülmek, onu ciddiye almamak, onunla alay etmek epey riskliydi. Eğer birine kızarsa hemen yakasına yapışır; “şuldan bil lakı al bakayım” der, “eğel palan yoksa Tıkı’dan ödünç al...” Haaa bak, Tıkı’dan aldığı parayla rakı alıp, 'kendi paramla aldım' diyerek üstüne yatmak isteyen olursa durumu çok tehlikelidir. Ondan aldığın parayı mutlaka geri ödemek zorundasındır. Eğer parasını vermez, onu atlatmaya kalkarsan yandın. Bir gün önüne geçer, “Ulan bok yeme, vel palamı!” diye nara attı mıydı koca kentte duymayan kalmazdı. Rezil olurdun! “Şu garibin parası verilmez mi?” diye suçlarlardı insanı. Köyden gelip Tıkı’yı tanımayan biri boyuna bosuna bakıp alay etmeye kalktı mı işte o zaman hapı yuttu! “Şoldan bil lakı al bakıyım, palan yoksa şalap da alabiliysin!” “Ne rakısı, ne şarabı? Niye alacakmışım?” “Sen pilmiyon mu ne lakısı, ne şalabı olduğunu, halaç ulan halaç!” “Daha ben kimseye haraç vermedim, kim alacakmış haracı?” “Tıkı alacak ulan Tıkı...” 'Haraç öyle alınmaz böyle alınır' deyip 'şuna bir dayak atsam mı' diye düşünsen Tıkı içinden geçenleri yüzünden okur. “Şalabı alacaksan dükkan olada, eğer döğüşeceksen Tıkı bulada, yürü ulan!” diye bir nara daha atar ki gök gürüldüyor sanırsın. O zaman ya Tıkı ile döğüşeceksin ya da onun dediğini yapacaksın. Yok kızıp da, Tıkı’yı dövmek istiyorsan sigortası hemen devreye girer: "Dokunma şu garibe!" En güzeli Tıkı'nın şarabı alıp çekip gitmektir... Not: 'Tıkı' Enver Etdemir 1975 yılında Çorum kent merkezi yakınlarında bir tarlada dövülmüş olarak bulundu. Kaldırıldığı hastanede kurtarılamayarak göçtü gitti dünyadan...

26 Eylül 2020 Cumartesi

MİTHAT EFENDİ HAZRETLERİ

Metli dede zamanında Konya'da yaşamış büyük zatlardan birisidir. Çektiği çileler ve hastalıklar , azalarını kaybetmesi sonucunda Hak Teala'ya yalvarıp "Sulbümden Mürşit gelmesin" dediği rivayet olunur. Necib Sultanım anlatmıştı: Mithat baba hazretlerinin evinin hemen köşesinde bir kadına ait ev vardı. Bu evin sahibi kadın, Mithat baba hazretlerine ziyaret için gelen kimselere müdahale eder:"Ben onun çocukluğunu bilirim beraber oynadık. O sizleri kandıran sahtekar, üç kağıtçının biridir" şeklinde olumsuz beyanatlarla insanların ona ulaşmasına engel olmakta idi. Bu davranış on on beş sene devam etti. Babanın dervişlerinden birisi, kadının bu tutumunu babaya en sonunda arz etti. Baba hazretleri bu maruzatı bildiren o dervişe buyurdu ki:"Sen gündelik yevmiye ile işe giden bir dervişsin, sana her gün yevmiyeni vererek benim lehime propaganda yapmanı istesem sen bunu isteyerek yaparsın. Ancak o kadın ücretsiz olarak benim propagandamı yapıyor" deyince derviş buna bir mana verememiş ve çok geçmeden bu kadın o dervişinde huzurda olduğu bir zamanda Baba'nın huzuruna gelip yere secde eder ve "Hakkını helal et" der. Kadın bir rüya görmüştür. Ancak rüyayı anlatmadan evvel Mithat baba"Gördün de geldin" buyurmuştur. Necib Sultanım bu anlatımda bazı yerleri sükut geçti. Anlatmak istediğini ifade etti:"Evlat! o kadın şöyle vazife yapmakta idi:"Babanın huzuruna gelen ancak kalplerinde olumsuzluk ve niyetlerinde nefsanilik taşıyan kimseleri bu olumsuz propaganda nedeniyle baba'dan uzak tutmakta idi. Bu olumsuz propaganda nedeniyle nasipsiz insanlar huzura çıkıp mübareği meşgul etmiyorlardı. Biz vazife yapmayı hep olumlu noktadan bakarak düşünürüz.ancak olumsuz şekilde vazife icra edenler de vardır.

GEÇ KALINMIŞ OPERASYON

2014 yılındaki hendek operasyonunda HDP yöneticileri Kobani (Aynül arap) hadisesini bahane ederek gösteri yapmaları için mesaj yayınlaması üzerine başlayan hadiselerde onlarca insan ölmüştü. Bu insanları sokağa, devlete başkaldırı için çağıranlara ilişkin kayda değer bir işlem bugüne kadar yapılmadı. Dün bu hususta adım atılıp, halkı sokağa dökmek için bildiri yayımlayan parti yönetimi ve yetkililerle alakalı işlem yapıldı. Muhtemelen tutuklama istemli dava yürüyecek. Sadece örgüt propagandası yapmak değil, ölüm eylemlerine teşvik, yardım v.s gibi suçlamalara muhatap olacaklar. Suç asla karşılıksız kalmamalı. Ancak bu hadiselerin olduğu vakit,güvenlik güçlerinin başlangıçta kayıtsızlığı da sorgulanmalı. Kimler hangi planın gereği sessiz kaldılar.

KUR'AN SEKİZ BÖLÜMDÜR

Hak Teala güçlü kitabını sekiz bölümden ibaret kılmıştır. 

BİRİNCİ BÖLÜM:İlahi hükümler bulunur ki, oruç hakkında ayetler bulunmaktadır. 

İKİNCİ BÖLÜM:Bu kısımda namazın farz ve vacipleri açıklanmaktadır.Bu ilahi hükümler Hz. Cebrail tarafından gönderilmiştir. 

ÜÇÜNCÜ KISIM:Bu kısımda bir ilahi hüküm yoktur.Yalnız her insanın özet olarak öğreneceği bir kısım bilgiler vardır ki bu bilgilerin geniş anlam ve tafsilatlı manalarını Efendimiz (sav) bilmektedir.Bu bilgileri bizzat kendileri kullara öğreteceğinden, Hz. Cebrail'in Allah (C.C.) tarafından gönderilmesine lüzum kalmamıştır.Bu konular hac ayetleri ve benzerleridir. 

DÖRDÜNCÜ KISIM:BU KISMA HAK TEALA BİR HÜKÜM KOYMAMIŞTIR. KULLAR BU KISIMLARIN AÇIKLAMASINI YAPAMAZLAR. ANCAK PEYGAMBER (SAV) İLE ÜMMETİN tarikatını benimsemiş seçkin zatlar anlar ve açıklamalarını yapar.Örneğin Araf suresi 205 ayeti: "Rabbini gönülden ve korkarak, içinden hafif bir sesle sabah akşam an, gafillerden olma" buyrulmuştur.Cenabı Peygamber efendimiz, bu ayeti, kullara kolaylık olsun diye , insan seviyelerinin değişik düşünce tarzında olması sebebiyle irşad yönünden konuyu açıklamıştır. BEŞİNCİ BÖLÜM:Bu kısımlarda bazı ayetler gizliliği yönünden zahiren veya yakın bir tevil ile açıklanabilir.Bazı anlamlı ayetler ise Hak teala ve ne de Peygamber (SAV) tarafından açıklanmıştır. 

ALTINCI BÖLÜM:Bu kısımda zahiri zan ve idrakte noksanlık göründüğünden , aslında açık, doğru vesağlam bir mana taşımadığı gibi, yüklü bir mana da yoktur.Bu ayetlerden istifade edilemez.Herhangi bir anlayışlı insan bazı akli ve nakli delillerle bu ayetleri zahiren anlar ise de, bu ayetlerin hakiki anlam ve manasını Hak Teala'dan gayrisi bilemez. Hak Teala bu ayetlerin yön ve manalarını kutsi hadislerle ilhamla Efendimize bildirmiştir. Allah'ın has kulları, bu ayetlerin manalarını Efendimiz'den öğrenebilir. "Allah'ın eli sizlerin ellerinizin üzerindedir" hadisinin zahiri manası gibi insanların elleri gibi Allah'ın cismani bir elinin olduğu gibi gerçeği olmayan batıl bir anlayıştır.Burada mecaz vardır.Aklen ve naklen batıl olduğu da Şuara suresi 2 ayetinde buyrulur:"O' nun hiçbir benzeri yoktur; O hem işitir ve hem de görür" buyrulmuştur.Allah Teala'nın cismani bir yönü olmadığı için bu konu Peygambere açıklanmış o da evliyalarına öğretmiştir. 

YEDİNCİ KISIM:Kuranın bu kısımlarına bakılacak olursa zahiren ihmal edilmiş ve anlamsız gibi görünüyorsa da, bu zahiri görünüş altında alemin en önemli hususları işaret edilmektedir.Bunları hiç kimse öğrenemez ve öğretemez Ancak Hak Teala öğretirse, bir kişi öğrenebilir.Bu ayetlerin manası Kutsi hadislerle ilham yönüyle Efendimize öğretilmiştir.Cenabı Peygamber bu manaları en yakını olan ve huruf ilmini bilen Hz. Ali efendimize öğretmiştir.Bu anlaşılmaz kısımlar surelerin başlarındaki "Elif Lam mim" keza " Kef ye ha ayn sad" gibi harflerdir. 

SEKİZİNCİ KISIM:BU KISMI HAK TEALA'DAN BAŞKA KİMSE BİLMEZ. BU KISIM KURANIN BÜTÜN AYETLERİDİR. BUNLARIN HER BİRİSİNDE GİZLİLİKLER VE İNCELİKLER VARDIR. bU KISIMLARIN İLK BEŞ KISMI MUHKEMAT, YANİ SAĞLAM HÜKÜMLER ADINI TAŞIMAKTADIR. SON ÜÇ KISMI İSE MÜTEŞABİHAT YANİ BENZERLİKLER ADINI TAŞIMAKTADIR.

BÜTÜN DİNLER AYNIDIR ANCAK KEMALATLARI FARKLIDIR

Semavi kitaplar, Hak Teala'nın hüküm ve kanunlarını topluca ihtiva edip, elçilerin vefatından sonra olduğu gibi kalmıştır. Hak Teala'nın bu kitapları indirmesinin sebebi, peygamberlerden sonra gelenlerin ilahi ahkamdan faydalanmaları içindir.Zamanla kullara arız olan fetret devreleri ve bu devirlerde insanların nefsi keyif ve hevalarına uyup doğruluktan sapmaları sebebiyle; hatasız inen semavi kitapları tahrife kalkmaları sonucunda , dinde değişiklik ve sapmalar olmuştur.Bu sebeple Hak Teala, o sapma asırlarında tahrif edilen semavi kitaplarını düzeltmek, sarsılmış olan bir evvelki doğru dini doğrultmak için öncekilere uygun olmak üzere yeniden peygamberler göndermiştir. Kemalata erdirilen ve kıyamete kadar baki olacak tüm hükümleri ihtiva eden son din İslamiyet olup, bu kitabın sonraki zamanlara hitap eden yönlerini bulmak ise Peygamber varisi olarak "vaktin peygamberi" denilebilecek kaim makam sahibi olmak üzere evliyasını göndermiştir. Evliyayı Peygamberden ayrı görmek hataların başıdır.

ZAHİRİ VE BATINİ ALİMLER

Hak Teala, Hz. Adem babamızdan beri seçmiş olduğu peygamberleri vasıtasıyla, insanların mutluluğu için uyması gereken kuralları göndermiştir. Peygamberler bu kuralları insanlara tebliğ etmiştir. Kitap olarak yahut sahifeler olarak indirilen bu kitaplardaki hükümler zaman içinde insanların hevaları nedeniyle tahrif edilmiş ve asıldan uzaklaşılmıştır. Bu durumda Hak Teala, toplumlara yeniden Peygamberler ve hükümler göndermiştir. En son Efendimiz'e indirilen Kur'an hükümleri ile kemale erdirmiş ve onu tahrif edilmeyecek şekilde muhkem kılmıştır. Bu kitabın içnide ezelden ebede kadar Efendimize öğretilmiş ilimler yüklüdür. Tıpkı tüm hükümlerin bilgisayara yüklenmiş olması gibi. Ancak Zaman içinde bazı dosyaların açılması için o dosyayı açacak ve içindeki işaretleri insanlara ifade edecek zahir ve batın alimleri de var etmiştir. Bu nedenle Yüce Allah(CC) zaman içinde kendisinden önceki dini yenilemek için peygamber yerine kaim olmak üzere Rabbani bir alimi veya bir evliyayı hakkaniyetle peygamber misilli çıkartmıştır. İşte zahiri ve batıni alimlerin bulunmasının sebep ve hikmeti budur. Bu gibi alimler her zaman için peygamberlerin varisleridir.

PEYGAMBER VE EVLİYA, HAKK SARAYININ KAPICISIDIR

Peygamberler ve Evliyalar(seçilmişler)kesbi değil vehbidir. Yani bir kimsenin peygamber yahut evliya olması o kimsenin gayreti ile olmamıştır. Vehbi yani Hak Teala'nın takdiriyle olmuştur.Ancak; Hiçbir kimse Hak Teala'nın şeriatından alacağı makama peygamberler gibi nefsi mücahede de bulunmadan ve zorluklara katlanmadan erişemez.Zira nübüvvet Allah'ın bağış ve ihsanı olsa da Yüce Allah'ın adeti üzre belli şartları vardır. Arı ısırmadan bala tatlılık veremez. Her insanın kendine lüzumlu olan ahkamı, kimseyi örnek almadan Allah'dan peygamber olması için teklif edilmiş olsaydı yaşam alt üst olurdu. Bu nedenle Hak Teala , yüce kudretiyle, bazı temiz kullarını tezkiye etmiş müşahede aleminin bulanıklığından süzerek çıkarmış ve onları peygamberleri ve elçileri yapmıştır. Bu kullarına iki kanat takmıştır.Kanatlarının birini kutsi yapıp Lahuti alemlere uçmasını ve Ceberut aleminin yüksek noktalarına çıkmasını ve Allah'dan kulların iyilikleri için lazım olan hükümleri almasını temin etmiştir. İkinci kanadı ile İnsani aleme inmesini, Allah 'dan aldığı buyrukları kendi cinsinden olan insanlara bildirmesini vazife olarak vermiş ve bu işle mükellef kılmıştır. Peygamber ve elçilerin gönderilme sebebi budur. Peygamberlerde kendi aralarında ayrı ayrı faziletleri vardır. Bu nedenle Peygamberler ve elçiler Hakk sarayının kapıcılarıdır.

MÜTEŞABİH AYETLER VE MANALARINI BİLMEK

"Kalplerinde eğrilik bulunan kimseler, fitne maksadıyla, tevile saparak, kitabın müteşabih ayetlerini yorumlamaya kalkarlar. Halbu ki müteşabih ayetlerin tevilini, Allah'dan gayri kimse bilmez, ilim sahibi olanlar 'biz ona inandık, tümü de Rabbimiz katındandır' derler (Ali İmran 7) Bu ayetin delalet ettiği mana Kur'an ve sünnetin dışında, Evliyanın anlattığı gerçekleri yansıtanlara, inanmamız gerektiğidir. Hak Teala, bazı temiz ve kendisine bağlı kullarına bu ilmi öğretir. Nisa suresi 83 ayetinde "O haberi, peygambere veya içlerinden buyruk sahibi olanlara bıraksalardı, o haberi çıkaranlar,ne olacağını elbette buyruk sahiplerinden öğrenirlerdi"ayetinde ifade buyrulan "buyruk sahibi olanlardan" bahsetmektedirler. Dinin inceliklerine vakıf olanlar, arifler, evliyalar; melekleri, gökleri, yeri ve alemi yaratmış olan Yüce Allah(C.C)'ı murakabe ve müşahede edenlerdir.Bütün tarikatlar dinin batıni yönünü öğretirler. Bu öğretimi Allah dilediğine verir. "Yakinen bilenlerden olması için, biz İbrahim'e göklerin ve yerin en büyük melekutunu gösterdik"(Enam 75) ayetinde Hz. İbrahim gök ve yer meleklerini görmüştür.İnkarcı bir kimse bu melekleri göremez. Çünkü Hak teala, hak etmedikçe bir kimseye bir şey göstermez.

25 Eylül 2020 Cuma

DİN VE DÜNYA İŞLERİNDE VESİLE İSTEMEK

Hz. Musa peygambere, Hak Teala,mucizeler vermişti.Bu mucizelerle Firavun ve kavmine karşı muzafferiyet vereceğini vaad etmişti. Hz. Musa, Hak Teala'nın bu vaadine kanaat etmeyip, kendisinden zahiri ve batıni ilim ve ameli sebep ve vasıtalar istemişti. Mesela bu ilmi ve ameli işlerden; Göğsünü açmasını, işlerini kolaylaştırmasını, kendisini anlamaları içinde dilindeki peltekliğin çözülmesini istemiş ve yine kendisine işlerinde yardımcı olması için kardeşi Harun'u vezir yapmasını istemişti ki bunun sebebi , birlikte Allah'ı daha tesbih etmek içindi.Taha suresinin 25-35 ayetleri."Ey Rabbim! Meşakkatlere tahammül için göğsümü aç, işimi kolaylaştır, dilimden düğümü çöz ki sözlerimi anlasınlar, bana ailemden birini, kardeşim Harun'u vezir yap da onunla arkamı güçlü kıl.Onu işimde bana ortak yap. Şunun için ki seni çokça tesbih edelim ve analım, sen bizi görürsün.

KADER SIRRININ TECELLİSİ

Dua ile takdir değişse de nihayetinde kader tecelli edecektir. Anlatılır: Fatih türbedarı Ahmet Amiş efendiye bir derviş gelir heyecanla bir rüya anlatmak ister. Önce çekinir. Hazret anlat der. Hz. İsa Efendimizle Cenab-ı Resulullah Efendimiz rüyada güreşe tutuşmuşlar. Hz. İsa efendimiz, Cenab-ı Resulullah'ı yere düşürmüş" bu esnada Ahmet Amiş Sultan müdahale eder ve "Sus" der. İstiklal savaşı 3 seneyi aşkın sürmüş olup Yunanlılar Sakarya önlerine kadar işgal etmişler. İngilizlerin destekleri nedeniyle Müslüman askerlerini püskürterek ilerlemişler. İşgal ettikleri yerlerde camileri yakmışlar, Evliya türbelerini tekmelemişler. Bu hareketleri üzerine Evliyaullah bu belanın def'i hususunda Hak Teala'ya yalvarmışlar. Hak Teala, evliyasının bu isteğini kabul etmiş, İngiliz desteğini çekince Müslümanlar zorluklara rağmen kafirleri mağlup etmiştir. Zafer kazanılmış amma, sanki mağlup edilmiş bir devlet gibi işlemler yapılmıştır. Hilafet kaldırılmış, alfabe, kıyafet v.s gibi din adına ne varsa ülkeyi yönetenler eliyle kaldırılmıştır. Bir anlamda Yunan galip gelse idi yapılacak işi (İslamın mağdur edilmesini)galip gelmelerine rağmen idareciler yapmış ve kader bir anlamda başka şekilde tecelli etmiştir..

PARA İÇİN YAPILANLAR

İstanbul Hava limanına Suudi Arabistan'ın milli günü için afişler asılmış. Sanki Türk halkının umurunda. Suud bunu kendi hava limanlarında yapmamış. Bir aklı evvel, "şirin görünmek uğruna" turist, para aklınıza ne gelirse gelsin bu işi icat etmiş. Biz o kadar şekilcilikte ileri gittik ki özü tamamen kaybettik. Suudinin Milli günü ne demek? Osmanlı'nın mezarına kürekle biraz daha toprak atıp daha derinleşmesini, unutulmasın sağlamak. Osmanlıya ihanet eden Şerif Hüseyin ve oğulları unutup, İngiliz yardımıyla ihtilal yapan Suud ailesini övmek demek. Bu şirinlik gofretilerinin muhatapta hiçbir karşılığı yok. Umurlarında dahi değil. Zira bugünkü Suud, ABD ve İsrail'in çıkarlarına hizmetle ayaktadır. Biz "Parası var" diye kölelerin ihtilalle iş başına geldiği günü kutluyoruz. Zillet olarak yeter.

BİR ŞERİAT MÜCAHİDİ:KADİR MISIROĞLU

Şeriat mertebesinden bakan ve susmayan bir şahsiyet. Hakikat tellallığını yaptığını ifade etse de şeriatın hakikatinin sözcüsü.Yılmaz bir şeriat mücahidi. İSTİKLAL HARBİ KONUSUNDAKİ SÖZLERİNİN ARASINDAN ALINAN BİR KAÇ KELAMLA ZEMMEDİLİP,"FESLİ KADİR" YAKIŞTIRMALARIYLA Din düşmanlarınca alaya alındı. Hiç önemli değil. Çünkü Şeriatın hakikatini söylemekte idi.İslamın izzetinin bir kez daha şeriat boyutunda yaşanacağını, kendisinin göremese de onu dinleyen gençlerin göreceği hakikatti. Ak Parti iktidarından çok ümitliydi ancak"kol kırılır yen içinde" düşüncesiyle İslam düşmanlarına malzeme olmasın diye bu iktidarı hiç eleştirmedi. Bu hal şeriat boyutunda yaşayanlar için kaçınılmazdır. Alnı secdeliyi eleştirmez, bizdendir diye. Eleştirmek bir nefis halidir. Altında "varlık" sinsice yatar. Kim eleştiri yapabilir? Nefsinin çekiminden kurtulmuş, Mutmainne makamındaki eleştirebilir. Ancak onların eleştirisi Islah amaçlıdır ve yüz yüzedir.Gıyapta yahut medyada değildir.Yahut onların eleştirisi Kalbi boyuttadır.Merhum Dörtyollu Fırıncı Mehmet Ağa'nın Erbakan'la alakalı dediği gibi:"Ben de ondan desteğimi çektim". Mana adamlarının himmetini çekmesi eleştiridir. Yunanla alakalı Mısıroğlunun sözlerine bir başka boyutta bakmak gerek.

24 Eylül 2020 Perşembe

BEREKETLİ GÜNLER

Hakk Teala, her millet için bereketli gün halketmiş; Cumartesi günü Yahudilere, Pazar günü Hristiyanlara, Cuma gününü, ramazan ayını, iki bayramın arife günlerini, bin aydan daha hayırlı Kadir gününü, Şevval ayının 6.ncı gününü, Zilhicce ayının 9.ncu gününü ve daha başka günleri Müslümanlara mübarek ve şerefli gün olarak ayırmıştır. Keza, Kabe-i muazzama, Kudus-ü Şerif gibi kıble halketmiş; Arafat,mina, Müzdelife gibi yerleri mübarek kılarak halkeylemiş ve buraları yüce varlığının mazhar-ı tecelliyatı kılmıştır.

"RABBİME ARZIMDIR" AÇIK MEKTUP- ASİYE DİLİPAK

Dilipak’ın eşi Asiye Hanım’dan ‘’Rabbime arzımdır’başlıklı açık mektup! 30 yıllık dostlarımız bir telefon dahi açmadılar. İşte Asiye Dilipak'ın mektubu: YA RAB! “Sen ondan razı, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön” buyurdun Fecr Süresi ayet 28’de. Senin rızanı kazanmak en büyük duam. Ömrümü; elimden geldiğince böyle yaşamaya çalıştım. Başım örtülü olduğu için ortaokuldan sonra okuyamamıştım. O zamandan başlamıştı mücadelemiz. Önce rahmetli Şule Yüksel Şenler ablamız bize rehberlik etmiş, onun açtığı yolda biz de kardeşleri olarak yürümeye devam etmiştik.. Yağmur-çamur demeden ev ev gezerek, Müslümanların haklı davalarını anlatmaya çalıştık hanımlara. Onların kalplerini fethedersek bu işi başarmamız daha kolay olurdu. 3-4 kişi başlamıştık tebliğe. Hem öğrendik hem anlattık. Sonra siyasi mücadelemiz başladı. Çocuklarım küçüktü ve onları “Sen”den başka emanet edebileceğim kimsem yoktu. Babaları zaten hep seferdeydi. Şimdi de anneleri evde yoktu... Onlar için zordu ve yalnızdılar. Bizi merak ediyorlardı. İğne ile kuyu kazarcasına ilerliyorduk. Azmimiz vardı ve başaracaktık. Emine Erdoğan hanım ve gönüllü bir çok kardeşimizle aynı masanın etrafında oturuyor, “daha fazla neler yapabiliriz”leri konuşuyorduk. Herkesin büyük bir samimiyetle sadece Allah rızası için çalıştığı dönemlerdi. Hiç kimsenin “şu makama ve mevkiye geleyim, adımı duyurayım, eşime dostuma şu imkânı sağlayayım” diye bir derdi yoktu. Merhum Necip Fazıl Kısakürek’in Sakarya şiirindeki mısraları gibi: “Hamallık ki; sonunda, ne rütbe var, ne de mal, Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan; Ve ayrılık; anneden, vatandan, arkadaştan…” Ben yoksam başkası da yoktu. Hiç kimse arkasına bakmıyordu. İnandığımız doğrular uğruna mücadele etmek, zamanın adil şahitleri olmak, geleceğe güzel bir miras bırakmak… Bu şuur ile çalıştık. Başörtüleri yüzünden okula alınmayan evlatlarımız için, çocuklarımızla birlikte fakülte önlerinde eylemler yaptık. “Cahil ve örümcek kafalı” diye yaftalandığımız dönemlerde, inançlarımızdan taviz vermeden, sesimizi duyurmaya ve toplumsal aktörler olmaya gayret ettik. Ya Rab, Sen’den davamız uğrunda beraber koşturacağım bir eş istedim, nasip ettin çok şükür. 45 yıl; çileli ama “sevgi ve saygı”nın eksik olmadığı bir evlilik hayatımız oldu. Abdurrahman Bey yazdığı yazılar ve düşünceleri yüzünden hep sanıktı. Onu bazen günde 4-5 mahkemeye yetiştirmeye çalışıyordum, araba kullanamadığı için. O içeride yargılanırken, ben dışarda her zaman olduğu gibi dua ediyordum “Allah’ım sen güç kuvvet nasip et, yardımcısı ol” diye. 28 Şubat sürecinde, gazetenin Güven Erkaya’ya yönelik attığı “Hakkımı helal etmiyorum” manşeti ve eşimin yazısında kullandığı “toprağı bol olsun” ifadesinden dolayı tazminat davası açıldı. Bu dava sonucu evimizi, eşyalarımızı haczettiler. Mülkün sahibi de; alan da, veren de sensin. Çevik Kuvvet polislerinin evimizi adeta bir terör yuvası gibi basması, o gün yaşadığımız gerilim ve yaşananları korkuyla izleyen çocuklarım... Sonra posta kutusuna bırakılan yüce dinimize ve şahsımıza yönelik hakaret mektupları, gece yarıları gelen tehdit telefonları, küçük kız çocuklarıma yönelik iğrenç tecavüz ve sevdiklerime yönelik ölüm tehditleri, daha burada yazmakla bitiremeyeceğim bir çok acı tecrübe yaşadık… Bir eş ve anne olarak korkuyordum elbette. Ben aciz bir kul ve yalnız bir insandım. Sen’den başka sığınacak kimsem yoktu. Başım secdede, Hz. Yakub’un (as.) duasında dediği gibi, hüznümü ve kederimi sadece sana arz ediyordum. Senin koruduğuna kim ne yapabilirdi, ne zarar verebilirdi ki! Daha sonra FETÖ’cülerin algı operasyonlarına ve iftiralarına maruz kaldık. Bunlara da sabrettik, direndik… Sen her şeyi gören ve bilensin. Yolumuz senin istediğin istikamette olduktan sonra, ne gam. Bugün yine yeni bir süreç ve imtihan ile karşı karşıyayız. Gazeteci bir hanımın attığı bir Tweet ile başlayan, sayısını bilmediğim kadar çok kişinin hakaret ve küfürleriyle büyüyen, Abdurrahman Bey’in maksadı dışında yorumlanan bir ifadesi üzerinden, AK Parti yönetimi ve AK Partili kadınlar bir iftira ve linç kampanyasına başladılar. Televizyonda önce Lütfiye Selva Çam hanımın, sonra da Cumhurbaşkanının eşime yönelik sert ithamlarını ve bu ifadeleri avuçları patlarcasına ayakta alkışlayan kadınları içim acıyarak, ibretle izledim bizi karalayan ak kadınları(!?) Şimdiye kadar yaşadığımız hiçbir şey beni bu kadar yaralayıp üzmemişti, içim kan ağlıyordu. Günlerce, yapılan yanlışlığı anlarlar ve dava açmazlar umudu taşıdım. Birçoğuyla 30 yılı aşkın arkadaşlığımız vardı. Evimize gelmişler, evlerine gitmiş, aynı masada yemek yemiştik. Bir tanesi bile telefonu açıp “durum nedir” diye sorma zahmetine katlanmadı. Bu kadar bile hukukumuz yokmuş bu insanlar nezdinde, bunu görmüş oldum. Suç duyurusunda imzası olanlar makamlarında yükselirken, biz birbirimizden uzaklaşmışız demek ki. Hak, hukuk, kadir, kıymet değil; “makam-mevki” geçer akçe olmuş. Bu mesele karşısında, “doğru nedir”, “Allah rızası nerededir” demek yerine, “teşkilatım ne der”, “yöneticim ne düşünür” diye endişelenir olmuşlar. Bu mesele adeta bir turnusol kâğıdı görevi gördü, kimler vefalı birer dost, kimler değil; kim hasbi kim hesabi bu vesile ile görmüş olduk. Ya Rab, bu dünya gelip geçici bir yer. Esas olan ahiret dünyamız. Hayatımızda bize çok bedel ödetmeye çalıştılar. Hiç şikâyetim yok. Başta da dediğim gibi; “Sen razı ol yeter.” Burası imtihan yeri ve biz bu imtihanı başarmak istiyoruz. Onlar bu dünyanın mahkemelerine verdiler dilekçelerini ve ispat etmek istercesine poz poz resimler çektirdiler. Vicdanları el veriyorsa devam etsinler, polisler eşliğinde onlar da göndersinler haciz memurlarını ve alsınlar eşyalarımızı. Mal, mülk, makam ve mevki hiçbir zaman bizim derdimiz olmadı. Ben ise; Rabbim, dava dilekçemi Sana sunuyorum. Sen hakimler hakimisin ve hesabı çabuk görensin. Bize bu haksızlığı reva gören AK Parti yönetiminden ve bize dava açan 81 ildeki kadınlardan tek tek şikayetçiyim. Mazlumla senin aranda perde yok. Onların bizi tanıması gerekirdi. Halkın Kurtuluş Partisi, Gazeteciler Cemiyeti, KADEM ve AK Parti bu konu çerçevesinde ortak bir noktada buluştular. Bu durum bana yine Merhum Necip Fazıl’ın “baba katiliyle, baban bir safta” dizelerini hatırlattı… Hep şeffaf bir hayatımız oldu. Elli yıla yakın bir ömrü, karınca kaderince senin yoluna adamış birisinin üstü, bir kalemde çizilmemeliydi. “Dilipak soyadı” bazı çevreleri ne kadar rahatsız ediyorsa, Sana sonsuz şükürler olsun ki, aynı “soyadı”, kardeşlerimiz arasında gittikçe büyüyen bir sevgi halkasına vesile oluyor. Ben inanıyorum ve biliyorum ki sen sevdiğini sevdirirsin. İlk tazminat davasında olduğu gibi, evimize gelerek, arayarak, dua ederek destekleyen tüm kardeşlerimizden Sen razı ol. Bizim en büyük zenginliğimiz onlar. Allah’ım sen birbirlerine dua eden Müslümanları arşının altında gölgelendireceğini buyurdun.  Bizi onlarla Peygamber Efendimizin sancağı altında haşret. Sırat-ı müstakimden ayırma. Birbirimizi hayırla yad edecek bir ömür nasip et. Bizi bize bırakma. “Hasbunallahu ve nimel vekil.” ASİYE DİLİPAK- 21.09.2020 / İstanbul

DOKSAN DOKUZ KURALI

99 KURALINI HİÇ DUYDUN MU? Padişah vezirini huzuruna çağırarak sorar: "Bana hizmet eden hizmetçimin hayatta benden daha mutlu olduğunu görüyorum,acaba sebebi ne ola ki? Hâlbuki onun hiçbir şeyi yok. Ben ise padişahım,her şeyin sahibiyim,ama onun kadar huzurum ve keyfim yok..." Bunu işiten vezir cevap verir: “Ey padişahım,sen ona 99 kuralını uygula!" Padişah "Bu kural nedir?" dedi. “Gece bir torbaya 99 altın koyup kapısına bırakalım ve üzerine de ‘Bu 100 altın sana hediyedir’yazıp sonra kapısını çalalım ve olanları izleyelim..." Padişah vezirin tavsiyesine uyarak o gece "Bu 100 altın sana hediyedir" yazılı altın kesesini evinin önüne bıraktırır... Hizmetçi kapıyı açar,sağına soluna bakar ve keseyi alır. Heyecanla altınları sayar lakin bir tane altının eksik olduğunu görünce “Galiba dışarıda bir yere düştü” diyerek çoluk çocuk kayıp altını aramaya koyulur. Gece boyunca kayıp altını ararlar, bakmadıkları sokak yoktur. Hatta boş araziler ve sokaklardaki eşyaların bile altlarına bakarlar. Ama nafile... Eksik altını bulamadıkça baba,çocuklarını azarlar hatta bir ara onlara saldırır hâle gelir... Ertesi gün olur; sabah,hizmetçi kederli,düşüncelidir. Çünkü bütün gece uyumamış kayıp altını aramıştır. Suratı asık,keyifsiz,her hâlinden şikâyetçi bir tavırla padişahın huzuruna gider. Böylece Padişah 99 kuralının anlamını öğrenmiş olur... Aynen hayat da böyledir. Kimi zaman Allahın bize ihsan ettiği 99 nimetini unuturuz. Sonra hayatımızı o kayıp bir nimeti aramakla geçiririz. Gelin biz doksan dokuz nimetin tadını çıkarıp şükür edelim... Şükür nimeti ziyadeleştirir... Vesselâm!

RUHANİYATTAN YARDIM İSTEMEK

Peygamber ve Evliyayı kiram hazeratının ruhaniyetinden yardım istenebilir. Hz. Ali efendimizden rivayet edilen bir hadise şudur:"Efendimiz (sav) 'in ahirete teşriflerinden üç gün sonra, bir çöl adamı yanımıza gelerek kendini Efendimizin kabri şeriflerine atmış, dövünerek ağlayarak şöyle konuşmuştur:"Ey Allah'ın resulü! Bizlere bir şey söyledin , bizler seni dinledik. Hak Teala ne indirmiş ise, iman ettik.Sana indirilen şu ayeti duyduk. Ben nefsime zulmettim.Bu suçumu bağışlaman için huzuruna geldim" diye sızlanınca, kabirden (suçun bağışlanmıştır) diye bir ses duyulmuştur.."Burada bahsi geçen ayet Nisa suresinin 64 ncü ayetidir.Bu ayette:"Biz her peygamberi ancak, Allah'ın izniyle itaat olunması için gönderdik.Onlar kendilerine zulmettiklerinde (yazık ettiklerinde) sana gelip, Allah'dan yarlıganma dileseydiler, ve peygamberleri de onlar için mağfiret dileseydi, elbette ki Allah'ı tevvab ve rahim bulurlardı" buyrulur. Bu nedenle Müslümanlar önemli ve zorlu işlerinde Efendimize sığınmaya tevessül ederler. Maide suresi 35 ayeti:"Ey inananlar! Allah'dan sakının ve O' na ulaşmaya vesile arayın" buyrulur.Bu vesile Peygamber ve onun varisleridir. Hz.Ömer efendimizden rivayet edilen bir hadiste ise Hz. Adem (a.s) işlediği hata nedeniyle Hak tealadan af dilerken "Muhammed hakkı hürmetine beni bağışla" demiştir. Bu isim sebebiyle tevbesi kabul edilmiştir.Hak Teala sormuş:"Ben o ismi henüz yaratmadım. Nereden biliyorsun?"deyince Adem atamız: Arş'ın direklerinde Lailahe illallah Muhemmeden Resulullah" yazılı olduğunu gördüm demiştir.

23 Eylül 2020 Çarşamba

DİN DUYGUSU

İnsanda her şeye kabiliyet vardır. İlim, edep, her türlü sanatları öğrenmek gibi. Bu kabiliyet insanda potansiyel vardır. Fakat kullanmazsa, kendini o ilim ve sanata vermezse ve uzun süre uğraşmazsa öğrenemez. Bunun gibi din ve hakka yakınlık mertebeleri de insanın fıtratında gizlidir.Ancak çalışmaz ve kendini ona adamazsa o potansiyel yetenek mahvolur bir şey kalmaz.Çabalarsa o kabiliyet görünür ortaya çıkar. Bu potansiyel eyleme dönüşerek meydana çıkar. İnsanın temel özelliklerinden olan din duygusu, din yolunda emek ve gayret göstererek artar. Onun ruhundaki talep ve sıkıntı dert gibidir ki dermanı Hüda'dır. Dert arttığı vakit derman yetişir.Şeyhin huzurunda ölürsen hayat bulursun.

GÖRENLERİN ZORLUĞU

Peygamberler ve Allah adamları, görünmeyen alemi gördükleri için, gözleri perdeli körler arasında yaşamakta zorluk çekerler.Zira kör olanlar, görenin söylediklerini inkar ederler.Bu alem halkının %99 'u kör olduğundan Allah adamları bu nedenle reddedilir.Bu zorluğa rağmen Allah adamları, Hak Teala'nın kendilerine yüklediği irşad faaliyetini (Allah'ı anlatmak, hakikati ifade etmek) devam ettirirler. Kör delil ister. Görenin delile ihtiyacı yoktur. Kör, semadaki güneşi ancak vasıtalarla bilir.Vücudu ısındığında birisi ona söylese ki "Bu ısınma havada olan güneştendir" o zaman güneşin varlığını bilir. Ancak bu bilme bile sınırlıdır. Nerede kaldı ki güneşin tüm faydalarını bilebilsin.

KİN VE DÜŞMANLIĞIN TEHLİKESİ

Kin ve düşmanlık insana ahiretini kaybettirir. Çünkü, ayetin ifade buyurduğuna göre o kafirler, Efendimiz (sav)'in peygamber olduğunu kendi çocuklarını tanıdıkları gibi bilmekte idiler. Doğruluğunu, güvenilirliğini bilmekte idiler. Amma, son peygamberin kendi kavimlerinden olacağı beklentisi, taassuba dönüşmekle hakikati inkar ederek inanmadılar. Bu kin ve düşmanlığın bir sonucu idi. Keza Kureyş kafirleri hasetlerinden dolayı inanmadılar. Bu nedenle mucize istediler. Mucizeyi görmelerine rağmen yine reddettiler. Peygamberlerin mucizesi ve Evliyanın kerameti gözü perdeli olanlar içindir. Mucize ve keramet bu perdeyi kaldırır. Ancak göz kör ise mucize ve keramete rağmen görme gerçekleşmez. Hz. Ebubekir efendimiz hiç mucize istemeden iman ederek kabul etmiştir. Çünkü Hakk'ın nuru kalbinde tecelli ettiği için ön şartsız kabul etmiştir. Hazreti Yusuf'un kardeşleri, haset duygusundan dolayı kardeşinin güzel yüzünü göremediler. ve ona düşmanlıkta bulundular.İman noktasından nasibi olmayanlar, Peygamberlerine ve evliyalarına eziyet etmiş onları inkar etmişlerdir.

İTİKAD'IN(İNANCIN) GÜZELLİĞİ

Her kim güzel ve sağlam itikada(inanmaya,gönülden bağlanmaya) sahipse;onun canı, gönlü güzellikle bezenmiştir. Şu halde güzellik itikattadır. Sürekli itikadını arttırmaya bak. Mademki güzelliği kurucusu itikaddır, itikad için daima iyilik vegüzellik vardır. Gönle itikaddan ferah ve rahatlama gelir. İtikadlı kişinin işareti dertli ve ızdıraplı olmaktır. Doğru itikad kişiyi Hakk'a götürür, sadakat ve muhabbet kanatlarıyla yükselir. İnanan inanılandan lezzet alır, daima onun didarından rahmet alır. Mesela doğru sözlü bir adam, tam bir dürüstlükle bir adam hakkında dese ki:"Filan fakir, padişahtır. Kendini derviş kıyafetine koyarak gizliyor."İnanır ve ona yöneliriz.Sonra başka biri çıkarak dese ki:"Onu gerçekten şah zannetme! O sıradan ve herkes gibi bir adamdır" Evvelki neşen derhal karamsarlığa dönüşür. Mutluluğun gam ve keder olur. Gerçek budur:Önceki memnuniyetin itikadının( gönülden bağlanmanın) sonucu idi, içindeki hoşluk ondandı.

22 Eylül 2020 Salı

KURALLAR

Hak Tela hazretlerinden başka her şeyi, aramadıkça bulamazlar.Fakat hak Teala'yı bulmadıkça arayamazlar.Her şeyi bulmak için aramak gerek. Fakat dostu aramak için bulmak lazımdır. Hakk'ın sonsuz alemleri vardır. Bu alemleri evliyasına göstermiştir. İçinde yaşadığımız bu alem ise o alemin nurunun aksidir. Yani su içerisinde mevcut ağaç gölgesidir. Suya aksetmiş ağaçta meyve toplayamazsın.Ahmak kimseler o gölgeyi asıl sanırlar, sevinçle raks ederler, bende bu şeref vardır, bir çok kimse benim idarem altında emrimde bulunuyor diye. Gölgeye sahip olunmaz ki, suya aksetmiş gölgede su içinde bir padişah görsen onu kucaklayamazsın ki. Gölgeye kılıç vursan tesir etmez. Bu dünyanın güzellikleri ve iyilikleri , gizli şahsın sınırlı gölgesidir. Gizli şahıs o nur cihanının; gölge de bu dünya zevklerinin örneğidir. Hakk'ı aramak vuslattan sonradır. Görmeden asıl tarafına nasıl yönelebilirsin.

ŞEKİLCİLİK-İLİMDEN UZAKLAŞMAK-AKILDAN KOPUŞ

Din, akıl sahibi insanları, kendi tercihleri bizzat hayırlı olan şeylere götüren ilahi prensipler bütünüdür. Dinin amacı; insanları iyiye, güzele, hayra sevk ederek onları hem dünyada, hem de ahrette mutlu kılmaktır".. Allah tarafından gönderilen emirlerle, İnsanlar arasında Sosyal hayatın düzenlenmesidir Aynı zamanda.. Hiç bir dinin kabahati yoktur, Çünkü bütün dinler birer Allah kelamıdır, (İslamiyet, Hristiyanlık, Musevilik) gibi.. Allah'ın koyduğu kanunlar, Emirler zincirine uyup uymamak sizin tercihinizdir.. Bizi ilgilendiren başlıca konu ise bu gün İslam coğrafyasının içinde bulunduğu sıkıntıdır.. Şöyle ki; 1- Akılcılıktan kopuş, 2- İlimden uzaklaşmak, 3- Şekilcilik.. Kur'anı kerimin ısrarla "Akletmez misiniz Düşünmez misiniz" diye vurgu yaptığı halde, Akıldan uzaklaşmak, Kur'anın veya Dinin suçu değil, Kendisini ulema zannedenlerin suçudur.. IKRA (Oku) Diye başlayan Allah'ın emrinin İlme verdiği değeri kavramaktan aciz olanların, Resulullahın, "İlim Çin'de dahi olsa gidip alınız, İlim Müslümanın yitik hazinesidir bulduğu yerde alsın, Ben ilim eviyim Ali onun kapısı" Hadislerini anlamalarını beklemek abesle iştigal olur.. Âlemlere Rahmet olarak gönderilen Peygamberi ve O na indirilen Kur'anı algılayamayıp, Allah'ın nizamını sadece, "Namaz, Oruç, Hac, Zekat, Kelime'i şehadet, Sakal, Cübbe, Sarık ve Tespih arasına sıkıştırmak dine verilebilecek en büyük zarar olsa gerek.. Ali Şeriatı şöyle diyor, " Kur'an kurslarında, Kur'anın ne dediğini değilde Arapça harflerin nasıl okunacağını öğrettiğiniz sürece, kimse, Gelişmiş, Erdemli, Ahlaklı bir toplum beklemesin".. Roger Garaudy ise, " Bundan 300, 400 yıl öncede Müslümanlar namaz kılıyordu bu günde namaz kılıyor, 300, 400 yıl önce siz dünyaya hakimdiniz, Namazda bir değişiklik olmadığına göre Müslümanlarda bir değişiklik var demektir".. İsa Yusuf Alptekin diyorki, "Çin Ülkemizi işgal ederken, Biz Camide Allah'ın 99 ismini 33'lük mü yoksa 99'luk tespih ilemi çekelim diye tartışıyorduk".. Elin "Gavuru" dediğimiz Avrupalı Sanayi devrimini tamamlayıp Teknolojiye ve Bilime değer verirken, Biz İslam alemi, Şükür ve bir türlü öğrenmek istemediğimiz "Kader'e" yüklenip miskin miskin oturmayı yeğledik..

SOHBETİN ÖNEMİ

Salih amel, talibi sonunda Hakk'a eriştirir. Fakat Şeyhin sohbeti ondan daha üstündür. Zira bu, daha çok ve daha iyi yetiştirir. Hz.Musa (a.s) Hakk'a vasıl olmuş, kendine peygamberlik , kitap,bir çok mucizeler verilmiş biri olmasına rağmen Hz. Hızır'a talip oldu,Hak Teala'dan dua ve istek ile onun sohbet ve arkadaşlığını rica etti.Cenab-ı Resulullah efendimiz:"Bana Yemen tarafından Rahman'ın nefesi geliyor" diyerek Veysel Karani hazretlerini ima etti."Kardeşlerimle görüşmeye olan aşkım" diyerek kendisinden sonra dünyaya gelecek ve bu yolu devam ettirecek zatları arzuladı. Keza Efendimiz buyurdu:"Halk, yaratıcılarına çeşitli ibadetlerin herhangi biriyle yakınlaşmak isteği içerisindedir.Sen de akıllıların sohbeti ile yakınlaşmaya bak ki dünyada insanların katında , ahirette Allah'ın katında derece ve yakınlık açısından onları geçesin". Bu sözü Hz. Ali efendimize buyurdu. Cihanda "akıllı" kimdir dersen Allah adamlarıdır. Hak'dan başkasından geri durarak uzaklaşır.Akil, Hakk'tan gafil olmayandır. Gerçek akıllı kimse Hak'dan başkasından bağını keser. Dersini daima ve yalnız Hak'dan alır. Böyle bir akıllıyı bir ömür aramak değer. Çünkü onlar, senin yüz senede kazanacağın sevaba, dereceye, onun yanında bulunmakla bir saatte nail olursun. Onları görmek bir devlettir.Allah adamıyla yoldaş olmaktan yüksek bir mertebe yoktur. Nefis yılanının gözü, Şeyhin nefesinden kör olur. Nefsi gayretle öldürmek uzun sürer. Ekseriya fesatta kalır mağlup edilmez. Züht ve takvaya karşı ansızın başkaldırır. Bin çeşit hilesi vardır. Ancak Velinin bakışı onu öldürür. Nefis cehennem ateşindendir. Onu Müminin nuru söndürür. Şeyhle bulunmak yolların en kısasıdır. Gayret yolunda bir ömür kazanacaklarını Şeyh bir anda ulaştırır.

21 Eylül 2020 Pazartesi

HZ.HIZIR'I BULMAK

Cenab-ı Hak' ile konuşan, bir ağaçta ateş şeklinde tecelli eden,ve mucizeleriyle mücehhez ettiği Hz.Musa gibi büyük bir peygamber niçin Hz. Hızır'la görüşmek arzusunda bulundu.Eğer Hızır'a kavuşmak bu kadar mühim bir iş olmasaydı, bu kadar bağışa eriştikten sonra Hak Teala'dan yalvararak ister miydi?Ona kavuşmayı bu derece arzular mıydı?Hak Teala, peygamberinin bu isteğine merhamet etti Buyurdu Ki:"Halktan uzak ol, usanmadan yaya olarak yoluna devam et.Bu yolda yoldaşsız olarak tek başına devam et.Ta ki seni yalnız olarak görsün, senden yüz çevirmesin, seni güler yüzle karşılasın"Hz. Musa öyle yaptı kavminden kaçtı, o maksat uğruna her şeyi feda etti.Nihayet bir çok dert ve ızdıraptan sonra arzusuna kavuştu. Hz. Musa, Hz. Hızır'a kavuşunca tevazuyu tercih etti ve onun emrine girmeyi kabul etti. Aşkla onun hizmetine girdi.Amma hareketlerine dayanamadı. Hz. Hızır'ın yaptıklarına dayanamadı. Zahir şeriat gözüyle baktığı için bu Allah adamının yaptıkları günah ve hata idi. Amma sebeblerini izah edince caiz olduğunu anladı. Hz. Hızır, Hakk'ın emriyle hareket ediyordu.Yaptıkları şeriat açısından hata idi amma hakikat açısından doğru yapmakta idi. Evliyaullah'da böyledir. Evliya'dan zuhura gelenleri onların nefsinden bilmemek gerekir. Bu ağır bir imtihan yeridir. Ancak itirazımız olursa ayrılık husule gelir.

HAKK'I ARZU EDENLERİN YALVARMALARI

"YA RABBİ ! BENİ LÜTFUNLA VELİLERİN SOHBETİNE KAVUŞTUR.acilen yolumu doğrult! Ta ki onlar vasıtasıyla muradım gerçekleşsin, beni bu vücud cisminden, bu tuzaktan kurtarsınlar, onların ilminden ilmim artsın, onların hoşgörüsüyle öfkem gitsin,onların nurundan bana da görüş nasip olsun. Onların ebedi hayatından ben de pay sahibi olayım. Onlardan yola gitmeyi öğreneyim, şeklimden geçip baştan başa anlam olayım. O fırkadan renksizlik rengi kazanayım. Çünkü onların yolu renksizliktir.Bir hadis-i kutside Hak Teala buyurur:"Benimle görür, benimle işitir, onların gözü de, kulağı da benim, canları benim nurumla aydınlanır" buyurmadı mı? Cenabı Peygamber buyurdu:"Allah ile oturup kalkmak isteyen, sufilerle otursun kalksın" Her kim Allah ile teklifsiz arkadaş olmak isterse, yol erinin hizmetine devam etsin. Saf kalpli sufilerle otur. Çünkü Hak, cemalini onlardan gösterir. Onlarla sohbet, vuslatın ta kendisi olur. Veliler, yüz bin yıllık ibadetin derecesini, isterlerse, bir kimseye bir nefeste kazandırır.

YAHUDİLERİN SEVDİĞİ İŞLER

17.Yüzyıl Osmanlı günlük hayatını anlatan seyyahlar İstanbul, İzmir, Halep, Selanik, Kahire gibi yerlerde yaşayan Yahudilerin sarraflık, bankacılık, para tağşiş etmek ve kırpmak,tefecilik, sırmacılık, eski şeyleri satın alarak yeni gibi yapıp satmak, simsarlık, doktorluk, eczacılık, tercümanlık gibi işlerle iştigal ettiklerini yazmıştır. Bu meslekler hem çok para getirdiği için hemde az yorucu olduğu için tercih edilmiştir.

CÜBBELİNİN İHBARATI

Cübbeli Ahmet Hoca "2000 adet selefi dernekler silahlanmakta iç savaş çıkartacaklar" demeci üzerine bu sayıyı 150 derneğe indirdi. Bu tür sansasyonel açıklamalar, Cübbeli açısından kendisiyle alakalı risktir. Bu demeci, ulusal televizyonlarda değil, bir dilekçe ile savcılıklara yapabilirdi. Vatandaşlık vazifesi de bunu gerektirir. Ancak Bu hususun televizyonlarda ifade edilmesi, Ak Partiye karşı olanlar için kullanılacak bir meta. Bu durumda Cübbeli'nin başına Allah korusun bir iş gelirse (Provakasyon, faili meçhul)takdiri ilahidir amma Cübbeli bu belayı kendisi kendisine davet etmiş olmaz mı? Tarikatlara karşı bir algının oluşturulduğu bu ortamda, Mahmud Efendi hazretlerinden sonra Cübbelinin niyetlendiği bu cemaate bir darbe vurulmuş olmaz mı?Bugün yaygınlık açısından Adıyaman cemaatinden sonra en yaygın olanı Mahmud Efendinin cemaati. Özetle:Cemaatler iç siyasete asla karışmamalı. Devletin güvenliğini temin edecek müesseseler mevcuttur. Kimse kimseye vazifesini emretmemeli. Aksine zan altında bırakılır.

20 Eylül 2020 Pazar

BATI-AVRUPA

Batıya giden aydınlarımız bize tertemiz sokakları, göz kamaştıran binaları, inanılmaz teknolojiyi , uygar ilişkileri anlatırlar"Batı" ulaşamadığımız ufuk çizgisi,"çağdaş uygarlık düzeyi", dilimizden düşmeyen dua oldu. Batılı kimi gün Şarlo, kimi gün John Wayne, kimi gün Neil Amstrong, kimi gün Rabo olarak karşımıza çıktı. Oradan gelen devlet adamları, sanatçılar ,sporcular peygamber gibi karşılandı ve ülkelerini yönetmeye hak kazandılar Batı uygardı, gelişmişti ve insan haklarına saygılıydı.Ondan izinsiz bir şey yapılamazdı.Sonra dünyada yapayalnız kalır, belki de ağır bir şekilde cezalandırılmayı hak ederdiniz. Batı bu muydu? İki yüz yıl süren haçlı seferlerinde müslüman çocukları parçalayan, Amerika'da köpeklerinin karnını doyurmak için yerli halkın çocuğunu parçalayıp köpeğin önüne atan, farklı bir mezhebe inandıkları için Pariste bir gecede katledilen 40.000 insanın diri diri yakılması,Kazıklı Voyvado'nun zevk alemleri Batı'nın beslendikleri kaynaklardı. Batı yapıları göz kamaştırırken yaptıklarıyla acı veren,albenisiyle cezbedip baldıranla zehirleyen, özgürlük adına terör üretip, barış adına efendilik taslayan bir ucubedir. Batı her şeyden önce bir vahşi. Batı dendiğinde Avrupa, Rusya ve Kuzey Amerika olarak anlamak gerekir. Hürriyet havarisi ama terörist. Demokrat ama zalim. Üretici ama daha çok sömürücü. Üstünlüğü, öndeliği, vazgeçilmez ve paylaşılmaz bir hak olarak kendisine mal eden Batı, hak edilebileceklerin de en aşağılığına tutsaktır. Madde, batılı hayatını maddeyle örer. Onun bütün yapıtaşları maddedir. Hürriyeti, inancı, adaleti, sevgisi maddidir. Madde ve türevleri tek hedefteki amaç, tek araçtır batılı için. Bu yüzden Batının maddi üstünlükleri hariç, diğer bütün üstünlükleri hayalidir

İNSANLARLA KONUŞMA DİLİ

İnsanlara ilim, amel ve ihlas diliyle konuşmak gerekir. Amelsiz ilim diliyle konuşmak tesirsizdir. Çünkü bu konuşma ne sana, ne de seni dinleyene yarar sağlar. Efendimiz (sav) buyurmuştur:"İlim amele seslenir. Amel bu seslenişe bir karşılık verirse kalır.Yoksa çeker gider". İlim ağacının meyve vermesi amelle olur. O meyvenin de tatlı ve hoş olmasının sebebi ihlastır.Amellerini beğenme. Yoksa Hak Teala'nıın gözünden düşersin. İnsanlara karşı güzel söylemek ve onlardan ilgi ve beğeni görmek arzusunda olma. Bunun sahibine zararı vardır.

DÜNYA HİKMET, AHİRET KUDRET YURDUDUR

Hikmeti bilebilmek ilmi defterden değil Allah adamlarının ağzından alınır. Laftan değil, halden alınır; nefislerini ve insanları kalplerinden silip Allah'la var olanlardan alınır. Bu işin temeli, nefsini ve insanları kalbinden silip Allah'la var olmaktır. Veli'nin nefsi huzura ermiş ve artık dünyaya yönelik ne bir dileği, ne de arzusu kalmıştır. Sen onun nefsinin, seni ona hizmet etmekten geri durduran , istek ve arzusu konusunda seni yönlendiren kendi bilgisiz nefsin gibi sanıyorsun. Senin aklın olsa kendi nefsine hizmet etmeyi hemen bırakır onun Rabbine hizmet etmekle uğraşırdın.

SÜKUTUN KONUŞMANDAN UZUN OLSUN

Müminin sükutu, konuşmasından uzun olmalıdır. Hak Teala'nın konuşmasını istediği (tebliğ ehli, irşad ehli) konuşmakta yetkilidir. Çünkü onlar Hakk'ı anlatırlar. Diğer insanlar yeni büyüyen çocuk gibi dinleyerek ancak konuşmayı öğrenebilirler. Fesahat dilde değil kalpte olmalıdır. Kalbi tutuk olduğu halde dilini yeterli görenler kendini aldatırlar. Efendimiz (sav) buyurmuştur: Kul ahireti isteyip dilemediği halde ahiret amelleri ile bezenirse göklerde adı ve soyu anılarak lanet edilir" Yaratılana karşı saygılı olmayan Yaratıcıya karşı saygılı olduğunu davasını güdemez. Yaratıcıya saygı O'nun emirlerine tabi olmakla başlar.

İNİSANI MUHAFAZA EDEN MELEKLER

İnsanların hareketlerinde, davranışlarında ve ihtiyaçlarının temininde; her türlü afet ve zarardan korunmalarında yardım etmek üzere; Hak Teala'nın memur ettiği meleklerin sayısı gündüz için 300, gece için 300 dür. İnsanları korumaya memur melekler asker vazifesi görmektedir. Askerin kumandan ve yardımcıları olduğu gibi bu meleklerinde başkan ve yardımcıları vardır. Rad suresi 11 nci ayeti:"Onların ardında ve önünde insanoğlunu takip edenler vardır. Allah'ın emriyle onu gözetirler" İnfitar suresi 10-12 ayetinde "Oysa, yaptıklarınızı bilen, değerli yazıcılar, sizi gözetlemektedir" Tam tasarrufa sahip ölü veya diri olan evliyaların mevcud olduğu ve onlardan yardım istenildiğinde yardımda bulundukları sabittir. Bu gibi zatları adları ile çağırmanın caiz olduğu hususunda tevatüren gelen haber ve hadisler vardır.

ARAP ÜLKELERİ İLE NORMALLEŞEN İSRAİL

ABD başkanı Trump'ın öncülüğünde en son BAE ve Bahreyn İsrail ile normalleşme sözleşmesi imzaladı. Aslında Suud gazinolardaki as solistin en son sahne alması gibi bu anlaşmaya en son olarak katılacak.Haşarı veliaht buna dünden razı.Ancak babası, bunu dünya müslümanlarına izahta zorlanacağını biliyor. Bu seneryo tamamlandığında Büyük İsrail'in kurulması yolundaki engellerin egalesine başlanacak. Sırada İRAN var.İrandan sonra sırada TÜRKİYE var. Bugünkü iktidar, sahnede İsrail'e "one minute" desede ikili özel ticarette tam gaz. Halkının desteğini her geçen gün kaybeden iktidar ilk seçimde başına geleceğini biliyor. Ancak bu sade bir seçim kaybetmek değil "hesap vermek" olacağının da farkında. Anadolu Müslümanının İslam'a düşkünlüğünü, enerjisini ve potansiyelini bilen batı,20 yıllık tek parti iktidarında yeni yetişen gençlerin dinden uzaklaştığını görse de İslam'a mesafeli olan gençliğin içindeki hislerin yanıcılığından habersiz. Ümmet adına çıkacak birisi bu ateşi tutuşturduğunda bu ülke İslam'ın bayraktarı olduğunu gösteren işleri bir kez daha yaparak ispat edecektir. Tüm dünya müslümanları bunu bekliyor

HAK TEALA'NIN YARATMASI

Hak Teala kesin ve mutlak adetiüzere, basit sebeb ve vasıtalar olmadan eserini yaratır. Lakin, bu adeti yırtarak insanları irşad için basit sebeb ve vasıtalarla eserini yaratır. Dilerse eseri tamam olsun veya olmasın eserini yok etmeye kadirdir. Mesela insanın yaratılışı için Anne ve babayı etkili vasıta kılmıştır. Amma Hz. Adem'i anne ve babasız, Hz. İsa'yı babasız, Cenab-ı Peygamberimizi de anne ve babalı yaratmıştır.Yüksek derecedeki harareti yakmak için etkili bir sebeb ve vasıta kılarken ateşe emretmiş Hz. İbrahim'i yakmamıştır. Gerçek müslümanlar Yaratıcı ve etkili olan yalnız Yüce Allah(c.c)'tır , sebeb ve vasıtaların neetkisi ne de yaratıcılığı vardır, derler.

RUHANİYETİN YETİŞTİRMELERİ

Her asırda dini hakkaniyetle kıyamet gününe kadar koruyacak taifeleri bizlere gönderen alemlerin Rabbine hamdü senalar olsun. Hak Teala'nın tasarruf yetkisi verdiği büüyük ruhaniyet sahibi zat'lar, açtıkları yolu devam ettirecek istikbalde gelecek evlatlarını ,dünyayı değiştikten sonra ruhaniyette terbiye ederek yetiştirirler. Beyazid-i Bestami hazretlerinin kendinden iki yüz yıl sonra dünyaya teşrif eden Harakani hazretlerini ruhaniyeti ile yetiştirmesi gibi. Mesnevi-i şerifte bu anlatılır. İstikbalde gelecek olan zatlar, geldikleri zaman'ın şartlarına göre Tarikat pirlerinin yollarını devam ettirirler. Cümlesinin maksadı Peygamber (sav) çizgisini o vakte göre devam ettirmektir. Peygamber yaşantısını, bulundukları çağda yaşayarak örnek olurlar.

19 Eylül 2020 Cumartesi

YENİ SÖYLEM

Son bir kaç aydır Necib Sultan'ım bana hitaben :"Ne gam ne keder,böyle gelmiş bu dünya böyle gider" sözlerini sık tekrar eder oldu. Ezelde kime devlet feyzi bağışlanmışsa Sonsuza dek murat kadehi ona can dostu olur(Hafız şirazı)

BAŞ ÇOK ÖNEMLİDİR.

Necib Sultanım söylemişti."Bir baş bin işci" Şu örneği de verdi: Zengin bir Hacı Efendi bir cami yaptırıyormuş. İnşaata da nezaret eden bir adam varmış.adam akşama kadar inşaatın içinde eli arkada dolaşıp dururmuş.İri yarı genç işçilerden birisi inşaat sahibi hacı efendiye demişki:"Efendi bu adalet mi?Ben akşama kadar deli gibi çalışıyorum, şu adam ise akşama kadar iş yapmadan geziniyor. Hacı efendi adama demiş ki:Peki şu karşıdaki bakkaldan benim adıma bir yumurta al gel.İşçi gitmiş bakkaldan bir yumurtayı almış gelmiş. Hacı Efendi işçiye demişki: O yumurtayı duvara yapıştır kırılmasın. İşçi gülmüş ama efendim yumurta hiç duvarda durur mu?.Hacı efendi şimdi gel şuraya otur demiş. Aynı şekilde eli arkada dolaşan adamını çağırtmış."Al şu yumurtayı duvarda durdur"! deyince adam yumurtayı almış,eline bir mala alıp teneke içindeki bir harçtan mala ile alıp duvara harca yapıştırmış ve harcın üzerine de yumurtayı koyup durdurmuş.Hacı efendi demişki :Bak yumurta duvarda nasıl dururmuş. Usta adam bir iş yapmaz görünür amma kafasında tecrübesinden dolayı sayısız çözümler vardır.Bu nedenle bir baş bin işçiye denktir demi. Şüphesiz "Başsızlık"büyük handikaptır. Büyük fitnedir. Suriye, Irak, Libya, Tunus, dökülen kanların hesabı yoktur.Cümlesi başsızlıktandır.

İİSTİKLAL MAHKEMELERİNDEN BİR ÖRNEK;İSKİLİPLİ ATIF HOCA

Son devrin yetiştirdiği ve dünya çapında da tanınan islam alimidir.Şeyhülislam Mustafa Sabri efendinin Kuvvayı Milliye aleyhine hazırlattığı beyannameye karşı çıkmış ve "Nasıl olur? Bu işlere bizim karışmamız doğru değildir.Kuvayı milliyeye karşı harekete geçmek günahtır. Esasen sizin de siyasetle uğraşmanız caiz değildir.Vazgeçin bu işten" diyen kimsedir. Sarayda huzur dersleri vermiştir. Bir gün sarayda iftar sofrasında kendisinin çatal bıçakla bir Avrupalı itinasıyla yemek yemesine şaşan Padişaha:"Peygamber efendimizden sonra icad edilen temizlik için gerekli şeylerin kullanılmasında günah yoktur" diyerek bu konuda uzun uzun açıklamalar yapmıştır. Kendisine bir hediye verilmek istenince de herkesi şaşırtan bir asalet ve nezaketle, ihsana alıştırılmamasını niyaz ederek kabul etmekten mazur olduğunu söylemiş , bundan sonra da hiç kimseden hediye ve ihsan almamak ilkesinden asla ayrılmamıştır.Şapka Kanunun çıkartılmasından bir buçuk sene önce yazmış olduğu "Frenk mukallitliği ve şapka" isimli kitabından dolayı İstiklal mahkemelerinde yargılanıp İdama mahkum edilmiştir.Savcı son mahkemede üç seneden az olmamak üzere kürek cezasına mahkum edilmesini istemiş son savunmasını yapması istenmişti:"Hacet yok efendim. Müdafa edilmeyi gerektirir bir günahımız olmadığı esasen açığa çıkmıştır.Vicdanınızın vereceği hükmü bekliyorum" demiştir.Mahkeme heyeti karar için gizli görüşmeye geçtikleri sırada tutuklu arkadaşları , daha önce hazırladığı savunmasını niçin vermediğini sormuşlar. Hazret:"Ben savunmamı okumaktan ferağat ediyorum.Bu gece rüyamda Fahri Kainat efendimizi gördüm. Bana :"Atıf, bize ilhak etmek istemiyorsun da müdafaaname ızharıyla mı meşgulsün?" dedi. Bu hitap karşısında müdafaa okumanın lüzumu kalmamıştır, yazdığım kağıdı yırtıp attım. Mukadderata boyun eğmekten başka bir şey yok.Fahri Kainat efendimizin bu iltifatı na karşı müdafaa yapmak , küstahlık yapmak olur ki , benim harcım değildir" demiştir. Mahkeme heyeti kendisi hakkında İdam hükmünü vermiş ve 4 Şubat 1926 günü Ankara hapishanesinde idam edilmiştir. Naaşı gizlice gömülmüştür. O gece eşi Zahide hanım bir rüya görmüş: Rüyasında bahçelerinde kızıyla beraber dikmiş oldukları çam ağacının dibinde hoca abdest almakta meşguldü. Kızı Melahat da ona su döküyordu. Abdestini aldıktan sonra doğrulan hoca,"Artık gidiyorum. Sakın ağlamayın. Yalnız bana yedi Yasin okuyun" diyordu.

YAKIN TARİHİ HATIRATLARDAN ÖĞRENMEK

Yakın tarihteki hadiseleri öğrenmek ancak kişilerin hatıratlarıylamümkün olmuştur.Bu vakte dair hadiseler Resmi bir el tarafından örtülmüş,insanlara farklı şeyler anlatılarak farklı bir insan tipi oluşturulmaya çalışılmıştır.Merkezinde mustafa Kemal olan tarihle alakalı hakikatlar ı ifade edenler hainlikle suçlanıp itibarları dümura uğratılmıştır. Radyo Trafik’te “Hüsrev Gerede” denilince İstanbullular bunun Teşvikiye’deki bir cadde ismi olduğunu bilirler de, kim olduğunu bilmezler. Oysa son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında Trabzon mebusu olduğu gibi Samsun’a 19 Mayıs’ta ilk çıkan subaylardandı. İstiklal Savaşı’nda Gerede’de isyancılara esir düşmüş, kurtulduktan sonra Ankara komutanı olmuş, İran, Almanya ve Japonya gibi kritik ülkelerde büyükelçilik yapmış, 1962 yılına kadar yaşayarak hatırat yazacak vakti bulmuştur. Hüsrev Gerede’nin inkılap tarihimiz için çok önemli olan “Atatürk ve İnkılab Hatıratım” adlı kitabı Sami Önal tarafından gün yüzüne çıkarılmıştı (Literatür: 2003). Ancak kendisi de bir hatırat olan “Nutuk”a saplanıp kalan inkılap tarihçilerimiz, Atatürk’ün en yakınındaki komutanlardan Gerede’nin yazdıklarını tabiatıyla görmezden geldiler. Zira dikkate alsalardı resmi tarihteki konforları Allah korusun tehlikeye düşebilirdi. Dindar bir Osmanlı subayı olan Gerede, M. Kemal’le birlikte Havza’ya gittiklerinde şehitlerimiz adına bir mevlid okunacaktır. Köylerden akın akın gelen coşkulu kalabalıkla beraber yaşadığı muhteşem atmosferi şöyle yansıtır: “Duada halkın can ve yürekten amin deyişleri, İzmir olaylarını, şehit arkadaşlarımızı, milletçe düştüğümüz ölümcül günleri gözler önünde canlandırdı. Savaştaki kahramanlıkların, akıtılan kanların boşa gidişi, bağımsızlığımızın tehlikede bulunuşu, duyan her yürekten milletin kurtuluşu için iç parçalayıcı seslerle ‘amin!’ nidaları çıkarttı. Kalplerdeki üzüntünün dışa vurmuş yansıması olan sıcak gözyaşları matem yüklü gözlerden iki sıra halinde akıyordu. Yarabbi, şanlı Peygamber’inin kutsal ruhu hürmetine sen bu zavallı milleti kurtar!” 12 Kasım 1919 günü not defterine M. Kemal Paşa’nın yeniden içkiye başladığı notunu düşer. “Bekir Sami Bey’in evinde sofra kuruluyor.” der, “Kaptan Rauf (Orbay) bu duruma son derece üzülüyor.” Hüsrev Bey’in hatıratının asıl önemli kısmı ise “Atatürk ve Devrimler” başlığı altındakiler. “Mustafa ismini sevmiyorum” Hüsrev Gerede’nin hatıratından Atatürk’ün, eniştesine (Makbule Hanım’ın kocasına) çok kızdığını, onun kız kardeşinin sırtından geçindiğine fena halde içerlediğini ve kardeşini boşanması için sıkıştırdığını okuyoruz. Sık sık şöyle dermiş etrafındakilere: “Bu ayı gibi herife aşık olmuş. Bunun nesini seviyor?” Yeri gelmişken belirtelim ki, Atatürk malını mülkünü millete bıraktı, diyenler unutmasın ki, aksi halde o tarihte Türkiye’nin en zengin adamı olan Atatürk’ün muazzam mal varlığı, günahı kadar sevmediği eniştesine kalacaktı! Hükümetin telaşı bundandı. Bu rivayet hatırattan: “Atatürk, bir gece hoppa bir hanımla bir erkek görmüş. Kim olduklarını sormuş. Bir paşanın kızı ile kocası olduğunu söylemişler. Kadını yanına çağırmış, herkesin karşısında şapır şupur öpmüş. Kadın da bu iltifattan (!) memnun olup gurur duymuş.” Gerede, Gazi’nin Mustafa ismini neden sevmediğini kendi ağzından aktarır: “Ben kendi adımdan hiç memnun değilim. Böyle koymuşlar. Bir gün erkek çocuk doğuran bir hanım, çocuğuna Mustafa Kemal adını koymak istemiş. Bu konuda benim onay vermemi istediler. Kendilerine, benim bu adı hiç sevmediğimi, fakat ana hakkına karışamayacağım cevabını gönderdim.” Büyükelçi Hüsrev Beytifoya, yakalanan eşini İsviçre’ye hava değişimine götürmek ister, Gazi de “Canım yalnız gitsin. Benim kızlarım yalnız gidip geliyorlar.” der. Gerede, sert çıkar: “Sizin kızlarınız yalnız gidebilirler, fakat benim eşim gidemez.” Bunun üzerine Gazi’nin gözlerinin ateş gibi parladığını yazar. Böyle küstahça cevap vermesine fena halde canı sıkılmıştır. Bir gazetede, adını spor tesislerine koyduğumuz Selim Sırrı Tarcan’ın dinde reform konusunda yazıları çıkmaktadır. Tarcan’ı Çankaya sofrasına çağıran Atatürk kendisine, “Bu din batacak, ileride yeni bir din çıkacaktır. Sen bu konularda yazı yazmayacaksın, anladın mı?” diye kesin emir vermiş, Selim Sırrı da bunun üzerine kalemini kırıp atmıştır. Kızların kıskançlıkları Hüsrev Gerede, son olarak “Atatürk’ün manevi kızları” diye bilinen evlatlıklar hakkında çarpıcı bilgiler veriyor. Mesela Atatürk’ün gözdesi Afet İnan’ın bir Şeyhin kızı olan Nebile’yi kıskandığını, bu yüzden zorla evlendirilen Nebile’nin ise üzüntüden kör olarak son günlerini Fransız Hastanesi’nde sürünerek geçirdiğini okuyoruz hatırattan. İşe bakın ki, kıskançlıkta Zehra da Afet’i aratmamış, ‘kıskandığı’ Afet’i çekemediği için Köşkten Londra’ya okumaya gönderilerek uzaklaştırılmış, o da dönüşte Fransa’da trenden atlayarak intihar etmiş veya başkası tarafından atılarak öldürülmüştür. Fransız güvenlik kuvvetlerinin, vagon kapısında Zehra’nın eldiveniyle et parçalarını bulmaları ilginçtir. Sabiha Gökçen, okumaya kabiliyet ve isteği olmayan, suratsız, inatçı mı inatçı bir kızdır. Hatta bu yüzden Atatürk tarafından “pataklanırmış”. Pilot olunca yeniden göze girdiğini görüyoruz. Hatırattaki bir paragraf büsbütün şoke edicidir. Aynen okuyoruz 274. sayfadan: “Hasan Rıza Soyak’tan (Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri) bu kızların tümünün bakire oldukları söylentisinin aslını sordum. Ondan aldığım karşılıktan, kızların Gazi tarafından Prof. Dr. Refik Hayri’ye muayene ettirildiğini ve bakire olduklarının anlaşıldığını öğrendim.” Atatürk’ün 10 Kasım’da öldüğü haberini Tokyo’dayken alır Hüsrev Gerede ve not defterine şu satırları düşer: “Atatürk’ün cenaze törenini görenler, benim gibi uzaktan duyanlar ve bizden sonra okuyacak olanlar herhalde ‘Şanslı bir diktatör, gıpta edilecek büyük ölü’ demekten kendilerini alamayacaklardır.” Gerede’nin hatıratının resmi tarih taifesi tarafından neden görmezden gelindiğini anlamış olmalısınız. “Her neslin kendi önyargıları ve ilgileri var.”, diyor tarihçi Margaret Macmillan ve ekliyor: “Her nesil geçmişte yeni şeyler arar ve yeni sorular sorar.” Gelin görün ki, bizim tarihçiliğimiz soru sormamasıyla meşhurdur. Bu yüzden de değişmez. Tıpkı Nasreddin Hoca’nın fıkrasındaki gibi. İhtiyarlayan Hoca, arkadaşlarıyla nostalji yapmaktadır. Kimi gençliğinde bir çuval buğdayı sırtına vurdu mu değirmende soluğunu aldığını anlatır, kimi dağdan kestiği odunları nasıl omuzladığını. Hoca ‘Ben galiba hiç yaşlanmamışım’ der. ‘Nasıl yani?’ sorularına cevabı şudur: ‘Gençliğimde bahçemizdeki dibek taşını kaldırmaya yeltenmiş ama kaldıramamıştım. Geçenlerde denedim, yine kaldıramadım!’ Bizim inkılap tarihi de hiç “tarih” vasfı kazanmamıştı ki değişsin!

ŞEYTANIN KARAKTERİ

Şeytanın Karakteristik Özellikleri Nelerdir? Şeytanın insana düşman olduğu, onu kandırmak ve yanlış işler yaptırmak için yemin ettiği ve neticede kendisiyle beraber cehenneme pek çok insanı da götüreceği bilinen bir husustur. İnsanı kandırmak için neler yapabileceği, onları nerelerden yakalayıp vurabileceği de Kuranda bildirilmiştir.. Şeytanın karakteristik özelliklerinden yani hile ve desiselerinden, oyun ve entrikalarından bazıları şunlardır: 1. Yalancı ve yemincidir Şeytanın en büyük özelliklerinden biri yalan söylemektir. Zaten başka türlü kimseyi kandıramazdı. Adem ile Havva'ya söylediği Kur'an-ı Kerimde şöyle haber verilmektedir: "Derken şeytan, birbirine kapalı ayıp yerlerini kendilerine göstermek için onlara vesvese verdi ve: Rabbiniz size bu ağacı sırf melek olursunuz veya ebedi kalanlardan olursunuz diye yasakladı, dedi. Ve onlara: Ben gerçekten size öğüt verenlerdenim, diye yemin etti." (A'raf, 7:20-24) Şeytan bu ilk yalandan bu yana insanları hep kandırmaya çalışmıştır. Bu durumda insan, yaptığı işin doğruluğunu veya yanlışlığını dinin ölçülerine vurarak değerlendirmeli ve iyice araştırıp soruşturduktan sonra yapmalıdır. 2. Yaptırım gücü yoktur Ayeti Kerimelerde açıkça haber verildiği gibi şeytanın insan üzerinde zorlayıcı bir yaptırım gücü yoktur. Kuran-ı Kerimde: "Şüphesiz kullarım üzerinde senin bir hakimiyetin yoktur. Ancak azgınlardan sana uyanlar müstesna."(Hicr, 15:42) denilmesi de bu hususa açık bir işarettir. Ayette belirtildiği gibi, şeytanın insanları zorla saptırması diye bir şey yoktur. Buna karşılık Allah insanlara daha yakındır ve yardımcıdır. Nitekim, bu konuya temas eden bir ayette şöyle denilmektedir: "Halbuki şeytanın onlar üzerinde hiçbir nüfuzu yoktu. Ancak ahirete inananı, şüphe içinde kalandan ayırt edip bilelim diye (ona bu fırsatı verdik). Rabbin gerçekten her şeyi koruyandır." (Sebe, 34:21) Bu ayette şeytana tanınan sürenin hikmetinin, ahirete inananlarla inanmayanların birbirinden tam olarak ayrılması olduğu belirtilmiş oluyor. 3. Riyakardır Riyakarlık, hiç şüphesiz ki bir şeytan sıfatıdır. Kendini beğenme, beğendirme, başkalarının rızasını kazanmak için iş yapma, ibadetlerine gösteriş veya menfaat için yapma şeytanın veya şeytana uyanların sıfatı olabilir. "Allah'a ve ahiret gününe inanmadıkları halde mallarını, insanlara gösteriş için sarf edenler de (ahirette azaba duçar olurlar). Şeytan bir kimseye arkadaş olursa, ne kötü bir arkadaştır o!" (Nisa, 4:38) 4. Hakkı batıl, batılı da hak gösterir. Kuranı Kerimde, insanları Hak yoldan ayırıp, küfür ve dalalet gibi yanlış yollara sürüklemek için sarf edilen bir kısım sözlerin ve felsefi yorumların şeytani olarak nitelendirildiğini görüyoruz. İnsanları kandırmak için süslü kelimeler seçmek, yalanlarını ört bas edebilmek için cazip ifadeler kullanmak ve felsefi yorumlar yapmak şeytani işlerdendir. Abdullah b. Amr (r.a.)'den nakledilen bir hadisi şerifte Rasülullah (s.a.v.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Allah'ın insanlardan en nefret ettiği kişi, sığırın diliyle ağzını karıştırdığı gibi, (yanlışı doğru, doğruyu yanlış göstermek için) konuşurken dilini dolaştırıp belağat yapacağım diye (kelime çatlatan ve lafı geveleyip) duran kimsedir." ( Ebu Davud, Edeb, 67) Bu konuda Kur'an-ı Kerimde şöyle buyrulur: "Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. (Bunlar), aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi onu da yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle baş başa bırak."(6:112-113) 5. İnsanın düşmanıdır Şeytan insanın ebedi düşmanıdır. Bu ifade de Kur'an-ı Kerim'de, pek çok yerde açıkça zikredilerek; " Şeytanın adımları ardınca gitmeyin" ve "Şeytana uymayın" veya "Şeytanın peşine düşmeyin; zira şeytan sizin açık bir düşmanınızdır."( Bakara, 2/168, 208-209; Yusuf, 12/5; Yasin, 36/60-64; En'am, 6/142; İsra, 17:53; Fatır, 35/6; Zuhruf, 43/62) buyurularak insan uyarılmaktadır. Yine ayetlerde, Şeytanın sinsi bir ara bozucu olduğu ve buna müminlerin kanmaması gerektiği vurgulanarak, inanan insanların birbirlerine iyi davranmaları gerektiği, kırıcı olmamaları, güzel söz söylemeleri ve sözün en güzeli olan Kur'an'ın edep ve ahlakına uygun davranmaları tavsiye edilmiştir. 6. Kötü bir arkadaştır Kuranı Kerimde şeytanın, kafirlerin dostu olduğu da bildirilmektedir. "... Şüphesiz biz şeytanları, inanmayanların dostları kıldık. (Şeytanların) dostlarına gelince, şeytanlar onları azgınlığa sürüklerler. Sonra da yakalarını bırakmazlar." (A'raf, 7:27, 202) 7. Kur'an'dan uzak olanların yakın dostudur "Kim Rahman (olan Allah'ı)ın zikrini görmezlikten gelirse, yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat ederiz; artık bu, onun yakın bir dostu olur. Gerçekten bunlar (bu şeytanlar ve şeytanın dost olduğu kimseler), onları (doğru) yoldan alı koyarlar; onlar ise, kendilerinin gerçekten hidayette olduklarını sanırlar. Sonunda bize geldiği zaman, ona: 'Keşke benimle senin aranda iki doğu (doğu ile batı) uzaklığı olsaydı. Meğer ne kötü bir arkadaşmışsın' der." (Zuhruf, 43:36-38) 8. İnsanı her yerden görür ve aldatmaya çalışır Kuranı Kerimde, insanın şeytanı görmediği halde şeytanın onu gördüğünden ve insana ummadığı yerlerden sokulup kandırdığından bahsedilmektedir. Bundan maksat, insanın kendisine dikkat etmesi gerektiği ve şeytana açık kapı bırakmaması hususunda uyarılmasıdır. Şeytan daha çok, bizim zayıf olduğumuz noktaları yoklar ve buralardan sokulup kandırmayı hedef alır. Bu husus Kuran-ı Kerimde şöyle anlatılmaktadır: "Ey Adem oğulları! Şeytan, ana-babanızı, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın. Çünkü o ve yandaşları, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz biz şeytanları, inanmayanların dostları kıldık." (A'raf, 7:27)

İMANIN ARTIP EKSİLMESİ

İmanın Artıp Azalması Diye Bir Şey Var mıdır? Bu soruya mezhep imamlarının verdiği cevaplar şunlardır; a. İmam Azam’a göre, İman, artma ve eksilme kabul etmez. İman ne artar ne de eksilir. (bk. el-Vasiyye s, 72) b. İmam Malik şöyle der: İman söz ve ameldir artar ve eksilir. (Tertibu-l-Medarik , 2/47) c. İmam şafii’ye göre, iman söz ve ameldir, artar ve eksilir. (bk. İbn Abdul-ber, el-intiksa, s.81; Beyhaki, Menakıbu’ş-şafiiye, 1/387-93) d. İmam Ahmed’e göre iman söz ve ameldir, artar ve eksilir. (bk. Ahmed b. Hanbel, Usulu’s-Sünne, 1/34) e. Cumhura göre: İman artar ve eksilir. (Acurri eş-Şeria s, 117; İbn Batta, el-İbanetü-l-Kübra 2/813; Nevevi Şerhu Müslim, 1/146) İmama Beğavi de şöyle demektedir: “Sahabeler tabiinler ve onlardan sonra gelen ehl-i sünnet alimleri amellerin imandan bir cüz olduğu konusunda görüş birliği içindedirler. Onlara göre, İman söz, amel ve akidedir. İtaat ile iman artar, isyan ile eksilir” (el-Beğavi Şerhü-Sünne 1/38) - Özetle şunu söyleyebiliriz ki, İmanın artması-eksilmesi konusundaki alimlerin farklı görüşleri, lafzidir, hakiki değildir. Aslında her iki taraf da aynı şeyi farklı cümlelerle ifade ediyor. Bu iki görüşün ortak paydasını teşkil edecek bir özeti şöyle arz etmekte fayda vardır: İman, inanılması gereken hususlar (iman esasları) açısından artmaz ve eksilmez. Bir kimse iman esaslarının hepsini kabul edip de, bir veya bir kaçına inanmasa mesela meleklere inanmasa veya namazın farz yahut adam öldürmenin haram oluşunu inkar etse, iman etmiş sayılmaz. Bu durumda iman gerçekleşmediğinden artması ve eksilmesi söz konusu olamaz. Herkes aynı hususlara iman etmekle yükümlüdür. İnanılacak esaslar konusunda bilginle cahil, peygamber olan ve olmayan, kadınla erkek arasında hiçbir fark yoktur. İman, güçlü veya zayıf olma açısından farklılık gösterir. Kiminin imanı kuvvetli kiminin zayıftır. Kiminin imanı tam anlamıyla içine sinmiş, kimininki yüzeysel kalmıştır. Kimininki işitme ve düşünmeye bağlı bilgi ve inanç seviyesinde, kimininki görmeye dayalı bilgi ve inanç seviyesinde, kimininki de yaşamaya, gönülden duymaya ve iç tecrübeye dayalı bilgi ve inanç seviyesindedir. İmanda bu çeşit bir farklılığın bulunduğuna ayet ve hadislerde de işaret edilir. Hz. İbrahim, ölüleri nasıl dirilttiğini göstermesini Allah'tan istemiş, ayette buyurulduğu gibi yüce Allah'ın "inanmadın mı?" sorusuna "(gözümle de görerek) kalbim tam yatışsın diye" (Bakara 2/260) cevabını vermiştir. Böylece onun Allah'ın ölüleri nasıl dirilttiğini gördükten sonraki imanının önceki imanından daha güçlü olduğu belirtilmiştir. Kur'an-ı Kerim'deki "İman etmiş olanlara gelince (her inen sure) daima onların imanını artırmıştır." (Tevbe 9/124); "O, müminlerin yüreklerine imanlarını katmerli bir imanla artırmaları için manevi kuvvet indirendir" (Fetih 48/4); "Müminler ancak onlardır ki, Allah anıldığı zaman yürekleri titrer. Allah'ın ayetleri kendilerine okunduğu zaman bu onların imanını artırır" (Enfal 8/2) anlamındaki ayetler ile bu konudaki hadisler, imanın kuvvet, kalbin derinliklerine nüfuz yönüyle farklı seviyelerde olabileceğini, nitelik yönüyle artma ve eksilme gösterebileceğini ifade etmektedir.

İNSANIN MANEVİ İHTİYAÇLARI

Nasıl ki insanın cismani ihtiyaçları farklı farklıdır. Bazısına hava gibi her an, bir kısmına su gibi midenin harareti vaktinde zaman zaman, bir kısmına gıda gibi her gün, bazısına ziya gibi haftada bir, bazısına ayda bir, bazısına ilaç gibi senede bir ihtiyaç olur. Aynı şekilde insanın manevi ihtiyaçları da farklı farklıdır. Bir kısmına “Hu ve Allah” demek misali her an, bir kısmına “bismillah” gibi her vakit, bir kısmına “Lailahe illallah” gibi her saat ihtiyaç vardır. Diğerlerini kıyas edebilirsin. Bu durumda ayet ve bazı kelimelerin tekrarı, ihtiyacın tekerrürüne delalet, onlara olan ihtiyacın şiddetine işaret, ihtiyaç damarını uyarmak ve uyandırmaya tenbih, ihtiyaca teşvik, ve ihtiyaç iştihasını bu manevi gıdalara tahrik içindir.

İNGİLİZ EMPARYALİZMİNİ TARİF

Dünyayı sömüren ve Güneşin Batmadığı imparatorluk diye tarif edilen ingiliz emparyalizminin tarifi: Dünya, İngiliz emperyalizminin tarlasıydı Kuzey Amerika ve Rusya ovaları bizim ekin tarlalarımızdır; Şikago ve Odesa bizim ambarlarımızdır; Kanada ve Baltık bizim kereste ormanlarımızdır; Avustralasya’da (Malezya, Filipinler, Endonezya, bizim koyun çiftliklerimiz vardır; Arjantin’de ve Kuzey Amerika’nın batısındaki kırlarında bizim öküz sürülerimiz yayılır, Peru altınını gönderir, Güney Amerika ve Avustralya altını Londra’ya akar; Hindular ve Çinliler çayı bizim için yetiştirirler ve bizim kahve, şeker ve baharat çiftliklerimiz tüm Hint adaları üzerindedir. İspanya ve Fransa bizim bağlarımız, Akdeniz meyve bahçemizdir ve uzun süre Güney Birleşik Devletleri’ni kaplayan bizim pamuk alanlarımız artık dünyadaki sıcak bölgenin her yanına yayılmaktadır. Paul Kennedy, Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri Bu sömürü düzeninin çöküşünü göreceğiz.İslam'ın tekrar dünyaya hakim olduğunu göreceğiz.

ATATÜRK'Ü KORUMA KANUNUNU BİR YAHUDİ HAZIRLAMIŞTIR

Saklanan Tarih programında konuşan ünlü tarihçi Mustafa Armağan şu sözleri söyledi ; "Atatürk'ü koruma kanunu toplum vicdanında kalkmıştır.Çünki bu kanun fosilleşti, fosilleşen herşey gibi bu da tarihe karışması lazım. Çünkü dünyanın hiçbir yerinde böyle bir şey olamaz. Ölen bir insan, kanunun konusu olmaktan çıkar. Hukuk şöyle tanımlar ;"İlk nefesi aldığı ve son nefesi verdiği süre içerisinde bir insanın hayatını düzenler" Hukukun ölen bir kişi ile ilgisi artık sadece miras meselesi ile alakalıdır. Ölen kişiye laf söylenemez, hakkında konuşulamaz, eleştiri yapılamaz gibi meseleler hukukun konusu değildir. Nitekim Atatürk'ü koruma kanununun metnini o zaman Türkiyede bulunan (1902 - 1985 ) yılları arasında yaşayan Alman Yahudisi “Prof. Dr. Ernst Eduard Hirsch hazırlamıştır. Bunu bütün Türkiye'nin bilmesi gerekmektedir." Prof. Dr. Ernst Eduard Hirsch bunu kendi hatıratında şöyle anlatır; Adnan Menderes'in adamları geldi bende bir formül istediler.Çünkü Türkiye Millet Meclisinde ''Atatürk koruma kanunu" reddedildi."Aman bize bir formül biz bu konunu çıkarmamız lazım" dediler. Bende oturdum bir formül buldum. Düşündün evet ölmüş bir insan hukuk tarafından korunamaz, dünyanın hiç biryerinde savunulacak bir şey değil ama burada şöyle bir kurnazlık geldi aklıma -onu seven insanların hissiyatı- rencide olacak şekilde Atatürk'e davranılırsa bu yine yaşayan insanların hukuku alanına girer. Kendisine başvuran, hükümete yakınlığıyla tanınmış bir milletvekiline Hirsch’in verdiği cevap, şu olmuştur: “Atatürk adında bir şahıs, hukuki anlamda, artık mevcut değildir. Dolayısıyla ona yasa yoluyla da bir imtiyaz sağlanması söz konusu olamaz. Söz konusu tasarıda ceza hukuk normlarıyla korunması öngörülen hukuki varlık bir şahıs olarak Atatürk değildir. Burada korunmak istenen Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusuna karşı Türk milletinde genel olarak yaygın bulunan hayranlık ve saygı duygusudur. İşte, ceza tehdidi altına konulmak istenen davranışlar, halkın içinde yaşamayı sürdüren bu saygı duygusunu, yani merhumun anısını zedelemeye müsait davranışlardır.” Böylece Hirsch, hem hukuki anlamda mevcut bulunmayan birisi hakkında, hem de tek bir şahıs hakkında kanun çıkartarak sakat doğacak bir kanuna bir formül geliştirmiş ve ölen kişinin değil, yaşayanların, yani hukuki anlamda kişilerin hayranlık ve saygı duyguları üzerinden bir koruma kanunu çıkartılmasına önayak olmuştur. Artık kanun metni, “Atatürk’ün hatırasına alenen hakaret eden veya söven kimse; Atatürk’ü temsil eden heykel, büst ve abideleri veyahut Atatürk’ün kabrini tahrip eden, kıran, bozan veya kirleten kimse cezalandırılır” şeklini almış ve 25 Temmuz 1951’de TBMM’de görüşülerek kanunlaşmış, 31 Temmuz 1951’de ise Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe irmiştir. 5816 Atatürk'ün hatırasına alenen hakaret edilemeyeceği Kanunu Madde 1: f1. Atatürk'ün hatırasına alenen hakaret eden veya söven kimse bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. f2. Atatürk'ü temsil eden heykel, büst ve abideleri veyahut Atatürk'ün kabrini tahrip eden, kıran, bozan veya kirleten kimseye bir yıldan beş yıla kadar ağır hapis cezası verilir. f3. Yukarıki fıkralarda yazılı suçları işlemeye başkalarını teşvik eden kimse asıl fail gibi cezalandırılır. Madde 2 f1. Birinci maddenin ikinci fıkrasında yazılı suçlar zor kullanılarak işlenir veya bu suretle işlenmesine teşebbüs olunursa verilecek ceza bir misli artırılır. Madde 3: f1. Bu Kanunda yazılı suçlardan dolayı Cumhuriyet savcılıklarınca re'sen takibat yapılır. Madde 4: f1. Bu Kanun yayımı tarihinde yürürlüğe girer. Madde 5: f1. Bu Kanunu Adalet Bakanı yürütür. Kaynak : Risale Ajans

DEVLET KUTSALMIDIR

Bu topraklar üzerinde otoriter devlet anlayışına sahip bir tarih yaşanmıştır.Devlet bu anlayışa göre Allah için, din içindi.Bu yüzden devletkutsiyet/kutsallık taşyordu.Devlet halkından , tebaasından sorumluydu."İyiyi emretmek, kötülükten uzak tutmak" vazifelerinin başında geliyordu.Bu durum, devlete, insanların şahsiyet hakları dışında geniş bir müdahale alanı bırakıyordu. Bu devlette, devletin hedefleriyle halkın amaçları arasında bir ayrım yoktu, ya da olamazdı.O yüzden devlet içinde menfeata , inanca ve düşünceye dayanan iktidar guruplaşmalarına yer verilmemiştir. 1923 de resmen bu devlet anlayışı terkedildi.Seçimli bir yönetimi öngören, Hakk'ın emirleri de söz konusu olsa halkın iradesini esas alan bir yönetim sisteminin temelleri atıldıı.Uygulamaya baktığımızda bu temellerin 1950 yılına kadar sadece kağıt üzerinde kaldığını söylemek yanlış olmaz.1950 öncesinde yaşanan, totaliter, otoriter ve hatta diktatörce bir yönetimdi.Osmanlılarda devlet, amacı itibarı ile kutsiyet taşıyordu.Cumhuriyet döneminde ise devlet bizzat kutsallığın kaynağı sayıldı. Demokrasinin söz konusu olduğu bir toplumda , devletin kutsallığından sözetmek anlamsızdır.Halk ve halkın oyu önemlidir.Devletin müdahale alanı demokratik sistemde asgariye indirilmiştir.Demokrasinin beşiği olan ülkelerde "en iyi yönetim, insanlara en az karışandır"prensibi caridir. Demokrasinin demokrasi olabilmesi için menfeat guruplarının, inanç ve fikirlerin kurumsallaşmasına karışılmaması gerekir.Mesela sendikalaşma, partileşme üzerine müdahaleci zihniyete son verilmesi icap eder.En önemlisi dinin, yönetimden bağımsız kurumlaşmasının kabul edilmesi gerekir. Türkiye 'de ise işine geldiği zaman demokrasi, aklı kesmediği zaman kutsal devlet denilmektedir.Bu ise sistemin çifte kişilikliğinin devamından başka bir şey değildir.

BUGÜNKÜ KEMALİSTLERİN SÖYLİYEMEDİKLERİ

Bugfünkü Kemalistlerin açıkca söyliyemediği ancak MustafaKemal'in gerektiğinde söylemekten çekinmediği , kemalist yönetimin tek adam yönetimi olmasıdır.Önder yanılmazdır.Kafasında doğruluğuna inandığı ve tek başına uuyguladığı bir proje vardır.Bunun için başkalarına danışmak ve kollektif planlama yapmak söz konusu değildir.Batılılaşma-Modernleşme için laikliği öngörür ve bunun gerçekleşmesi için fevkalade yolabaşvurmaktan çekinmez.Maksat vasıtayı meşru kılar fikrindedir.Kitle ancak önderin yönlendirmesi ile doğruyu bulur.Lider milletin ihtiyacını bilir;ona göre milletin kısa vadede kendi çıkarlarını bilemeyeceğini göz önüne alarak halka rağmen uygulamalara girişir.Burada tam manasıyla bir seçkinci vesayetcilik söz konusudur.Lider hata yapmaz.Halk lidere yetişemez.Halkın görüş ufku sınırlıdır.Tek adam eseri asıl ortaya koyandır.Büyük işler için gücü sarsılmazbir başın-reisin varlığı şarttır.Başarıyaancak o ulaştırabilir.Lidere tapma vardır.Heyeti temsiliye, meclis,parti gibi vasıtalar diktatör denmesinin kılıfıdır zira muhalefet yoktur.

İSİMLE SORUN ÇÖZMEK

Sorunla isimle çözülmez.Cumhuriyetle demokrasiyi bir tutanlar yanılgı içerisindedirler.Demokrasinin beşiği gösterilen İngiltere ,krallıktır.Mustafa Kemal Nutuk'da:"Şekli hükümet cumhuriyettir..Fakat hükümetin yalnız adını değiştirmek hiçbir fuayda temin etmez.Amerika'da yirme kadar memleket vardır ki hepszinin ismi de Cumhuriyettir.Irsi bir hükümdar yerine , zorla riyaseti cumhura çıkmış bir mütegallibe görürüz.Reisi cumhur namını taşıyan bir müstebit, keyfine göre idare-i hükümet eder .Bir hükümdarı mutlak gibi keyif ve hevesinden başka kanun tanımaz" diye yazan Hüseyin Cahit(Yalçın) İstiklal mahkemesine çıkmaktan, meslekten men edilmekten,sürgün cezasına çarptırılmaktan kurtulamaz.Kemalistler Cumhuriyeti demokrasi ile karıştırmaktalar.Cumhuriyetin ilk döneminde devlet reisi,anayasa, yürütme, meclis vardır.Olmayan birden fazla parti ve serbest seçimdir.Askeri darbeciler "Cumhuriyeti koruma ve kollama " prensibini kendinde görerek ortaya çıkmışlar,siyasi partileri kapatıp yasak getirmişlerdir.Demokraside her kesintide Atatürkçülüğe dönüşten bahsedilmiştir.Mecliste farklı seslerin çıkmasına tahammül edemeyen Mustafa Kemal'dir.Kurtuluş mücadelesinde birlikte olduğu , sonraki dönemde "Silah arkadaşları" denilen yöneticiler mürtecilikle, cumhuriyet düşmanlığı ile itham edilmişlerdir.1930 damustafa Kemal muhalif parti kurulmasını emreder.Serbest Cumhuriyet Fırkası nam altında parti kurulur.Parti beklenenin aksine toplumce benimsenir.Kitle etksi, güdümlülüğü etkisiz hale getirince , parti kapatılır.Danıştay'a talimat verilerek Serbest fırkanın kazandığı belediye seçimleri bozulur.

OTORİTE VE MEDDAHLARI

Siyaset gücünü yahut Asker,silah,Pra gücünü elinde bulunduranların etrafında mutlaka bir övücü takım(meddah gurubu) bulunur.Bu eşyanın kanunudur.Bu meddahların yaptıkları ne kadar basitce, akla ziyan şeylerde olsa ,güç sahibi iradesini nefsine teslim etmiş olduğu için bunlara karşı çıkmaz.Kurtuluş savaşı sonrası Cumhuriyetin ilanından sonrageçen on yıl ile alakalı İçişleri Bakanlığı ve CHP Genel sekreterliği yapan,ülkede faşist ve nazist panti modelin ve yönetimine benzer bir yönetim tarzıoluşturmaya çalışan Recep Peker'in "Onuncu yıl Marşı" gayretlerine Mustafa Kemal "Recep Bey'in ilahisi" olarak nitelediğini Falih Rıfkı Atay söylüyor.Türkiye Cumhuriyetinin ilk on yılında toplumun pozitivist kalıplara göre tanzimine harcanan mesai , ülkenin maddi ve kültürel kalkınmasına sarfedilseydi büyük başarılar kazanılabilirdi.Milli Mücadelenin lideri, halkı iknaederek ve arkasına alarak gerçek bir modernleşme projesi ortaya koysa idi , 1950 yıyllarda Menderes'in, 1980 li yıllarda Özal'ın sağladığı gelişmeler 1930 da sağlanabilirdi.Halbuki bu yıllarda türkiye, Mesela en çok öğündüğü maarif alanında Abdülhamit Dönemi alt yapısında durmaya devam etmiştir.Gelişme sadece ilk öğretimde o da belli nisbette sağlanmıştır.Onuncu yıl istaatistiklerinde "Lise" sayısı verilmemiştir, çünkü yeni Lise açılmaamıştır.Üniversite zaten bir tanedir.Cumhuriyet yönetimi on yıl boyunca sadece bir ilahiyat fakültesi kurulmasını sağlamıştır.1930 yıllarına gelindiğinde ise bu fakülte ortadan kaldırılmıştır.