HOCAM MÜBAREKLE NASIL TANIŞTIM..
Otuz yıllık talebesi Ahmet Kılıçaslan der ki.:
Mânevî Hayatım ondört yaşında iken, bir ramazan sabahı, seher vaktinde gördüğüm rüyâ ile başlar...Rüyâmda kulağıma yüksek sesle Kur’ÂN okudular. Üç defâda.: “Yâ Ahmet!. Yâ Ahmet!. Yâ Ahmet!.” diye bağırdılar korku ve heyecan içinde uyandım.İşte o günden beri içime bir ateş düştü. Hâlâ yanar. Söneceğe de hiç benzemez. ALLAH söndürmesin âmin!.Bu aşk ateşi ile onbeş yıl, kendime bir rehber, bir yol gösterici, bir mürşid, bir usta aradım..
Çorum'a gittim, daha başka yerlere gittim. Gördüm, görüştüm,
içim hiç kimseye ısınmadı. Demek ki kısmetimiz, o gittiğim yerlerde değilmiş de
ondan ısınmamışım..
Bu arayış içinde devam ederken bir gün Ankara Mamak'ta, Ethem Ağa'nın Havuzlu Kahvesinde, arkadaşlarımdan Mamaklı Yaşar Çetinkaya, o zamanın Ankara Vilâyeti Köy İşleri Büro şefi Muhterem Ağabeyimiz Rahmetli Sabri Türker Beyle oturuyorduk.Bir ara Yaşar.: “Konya'da yayınlanan Toprak Dergisini bana uzattı ve dedi ki; Eskişehir'den Opr. Dr. Münir Derman`ın bir yazıları çıkmış. Al oku!.” orada hemen okudum. Yazının özü bakmakla, görmenin ayrı şeyler olduğunu izâh ediyordu. Manisa'nın Akhisar Kazası’ndan bir bakkalın, mektup yazarak sormuş olduğu.: “Bakmak nedir? Görmek nedir?" sorusuna cevâbdı bu dergideki yazının özü..
Hocam Akhisar'dan misâller vererek bakmakla görmeyi izâh
ediyordu. Akhisar'a hiç gitmediği hâlde, cadde ve sokakları isimleriyle
anlatıyordu. Sokaktaki kuru ağaca köşedeki bakkala kadar târif ediyordu.
Yazının sonu ise, şöyle bitiyordu.:
“Bunları nereden bildiğimi, bana tekrar mektup yazıp sorma,
bırak o kadar mârifette bizde bulunsun!.”...
Bu son cümle; Mübârek Hocam Dr. Münir Derman Hazretleri Rahmetullâhi Aleyhe gitmeme ve tanışmama sebeb oldu.Meğer benden altı ay önce. Yaşar ve Sabri Beyler de Hocamla tanışma lütfuna ermişler..
1961 lerde idi; Hocam Eskişehir Devlet Hastanesinde,
operatör doktor olarak çalışıyordu. Kızılay Caddesi başındaki binâ, -şimdi
doğum evi olarak kullanılıyor kapıdan girince sağda Hâriciye Kliniği onun hasta
kabul ettiği yerdi..Ablamın oğlu Mustafa Kavas'la gitmiştik. Mustafa o zaman
lise sonda okuyordu.
Dr. Münir Derman'ı sorduk.: “Yukarda hasta kontrolüne
çıktı!.” dediler. Öğleden sonra idi bizde yukarı çıktık.Bir salonda bulduk.
Üzerinde siyah pelerini vardı. Masa üzerinde bir kediyi okşuyor, seviyordu.
Karşısında da bir Hanımla bir Bey duruyordu. Sonra öğrendim ki, radyodan
ormanlarımız hakkında konuşan orman mühendisi Cemâlettin Şenocak ve Hanımı imiş
onlar da ziyâretine gelmişlerdi. Onlara birşeyler anlatıyordu. Edeben bir
müddet bekledik. Konuşmadık kendileri sordular.: “Bir şey mi istiyorsunuz?.”
dediler.
“Doktor Münir Derman siz misiniz?” dedim. “Evet benim.”
dediler. “Ankara'dan ziyâretinize geldik Efendim.” dedim. “Aşağıya inin
klinikte bekleyin geliyorum.” dediler.
Yarım saat sonra, misafirlerini uğurlamış olacak ki
geldiler. Bizleri kucakladılar bizlerde ellerini öptük oturduk. O söyledi biz
dinledik tam üç buçuk saat sürdü bu ilk ziyâretimizdeki sohbetimiz. Kendilerine
sormak istediğim yüzelli kadar sorum vardı. Hiç birisini soramadım. Sanki
sıraya koymuşçasına, sorularımın hepsine cevâb aldım. Hattâ bir ara.: “Meselâ
sen 1930 doğumlu ol!.” Yiğenim Mustafa’ya da.: “Sen de 1945 doğumlu ol!.” diye
söze başladı. Biz dışarıya çıkınca Mustafa.: “Dayı bizim doğum tarihlerimizi
nasıl bildi?” diye bana sordu.
Tanışmamızdan onbeş yıl sonra idi. Hocam mübârekle beraber bir ziyâretten dönüyorduk. Taksinin arkasında oturuyorduk Yüksek Hâkim Yurdanur Hanım, öbür başta ortada Hocam, bu başta da ben oturuyordum.Yurdanur Hanım dedi ki.: “Hocam o adam da size çok soru sordu!.” dedi: Hocam da.: “Aptal adam bilmez ki, kafasındaki soracağı sorularını, sıraya koyar da cevâb veririz!.” dediler. O zaman anladım ki, Eskişehir'de hiç soru sormadan, almış olduğu cevâblar onbeş sene sonra da olsa, böylece aydınlanmış oldu..
Eskişehir'de sohbetimiz devâm ediyor. Bir ara, Eskişehir'in
meczublarından birisi geldi. Hocamı kucakladı öptü, kenara çekilip asker gibi
esas duruşa geçti. Ve dedi ki.: “Çeltikli Belinde kamyonlar kaldı. Kar ve
tipiden gelemiyorlar. Ne yapacağız?.” dedi. Hocam da.: “Sen merak etme
gelirler!.” dedi.
Meczub.: “Gelirler mi?. dedi. Hoplayıp zıplayarak bağırarak çıktı gitti.Hocam.: “Bu kişi, Eskişehir'in meczublarından!.” dediler.
“Sıkışınca bana gelir. Benimle konuşur başka kimse ile
konuşmaz!.” dedikten sonra sohbetimize devam ederken, kapıdan başka bir zât
daha girdi. Geldi selâm verdi oturdu. Hiç konuşmadı. Yarım saat sonra izin
istedi kalkıp gitti. O gidince, Hocam.: “Bu zât emekli Albay Reşat Beydir.
Câmilerde vaaz verir. Kendisini çok güzel yetiştirdi. Binbaşılığına kadar.
ALLAH'a dahi inanmazdı. Bir gecede ALLAH hidâyet verdi, kurtuldu. Şimdi sadece
geçmişine pişmanlık duyarak, ağlıyor. Bu zâtın Hidâyet Hikâyesi benim
"HİÇSİN" kitabının 92 nci sayfasında anlatılmıştır.”
Akşam ezânına bir saat kalarak sohbetimiz bitti. Hocam
mübârek Rahmetullâhi aleyh bizleri hastanenin dış kapısına kadar uğurladı.
Ayrıldık koşar adım. Eskişehir Çarşı Câmii`ne geldim. İkindi namazı geçmeden
farzından dört rekat namaz kıldım.
Ammâ ALLAH Şâhid, vücudum bir pamuk yığını gibiydi.
Ayaklarım yere basmıyordu. Kuş kadar hafiftim. Sanki boşlukta gibiydim. Demek
ki Hocam mübârek cesedimi, ruhumun emrine almıştı.
Böyle kılınan namazlara “Ruh Namazı” derler. Bu namazdan
daha öncede kılmıştım, bir sabah namazı bir de yatsı namazı.
ALLAH her müslümana ömründe bir defâ olsun, böyle bir Ruh
Namazı kılmak nâsib etsin!. Ondan sonra dedim ki.: "Ben mürşidimi, ustamı,
üstâdımı buldum. Daha ayrılmam!.” diye kararımı verdim.
Hocamın vefâtına kadar 30 yıla yakın hizmet ettim. Cenâbı
ALLAH hizmetimizi kabul buyursun âmin!.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder