19 Kasım 2022 Cumartesi

DOSTLARI ANLATIYOR/FETHİ GEMUHLUOĞLU

 “Fethi Ağabeyi ben, birkaç gün, belki birkaç yıl anlatabilirim diye söze başlar Mehmet Çavuşoğlu. Bir hadise göre isimler gökten inmişlerdir. Herkesin her şeyine, huyuna, suyuna, soyuna ve yaradılışına göredir. Fethi Ağabey, “Feth” kelimesinin “açmak” manasında hareketlerle gönülleri açtığı için Fethi isminin mazharıydı. Benim ve benden sonraki nesilden tanıdığım veya onunla tanıştırdığım herkesin öz ağabeylerinden daha yakın olmakla “Ağabey” isminin de mazharı olmuştur. O bu hadisin madde aleminde ispatı, bir başka deyimle görünen, somut ifadesidir.

1951’de ben onu tanıdım. Rüstem Paşa Medresesi’nin salonunda seminerler yapılırdı. Bu seminerlere o zaman, fikir ve ilim adamı büyüklerimiz, hocalarımız, ağabeylerimiz nezaret eder, yönetirlerdi. Prof. Başgil, Prof. Mümtaz Turhan, Doç. Nurettin Topçu gibi. Hepsine Allah rahmet eylesin. Nurettin Bey’in yönettiği seminerlerden birindeydi. O zaman öğrenci olan, şimdiki Prof. Nevzat Yalçıntaş’ın hazırladığı ve konusu “Dini Hayatımız” olan seminerde onu tanıdım.

Seminerin başlangıcından biraz sonra, şöyle saçları uzamış, uzun zamandır, hiç değilse yirmi gün, bir aydır berber görmemiş bir saç; sırtında solgun bir pardesü, saçlarında tek tük kır olan, bir zat girdi içeri. Koltuğunda da bir gazetenin içerisinde bir yığın kitaplar, böyle girdi. Ses kesildi, arkadaşlar şöyle baktılar. Yanımda, Cahit Aydoğan vardı. “Fethi Ağabey” dedi kulağıma. O girdi. Elini böyle bağrına bastı, selam verdi, hemen bir köşeye boş sandalyeye oturdu. Konferansı sonuna kadar dinledi. Seminer yapan Nevzat Yalçıntaş’a birtakım sorular sordu. İlk tanıyışım böyle oldu.

“Ulubatlı Hasan Destanı” diye aşağı yukarı seksen-doksan mısralık bir şiir yazmıştım. Nevzat’a okudum. Nevzat Yalçıntaş, “Yahu bunu Fethi Ağabey’e göstersene”, dedi. Kalktık bir pazar günü Fethi Ağabey’in Göztepe’deki evine gittik. Şiiri okudum, şiir hakkındaki düşüncelerini söyledi. Benim Fethi Ağabey’i tanıyışım böyle oldu. Ondan sonra hep gittim Göztepe’deki evine, rahmetli annesi, birinci gidişimde bize çay ikram etmişti.

Haydarpaşa Lisesi bitti. Hukuk Fakültesi’nde talebeyim. “Sen buraya niye geldin”, dedi. “Sen bütün ömrün boyunca dava dosyalarını okuyabilir misin?” Kanunları, nizamnameleri takip edebilir misin? Dedi. Bunu kendine sor, evet diyorsan devam et Hukuk’a, ama değilse bunu değiştir. Ben sesimi çıkarmadım ama iki sene devam ettim Hukuk’a. Defterde, benim kitaplarımda Fethi Ağabey’in çok sevdiği Yenişehirli Avni Bey’in, Osman Şems Efendi’nin, Muhittin Raif Bey’in şiirlerinden, mısralarından parçalar vardı. Ve ben iyi bir hukuk talebesi olamadım. “Şimdi Edebiyat Fakültesi’ne gir, bırak bunları, orada tasavvuf edebiyatıyla uğraş,

ne yapacaksın hukukçu olup da! Bir yığın arkadaşımız var, onlar o işi yapsınlar”, dedi. Ben onun telkiniyle Edebiyat Fakültesi’ne girdim.

Bir devreyi hatırlıyorum. Spor Sergi Sarayı’nda müdürdü. Ben her dün, aşağı yukarı her akşam ona gidiyordum. Gece maçları vardı, orada maçlar bittikten sonra yürüyorduk. Harbiye’den Karaköy’e kadar çoğu zaman beraber yürürdük, oradan karşıya geçerdik. O sıralarda yağmurlu bir geceyi hatırlıyorum, geç vakit, “sen yemek yedin mi? Dedi. Ben belki de o sabahtan beri bir şey yememiştin. Şimdi Feriköy’e giden yolun üstünde, solda bir lokantaya gittik. Orada kuru fasulye yedik. Bana, “en iği kuru fasulyeyi İstanbul’da bu yapar”, dedi. Hafif bir çise var, Karaköy’e doğru yürüyoruz. Bağıra bağıra:

Gökten bela yağmur gibi yağsa,

Başını ana tutmaktır aşk.

“Diyor şair”, dedi. Üzülme Mehmetçiğim, Seyrani diyor ki,

Kelb, kelb iken (köpek) yavrusundan geçmiyor,

Hakk, Seyrani ’sinden geçer mi bilmem?

Hakk bizden geçmez, dedi.

Bazen Laleli’ye kahveye gelirdi, sonra bir ara Marmara’ya da geldi. Bana, “ne öğrendin bugün ne var? Defterinde bir şey var mı?” Diye sorardı. Onun benim hatırladığım kadarıyla kırmızı kaplı defterleri vardı. O defterlerin içinde, fevkalade güzel şiirleri vardı. O defterden şiir okurdu. O deftere yazdığı ve benim söylediğim bazı mısralar, bazı beyitler vardı. Bilmiyordum nedendi, hep benden aşk şiirleri dinliyordu. Bir gün, “Gözlerle alakalı bir şeyler var ağabey”, dedim. Necip Fazıl’ın;

Bir şey kalmaz yalınız,

Kalır maziden gözler,

Ölür de her yanımız,

Sağ kalır neden gözler?

Birer yıldız olur da,

Kırpışırlar havada,

Kupkuru bir kafada,

Apaçık giden gözler.

Şiirini okudum. “Dur, dur”, dedi,” “bunu yazalım.” Ve yazdı. Neydi sebebi anlamıyordum. Sonra, 1959 yılıydı, Spor Sergi Sarayı’nda, beni bir hanımla tanıştırdı. “Bu ablan senin”, dedi. O tanıştırdığı hanımla evlendi. Ahmet Tahir Efendi’den, nakledilen bir sözü söylerdi bize. “İşini bulan değil, eşini bulan kurtulmuştur.”

Bize hep sevgiyi tavsiye ederdi. Bir toplantıda muhterem Ahmet Kabaklı Bey, ağabeyimiz hatırlar, Edebiyat Cemiyetinin bir toplantısında bir profesöre şöyle temennide bulunmuştu: “Allah ona aşk versin, âşık olmak nasip etsin. Aşksız meşk olmaz”, diyordu. Zaten onun yaptığı iş de aşksız yapılacak iş değildi. Bizden hiçbir menfaati yoktu. Biz onun kardeşleri, çocuklarıydık. Onu son ebedi istiratgahına gönderirken annesinin kabrini açtıklarında

ayakucunda, sol tarafta kemikleri gördüm. O manzara beni hayli duygulandırdı. Bunu burada anlatmak zor. Bir İran şairi diyor ki;

Ez beyaban-ı âdem ta ser-i bazar-ı vucud,

Be telaş-ı kefeni amade üryani çend.

“Yokluk çölünden varlık pazarına bir kefen almak telaşıyla gelmiş birkaç çıplak.” İnsan buydu. Orada onu hatırladım. Fethi Ağabey, kefenini aldı gitti. Vazifesini yaptı. Ben huzur ile şehadet ederim. Allah ona rahmet eylesin.”


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder