Koleksiyoner Nuri Arlasez
Hâl-i hayâtında pek kimsenin tanımadığı ama Türk kültürüne yapdığı büyük hizmetlerle adını târihe yazdırmış olan merhûm Nuri Arlasez'le yapılan bu röportaj büyük ibretlerle ve derslerle dolu olduğu için noktasına, virgülüne bile dokunmadan olduğu gibi buraya kaydetdim. Umulur ki yeni nesiller okur, istifâde eder ve dersler çıkarırlar.
● Efendim, kamuoyu
sizi hemen hiç tanımıyor. Ama tanıyanlar, ne kadar farklı bir insan olduğunuzu,
bu ülkenin kültürüne ne büyük hizmetlerde bulunduğunu biliyorlar. Biz daha
geniş bir kitle, hiç değilse bir kültür ve edebiyat dergisini okuyan kitle
tarafından da tanınmanızı istiyoruz. Bize kendinizden biraz söz eder misiniz?
Hayhay, evladım.
Adım Nuri, soyadım Arlasez. 1910 yılında doğmuşum, İstanbul’un Osmanbey
semtinde. Babam Hüsnü Selim Bey, devrin en meşhur ceza avukatıydı.
Galatasaray’da okudum. Tabii, babam benim de hukukçu olmamı istiyordu. Anne ve
baba tarafım hep avukat. Benimse değil avukat olmaya, okumaya bile niyetim yok.
Tek istediğim, istediklerimi yapabilmek için bol vakit, sadece bol vakit. Babam
gibi avukat olsam, şöhret, yazıhane, hepsi hazır... Para kazanmak kolay. Ama
ben para değil, hürriyet istiyorum. Zannedilenin aksine, hürriyetin en büyük
düşmanı paradır, sizi, kendi şartlarını benimseterek esirleştirir. İstediğim
gibi kendi içime dönüp düşünemedikten sonra, parayı ve şöhreti ne yapayım?
Asgarî maddî imkân, fakat azami vakit! Bütün istediğim bu! Evliliğe de bunun
için yanaşmadım, yanlış anlamayın, evlilik müessesine asla karşı değilim, benim
hayat tarzım evliliğe hiç uygun değildi. Hangi kadın asgari maddi imkânla
geçinmeye razı olabilir? Hadi kafama uygun bir hanım buldum diyelim, ailesi
“Bizim damat mı? Geçin onu canım, boş gezenin boş kalfası!” deyip bizi devamlı
huzursuz etmez mi? Hülasa, evladım, hürriyetimi sonuna kadar muhafaza etmek
kararındaydım.
Önce babamın
ısrarıyla Hukuk Fakültesi’ne yazıldım, fakat fazla dayanamayıp ayrıldım. “Ne
yapacaksın?” dediler, “O benim işim!” dedim. Ve evde, asgarî parayla sessiz bir
hayat yaşamaya başladım. Aslına bakarsan evladım, tesadüf diye bir şey yok! Bir
gün bahçede oturmuş, bir arkadaşımın gelmesini bekliyordum. Derken sokaktan
geçmekte olan bir satıcının sesini duydum, şezlong satıyordu. Laf olsun diye
çağırdım, “Kaça?” dedim, bir fiyat söyledi. O kadar param yoktu, “Bir pantolonum
var, istersen bak, onu al!” dedim. Baktı, “Ver pantolonu, al şezlongu!” dedi.
Aldım, kurdum ve uzanıp gökyüzündeki bulutlara bakmaya başladım. Arkadaşım da
gelmemişti. On ikiye doğru garip bir hal başladı içimde. Bu bir huzur
başlangıcıydı. Benim adeta büyülenmişçesine saatlerce gökyüzüne bakmamdan
endişelenen valide telaş içinde geldi, “Hasta mısın?” diye sordu. “Yok!” dedim.
Ve gece! Yıldızlar görünmeye başladı. Çok garip bir haldi, içimde inanılmaz bir
rahatlık hissediyordum. Hayatımda ilk defa o gün kendime ait meseleleri berrak
bir biçimde görmeye başladım. Eskiden körüklü fotoğraf makineleri vardı,
metrajını yapınca buzlu camında görüntü berrak bir biçimde belirirdi, işte
öyle. O zaman farkında değildim; bunun bir çeşit yoga, bir çeşit meditasyon, yani
murakabe olduğunu çok sonraları Hint felsefesiyle uğraşmaya başlayınca
anlayacaktım. Benim asıl doğum günüm, o gündür evladım. O günden sonra
tanıdığım bütün lüzumsuz insanlardan ve okuduğum bütün lüzumsuz kitaplardan
uzaklaştım. Hint felsefesine, uzak şark geleneklerine mukayeseli dinler
tarihine yöneldim. Ne yapacağımı artık biliyordum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder