11 Ağustos 2022 Perşembe

NURİ ARLASEZ-4

 

● O dönemden biraz söz eder misiniz? Sizin yazma kitap, ferman, vakfiye, işleme vb. toplayarak binlercesini yok olmaktan kurtardığınızı biliyoruz. Bu iş nasıl oldu, nasıl başladınız? 

Biliyorsun evladım, devir pozitivizm devri. Yeni devlet kurulmuş ve geçmişin bütün kıymetleri düşman ilan edilmiş. Sizler bilmezsiniz, benim ömrüm küçük yaşlardan itibaren yeni devrin çöplüklerinde geçti. Harf inkılâbı sırasında Galatasaray’da okuyordum. Girişte altı metre boyunda nefis bir kitabe vardı, ilk iş olarak onu söktüler. İçim isyanla doldu. Ortalıkta bir dehşet havası kol geziyordu. Babadan dededen kalma kitapları yakanlar mı ararsın, gömenler mi ararsın! Bugün paha biçilemeyecek kitaplar o zaman kaldırımlarda sürünüyordu. Bir gün güzel bir yazı gördüm, alıp baktım, II. Beyazıt’ın vakfiyesi. Yazıyı inceleyince dehşete düştüm. Çünkü Şeyh Hamdullah hattıydı. Misyonumu o gün fark ettim, kurtarabildiğim kadarını kurtaracaktım. Yemek yemeyip mini minnacık bütçemle bunları satın almaya başladım. Şimdi bir tanesi bile insanı milyarder eder, düşünebiliyor musun? Kendi kendime dedim ki, “Bu bir emr-i hayr olacak, aç kalsan açıkta kalsan bile, zinhar satmak yok!”. Geçim başka yoldan. Böyle böyle, paha biçilemez cinsten sayısız eser topladım. El yazması kitaplar, fermanlar, vakfiyeler, levhalar, işlemeler... Hani, altı yüz elli yıllık irfan meş’alesini ellerinde tutan, kravat takmadıkları, bağdaş kurup oturdukları için çöplüğe atıldıklarını söylediğim adamlardan bahsettim ya, işte onlar, benimle, samimi olarak bu eserleri toplayıp yok olmaktan kurtardığım için ilgilendiler. 

Meşhûr Sahaf Râif Yelkenci ile

● Mesela kimler efendim? 

Mesela Sahhaf Raif Yelkenci merhum...Osmanlı kültürünün, hars ve irfanının son meş’ale taşıyıcılarından... O küçücek dükkânında ecdattan veraset tariki ile intikal eden maddi ve manevi mamelekimizin, Osmanlı hars ve irfanının henüz düşürülmemiş, en mütevazı ve o nispette de en muhteşem son kal’alarından biri idi. Raif Yelkenci merhum sahhaflık mesleği dolayısıyla az çok tanınan biridir. Bir de hiç tanınmayanlar, bu dünyadan sessiz sedasız göçüp gidenler vardı. Misal mi istersin? Elime on üçüncü asırdan kalma bir Selçuklu Kur’an’ı geçmişti, lakin çok harap vaziyetteydi. Soruşturdum, “Bunu ancak Süleymaniye taraflarında oturur, Yakup Efendi adında bir zat var, etse etse o tamir eder!” dediler. Gittim, ahşap bir ev, ikinci kata aldılar beni. Hasta yatağında nurlu bir ihtiyar. Altı yüz senelik irfan meş’alesini elinde tutanlardan biri. Bu Kelam-ı Kadim’in çok kıymetli olduğunu söyleyerek onu kurtarmasını rica ettim. Alıp baktı, “Hakikaten çok kıymetli” dedi, “Bu yatakta gördüğün gibi ölümle cedelleşiyorum ama, bırak, nasipse kurtarırız! Yalnız iki aydan önce gelme!” İki ay sonra gittim, güzel bir tebessümle “Al oğlum, dedi, kurtarmak nasipmiş.” Yoksulluğu her halinde belli olan bu mübarek adam, bütün ısrarıma rağmen emeğinin karşılığı olarak takdim etmek istediğim parayı kabul etmedi. Tıpkı Antalya civarında karşılaşıp ekmeğini yediğimiz Türkmen kocası gibi.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder