● Burada merak ettiğim bir husus var efendim, Osmanlı kültürüne ve sanatlarına aşk ölçüsünde bağlı olduğunuzu biliyoruz. Neden Osmanlı kültürü ve geleneğinin temelindeki tasavvufa değil de, Hint felsefesine yöneldiniz?
Yunan
felsefesinin kaynağı Hint felsefesidir, Batı felsefesinin kaynağı da.
Felsefenin asıl kaynağına yönelerek bilginin özünü aldım. Yeri gelmişken size
bir hadise daha anlatayım. Yıl 1962. Şişli’de elli yıl oturduğum, babadan
kalma, on dört odalı ahşap bir evim vardı. Bir kış günü Hint felsefesiyle
ilgili kitapları masama yaymış çalışıyordum. Kapı çalındı, açtım, Fethi Bey’in
oğlu Osman Okyar, yanında da bir İngiliz. Adını söyledi ama, o anda
anlayamadım. Görünüş olarak tam bir İngiliz beyefendisi. Çalıştığım odaya buyur
ettim, çünkü başka tarafı ısıtamıyorum. İngiliz beyefendisi masanın üzerindeki
kitapları görünce müthiş ilgilendi, oturdu ve incelemeye başladı. İlk defa
geldiği bir evde, arkadaşını da, evin sahibini de unutmuş, harıl harıl not
alıyordu. Giderken mahcup bir edayla “Biz Osman Bey’le Bursa’ya gidiyoruz, siz
de gelir misiniz?” dedi. Gelmem mi? “Memnuniyetle!” dedim. İnanır mısınız,
ancak yolda kim olduğunu anlayabildim, Arnold Toynbee, o büyük zekâ... Bir
hafta beraber gezdik, hakikaten rüya gibi bir haftaydı. Ayrılırken yüzü kızararak
“Sizinle dost olalım!” dedi, olduk ve yıllarca mektuplaştık. Şu anda bu
mektupların kırk elli kadarı IRCICA’dadır, inşaallah Ekmeleddin Bey neşredecek.
Daha fazlaydı, ama maalesef bir yangında yandı.
● Toynbee ile dostluğunuz ne kadar sürdü?
Onun ölümüne
kadar devam etti. Türkiye’ye her gelişinde buluşur, uzun uzun gezer ve
konuşurduk. Onunla dolaşmanın iki zorluğu vardı: Her zaman hiçbir şey bilmeyen
bir insan havasındaydı, haddinizi bilecektiniz. Ve sizi seviyorsa, hiçbir
teklifinize hayır demezdi. Onu müşkil durumda bırakmamak için çok dikkatli
olacaktınız. Birlikte bir gün güneyde, Antalya’ya 70-80 kilometre mesafedeki
bir köye gittik. Bir kahve gördük, girdik. Nur yüzlü bir ihtiyar. İçimden
geldi, çok samimi olarak gidip elini öptüm. “Babacığım, dedim, çok açız,
çaresine bakabilir misin?” İhtiyar, “Oğul, dedi, yeter ki sen fukaranın olanına
katlan! Nemiz varsa senindir. Yalnız Rabbim yoktan var eder. Onu bizden
bekleme!”. Tercüme ettim, Toynbee şaşırdı, “Hakiki bir filozof, hikmet âşıkı
bir adam!” dedi. İhtiyar çok güzel yiyecekler getirdi. Bütün ısrarlarımıza
rağmen para kabul etmedi. “Taa nerelerden bu kuş uçmaz, kervan geçmez yere
geldiniz, gönlümüze ferahlık verdiniz. Bir de para mı vereceksiniz? Ne parası?”
dedi. Ama ben ısrar ettim. Bunun üzerine, “Bak oğul, dedi, misafirimizsin. Daha
fazla ısrar edersen paranı kabul etmek zorunda kalacağız. Neş’emizi bu kahpe
para için kaçırmaya değerse ver!” Artık ısrar edemezdim. Toynbee’ye
söylediklerini aynen tercüme ettim. Büyük İngiliz’in gözleri yaşardı ve şunları
söyledi: “Lütfen söyleyeceklerimi aynen tercüme ediniz. Bize insanlık sahasında
kelimenin en kuvvetli mânâsıyla ebedi ölçüde bir insanlık dersi verdi. Bu borcu
hiçbir zaman eda edemeyeceğiz. Dünyaları ayakta tutan, her memlekette gizli
kalmış bu gibi kahramanlardır. Bunların yüzü suyu hürmetine memleketler ayakta
kalır. Bunlara İncil’de ‘Toprağın tuzu’ denilmiştir. Biz sanayileşirken büyük
hatalar yaptık. Maddi servet pahasına bütün bu değerleri kaybettik. Siz de aynı
tehlikeyle karşı karşıyasınız, bizden ders alın. Hayatta sizi her zaman minnet
ve şükranla hatırlayacağız”. O ihtiyar gibi ne gizli kahramanlar tanıdım
evladım. Onlar, altı yüz yıllık irfanın anahtarını ellerinde tutan, meş’alesini
taşıyan insanlardı ve hepsi kravat takmıyor, otururken ayaklarını altlarına
alıyorlar diye çöplüğe atılmışlardı. Çöplüğe atılmadık kıymet kalmamıştı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder