■
Sahhaf Raif Yelkenci’den söz ediyordunuz...
Merhum Raif
Yelkenci, çelebi-meşreb, Osmanlı örf ve adetlerinin en parlak mümessillerinden
biriydi. Senelerce evvel bir gün -sık sık olduğu üzere- yine Raif Efendi’nin o
küçücek dükkânına nasib almağa gitmiştim. Eşine hayatta ender olarak
rastlanabilen bir Kelam-ı Kadim’i uzatarak “Ziyaret buyurun!” demişti. Elimde
on altıncı asırda İran’da yazıldığını tahmin ettiğim, çok küçük ebatta, hesna
ve müstesna bir Kelam-ı Kadim vardı. Sadece maddi gözlerle değil, aynı zamanda
gönül gözüyle, hayranlıklar içinde bakarak bir müddet nüfuzu nazarla
görebilmeye çalıştıktan sonra, herhangi bir fikir yürütmeden, usulca masanın
üzerine bıraktım. Hayranlığımı kelimelerle ifade edemezdim, sükûtumla ifade
etmeye çalıştım. Üstad büyük bir tevazu ile “Bu Kelâm-ı Kadim’i edinmenizi
istiyorum” dedi. Maddi imkânlarımın çok mahdud olduğunu ifade ettikten sonra,
“Ben bu Kelâm-ı Kadim’e bütün maddi ve manevi mevcudiyetimle adeta bir göz kesilerek
baktım. Bu bakışın bir neticesi olarak, bu mübarek Kur’an, gözümü kapadığım her
an zihnimde -in my mind’s eye- elle tutarcasına tecessüm edecektir.
Dolayısıyla, Allah’ın lütf u keremi ile -dilediğim her an- bu Kelam-ı Kadim
benim olacaktır.” Raif Efendi, İncil’in tabiriyle “toprağın tuzu” olan
insanlara has bir bakışla, “Gözlerinizi kapadığınız her an bu Kelam-ı Kadim’in
sizin olabileceğine şüphe etmemekle beraber, yine de edinmenizi istiyorum.
Ortada garip bir zaruret var” dedi. Meğerse bu nefis yazma Kur’an-ı Kerim’i
edinmek isteyen bir Arap emiri varmış, ne istenirse ödemeye hazırmış. Fakat
Raif Bey merhum, “Müşarünileyhin parası bol, evet, lakin bizim anladığımız
mânâda aşkı yok. Sizin de paranız yok, ama aşkınız var. Dolayısıyla bu Kelam-ı
Kadim size teveccüh ediyor” dedi. Peki nasıl ödeyecektim? “Bu meseleyi lütfen
izam etmeyin. Siz bu mübarek kitabı alıp bir an önce ortadan kaybolun. Bilahare
meseleyi aramızda hallederiz” dedi. Takriben bir ay kadar tekrar uğrayıp
meseleyi açtığımda, “Elinize fazla para geçtikçe, zaman zaman verebileceğiniz
miktarı verirsiniz. Ne vereceğinizi bilmenize de hacet yok” dediydi.
● Bu tavır,
bugünkü dünyada, bugünkü insanlar tarafından kolay kolay anlaşılır bir tavır
değil!
İşte hakiki
İstanbullular, hakiki Osmanlılar, Raif Yelkenci ve Süleymaniyeli Yakup Efendi
gibi adamlardı, evladım. Hâfız-ı Şirazî’nin dediği gibi, ben onların kölesiyim:
“Bu mavi kubbe altında, bağlılık veya menfaat taşıyan her şeyden âzâde olan o
kimsenin himmetinin kölesiyim”. O insanlar da bitti, o İstanbul da! Bir
zamanlar bir İstanbul vardı, çok iyi bilirdim. Onu imarcılar mahvetti evladım.
Öyle bir İstanbul’du ki, hangi yabancıyı gezdirmişsem, hayran olmuştur. Zaten
İstanbul’a gelen birçok yabancı önce beni arayıp bulur. Türkiye’den çok, Avrupa
ve Amerika’da tanındığımı söylesem belki de inanmazsınız. Hatta Joan Fleming
adlı bir yazarın, konusu İstanbul’da geçen When I Grow Rich isimli polisiye
romanında benden Filozof Nuri Bey diye söz edilmektedir. Bu roman 1967
senesinde best seller oldu, Türkçeye de çevrilerek Cumhuriyet gazetesinde
tefrika edildi. Hatta bir ara film yapmayı düşündülerdi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder