● Elli yıl boyunca topladığınız eserleri nasıl muhafaza ettiniz?
■ Bir de vakıf kurduğunuzu biliyoruz, Süleymaniye Kütüphanesi için...
Evet, olmayan paramla bir de vakıf kurdum: “Süleymaniye ve Bağlı Kütüphaneleri Geliştirme Vakfı”. Kuruluş safhasında ön masraflar yapıldıktan sonra, avukatım elli milyon liraya daha ihtiyaç olduğunu söyledi. Eyvah! Bende o kadar para ne gezer? Çaresiz kalınca, ömrümde ilk defa bir el yazması bir Kur’an-ı Kerim’i sattım, o da Kültür Bakanlığı’na, yani devlete. Aslında yüz milyondan fazla ederdi, elli milyon verdiler. “Tamam, dedim, zaten benim elli milyona ihtiyacım var!” Para adıma bankaya yatırıldı. Fakat içimde bir huzursuzluk var. Süleymaniye Kütüphanesi’nin müdürü Muammer Ülker beyefendiye dedim ki, “Yazma bir Kur’an-ı Kerim’i satmış olmaktan rahatsızlık duyuyorum. Bu paraya dokunursam murdar olacakmış gibi geliyor. Bir adamını ver, ben imzalayayım, o alsın parayı!” Öyle yaptık, yani paraya elimi sürmedim. İki dairemi de bu vakfa bağışladım.
● İşlemeleri de Topkapı Sarayı Müzesi’ne bağışladınız.
İşlemeleri Topkapı Sarayı Müzesi’ne, fotoğrafları ve matbu kitapları ise IRCICA’ya bağışladım.
● Fotoğraflar, sizin çektiğiniz fotoğraflar mı?
Evet, yaklaşık yedi bin siyah-beyaz fotoğraf. İstanbul’un her geçen gün biraz daha yok olduğunu görünce, 1970’lerde bir fotoğraf makinesi alıp İstanbul’u köşe bucak fotoğraflamaya başladım. Ustam Othmar adında bir fotoğrafçıydı, ondan işin tekniğini öğrendikten sonra çektiğim ilk fotoğrafları götürdüm, hayretler içinde kaldı. “Ben fotoğrafa ömrümü verdim, hâlâ bu neticeyi zor alıyorum” dedi ve ilâve etti: “Ben size teknik öğrettim sadece, hâlbuki sizde göz var!” Ve çekmeye başladım. Şimdi benim fotoğrafını çektiğim mekânların yerlerinde yeller de esmiyor, apartmanlar yükseliyor. Dedim ya, İstanbul’u imarcılar mahvetti.
● Bütün koleksiyonlarınızı bağışladınız, dolayısıyla eviniz boşaldı. Şimdi nasıl yaşıyor, ne yapıyorsunuz efendim?
Benim için mekân çok evladım. IRCICA, Süleymaniye Kütüphanesi, Topkapı Sarayı Müzesi, benim saraylarım. Evde yatıp kalkıyorum, o kadar. Ölümle dost olarak. Ölüm hayatın öteki yüzüdür evladım. Bir gün babam beni çağırdı, “Oğlum” dedi, “Bende affetmeyen bir kalp hastalığı var. Bana emr-i Hakk’ın bir veya bir buçuk sene içinde vaki olacağı kanaatindeyim. Seni bu ölüm hadisesine hazırlamak için çağırmış bulunuyorum. Hayat ve ölüm birbirini tamamlar, ikisi bir küll’dür. Biz bulunduğumuz gaflet içinde kıymeti sadece hayata veriyoruz. Sana bir sual sormak istiyorum oğlum: Bu mübarek ölüm olmasaydı hayat çekilir miydi? Dolayısıyla hikmetin ışığı altında ölümü düşünerek kendini benim ölümüme hazırlayabilmeni temenni ediyorum. Bana emr-i Hak vaki olduğu zaman kendini iyi hazırlamış olursan, sarsılmamaya muvaffak olursan, işte sana o zaman hakkımı helal ederim. Sana maddî hiçbir şey bırakamıyorum. Yardımı fazla kaçırdık, sana hiçbir şey kalmadı. Böyle olmakla beraber, gözüm zerrece arkamda değil. Sende kabiliyetler var. Ben de elimden geldiği kadar bunları inkişaf ettirebilmen için meşgul oldum. Neticetü’n-netice, dünyanın neresine gidersen git, kendini hazırlayabildiğin nispette, en kıymetli insanlarla dostluk sana nasip olacak. Sana bu mirası bırakıyorum”. Dediği de oldu. Çok kıymetli insanlarla dost oldum.
● Verdiğiniz bilgiler için çok teşekkür ediyoruz efendim.(Dergah dergisi-Röportaj 1995
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder