6 Ağustos 2018 Pazartesi

MUSTAFA ÖZEREN EFENDİ

ŞABANİYYE YOLUNUN SON MÜRŞİTLERİNDENDİR.
               KRAVATLI BİR EVLİYA: MUCURLU MUSTAFA ÖZEREN EFENDİ

          Kırşehir’in eski ismi olan “Gülşehir”i bilmeyenler bu şehri kır bir şehir olarak tahayyül edebilirler. Oysaki hakikat böyle değildir. Bu şehir sırlanmış güzellerin diyarıdır. Onlara ulaşmak için gözünüzü dört açmanız yetmez adeta iğne ile kuyu kazmanız gerekir. İnci ile mercanı öyle orta yerde, herkesin elini kolunu sallayarak bulabileceği bir yere koymazlar. Onlara ulaşmak için birçok emek ve alın teri dökmeniz gerekir. 


          Bu da, “Ben sevdiğim kullarımı kubbemin altında saklarım” hikmetinin bir tecellisidir. Bozkırın tezenesinin türkülerinin çalındığı bu şehirde adım başı sırlanmış bir gönül ehliyle karşılaşmanız hiç te şaşılacak bir durum değildir. Alınlarına ışık vurmuş, yürekleri muhabbet fedailerine vatan olmuş bu irfan dehalarından biri de Mucurlu Mustafa Özeren Efendi’dir. 


          Kırşehir’in sokaklarında önünüze gelene bu irfan dehasını sora sora ilerleyin tek bir bilene rastlayacağınıza ihtimal vermem. Yakın bir dostum sözünü etmemiş olsaydı kim bilir bunca kitapla hemhal olmuş ve Kırşehir’in güzelleriyle gönül mesaisi yapmayı zevk haline getirmiş bu kardeşiniz de duymuyor olacaktı. Hakkında kimse bilgi sahibi olmayınca kaynaklara müracaat ettim ancak ne yazık ki kaynaklarda da dişe dokunur bir bilgiye ulaşmak kabil olmadı. 


           “Sahabeden Günümüze Allah Dostları Ansiklopedisi”nde Abdullah Kucur tarafından yazılmış iki sayfa kadar bir özgeçmiş ile Mustafa Kolağası’nın hatıralarından müteşekkil “Deryadan Damlalar” adlı küçük bir risaleye tesadüf etmemiş olsaydım belki bu satırlar da hiç kaleme alınmıyor olacaktı.
              Mustafa Özeren Efendi, 1895/1314 yılında Kırşehir’in Mucur ilçesinde dünyaya geldi. Annesi Hanife Hanım (1874-1947), babası ise “Hacı Hoca” lakabıyla bilinen müderris Eyüp Efendi’dir. Müderris Eyüp Efendi, aslen Keskin’in Gavlak köyünden Mehmed Ağa’nın oğludur. Tahsilini kardeşi Ali Efendi ile birlikte keskin, Kilis ve Şam’da yaptı. Tahsil dönüşü kardeşi Ali Efendi Kilis’te, kendisi de Mucur’da müderris olarak kalmaya karar verdi.  Mucur’un yerlilerinden bir ailenin kızı olan Hanife Hanım evlenince temelli olarak burada kaldı. Dört çocukları oldu. Mustafa Efendi, bu dört çocuğun ikincisidir.


          Mucur’da uzun seneler müderrislik yapan Eyüp Efendi halk tarafından çok sevilen ve sayılan bir zattır. Geleni gideni hiç eksik olmazdı. Yarısı yatılı olmak üzere toplam yüzeli talebesi de bulunan on beş odalı bir medrese ve yanına da bir mescid ile dershane inşa eden Eyüp Efendi devrin din karşıtı uygulamalarına aldırmaksızın dini tedrisat yapmaya, talebe yetiştirmeye devam etti. 


Eğitimi, İntisabı ve Hocaları 


          Çocukluğu ve ilk tahsil devresi Mucur’da babasının yanında geçen Mustafa Efendi on altı yaşına girdiği sene daha iyi bir tahsil alabilmek amacıyla İstanbul’a gitti. Ankara’da hâkim olan Hüseyin Avni Konukman’ın yardımıyla Kayserili Mehmet Tevfik Efendi (v.1927) ile tanıştı ve onun yanına yerleşti. Onun da vesilesiyle Halveti-Şabani şeyhlerinden Türbedar Ahmed Amiş Efendi’ye (1807-1920) intisap etti. Onun vefatından sonra yerine Mehmet Tevfik Efendi geçti. Onun vefatından sonra da yerine Mustafa Efendi’nin oda arkadaşı Maraşlı Ahmet Tahir Memiş Efendi (V.1954) geçti. Her üç şeyhinde iltifat ve teveccühlerine mazhar olan Mustafa Efendi son şeyhi Ahmet Tahir Efendi tarafından 1954 yılında irşada memur kılındı. Uzun bir intisap dönemi yaşayan Mustafa Efendi nefsine pay bırakmaksızın her üç şeyhe de canı gönülden hizmet etti. Ne emir buyurdularsa büyük bir ihlâsla yaptı. Bu halini şöyle özetlemektedir:        


          “Ben bu kapıya 1911/1330 senesinde geldim. 27 senelik memuriyet hayatım var. 67 senedir bu kapıdayım. Üç azize hizmet ettim. Gördüğümü, duyduğumu söylesem ne kitaba gelir, ne kaleme… Ehlullah, bazı hakikatleri rumuzla söylemişler. Kolay kolay anlaşılmıyor.” 


          Onun hayatına bakıldığı zaman bunu anlamak çok zor olmayacaktır. O hem şeyhlerine hem de İstanbul’daki kültürel iklime son derece bağlıdır. İstanbul’dayken dönemin aydınlarının sohbet mekânı olarak bilinen Beyazıt'taki Küllük Kahvehanesi başta olmak üzere mütedeyyin aydınların devam ettiği tüm ilim ve irfan meclislerinden bir an olsun geri durmaz. Buralarda birçok insanla tanıştı, sohbetlerinden istifade etti. Mehmet Tevfik Efendi, Evrenoszâde Sami Bey, Hasan Nevres, Miralay Hilmi Şanlıtop, Muzaffer Özak, Mehmed Ali Yitik, Vehbi Güloğlu, Fethi Gemuhluoğlu, Müderris Babanzâde Ahmed Naim, Ahmet Tahir Maraşî, Muhiddin Raif, Neyzen Tevfik ve Abdulbaki Gölpınarlı bu zatlar arasında isimleri ilk akla gelen kişilerdir. 


72 Günlük Erbain 


          İstanbul’da Çorlulu Ali Paşa Medresesi’nde kalır. Bir gün gazetenin birinde devletin aleyhinde yayınlanan bir yazıdan dolayı polislerce tutuklanarak nezarethaneye atılır. Tek delil kendi yazısıyla, yayınlanan yazı arasında görülen harf benzerlikleridir. Tüm duruşmalarda suçlamaları reddetse de kurtulamaz. Tutulduğu Bekir Ağa Bölüğü’nün Nezarethanesi’nde değil üzerinde yatılacak yatak, oturulacak bir peykesi dahi bulunmayacak kadar kötü ve perişan bir yerdir. Dayak ise cabası… Ancak Mustafa Efendi dayaktan muaftır. 


          Bir gün hücresindeyken odasının kapısı açılır ve içeriye güler yüzlü bir zabit girer. Memleketten babası Eyüp Efendi’nin talebesi olduğunu söyleyen zabit “korkma seni kimseye dövdürtmem” diyerek teselli verip gider. Dayaktan bir şekilde kurtulan Mustafa Efendi’nin mahkûmiyeti tam yetmiş iki gün sürer. Nihayetinde son mahkeme günü gelip çattığında mahkeme reisi tekrar mutadı olduğu üzere yazıyı yazıp yazmadığını sorar. Haksız bir şekilde tutulmaktan içi kan ağlayan Mustafa Efendi her şeyi göze alarak şöyle der: 


          “Bana ne sorup duruyorsunuz sayın hâkim bey? Siz söylediniz ben de yazdım.” 


          Sözlerini bitirdikten sonra başını kaldırıp mahkeme reisinin yüzüne bakar. Baktığı anda da başı tavana değecek kadar bir “Hay” çekip yerinden fırlar. Meğerse Hâkim diye baktığı kişi hocası Mehmet Tevfik Efendi’nin ta kendisiymiş! 


          Onun nara atmasıyla bozulan hâkim bey “Bu deliyi çabucak dışarıya atın!” diyerek tahliyesine karar verir. Perişan halde çıktıktan sonra, doğruca Beyazıt ‘ta bulunan Çorlulu Ali Paşa Medresesi’nde ikamet ettiği odasına gitti. Mehmet Tevfik Efendi, kendisiyle aynı odayı paylaşan Ahmet Tahir Efendi’ye:” 


         “Mustafa’yı göreceğim geldi git onu al gel” demiş.        


          Hocasının emrini ikiletmeden dışarı çıkan Ahmet Tahir Efendi nereye gideceğini bilemeden: “Mustafa Efendi, Bekir Ağa bölüğünde tutuklu, ben onu nasıl alır gelirim” diye düşüne düşüne kaldıkları medreseye kadar gider. Bu düşünceyle odanın kapısını açar açmaz karşısında perişan bir vaziyette oturan Mustafa Efendi’yi bulur. Büyük bir sevinçle birbirlerine sarılırlar ve hazreti şeyhin yanına giderler. Bu hapis olayı, Mustafa Efendi’nin erbainine yorumlanır.
Evlilik Hayatı


          Mustafa Efendi 1932 yılında Fatma Şükran Hanım ile evlendi. Bu evlilikten üç çocukları oldu. Ali (merhum) 1934’de Muğla’da, Mehmed Nur 1935’te Manisa’da, Eyüp Tevfik’te 1940 yılında Kütahya’da dünyaya geldi. Çocuklarından bugün hayatta olan tek kişi Mehmet Nur Özeren Efendi’dir. 


          Mustafa Efendi’nin başka bir evlilik yapıp yapmadığını bilmiyoruz ancak kaynakların aktardığına göre Fatma Şükran Hanım’dan önce olaylı biten bir nişanlılık hadisesi daha vardır. 


          Nişanlandığı kız, şimdiki Soğanağa İncir dibinde yaşayan bir konak sahibinin tek kızıdır. Nişan yapılmış, çeyizler kesilmiş, dini nikâhları kıyılmış, sadece gerdeğe girilmemiş. Her şey yolunda gibi giderken, Mustafa Efendi’nin nişanlısının evine davetli olduğu bir gün, şeyhi Mehmet Tevfik Efendi:

           “Evladım, git nişanlı olduğun o kızı yatsı ezanından evvel boşa gel” demiş.

          Mustafa Efendi’yi bir telaş, bir heyecan sarmış. Ortada bir hadise yokken “ben elâlemin kızını nasıl boşarım” diye düşüne düşüne Beyazıt’a, kayınpederinin evine kadar gelmiş. Kendisini güler yüzle karşılamışlar.
           Akşam yemeğini yedikten sonra kayınvalide kızına “git nişanlına bir orta kahve yap getir” demiş. Kız da yukarıdan üçüncü kattan merdiven boşluğunda duran hizmetçiye “bir orta kahve yap getir” diye seslenmiş.
          Bu hareket İstanbul hanımefendisi olan anneye çok ağır gelmiş. Kızını tekdir etmişse de kız hizmetçinin yaptığı kahveyi oda kapısında elinden almış ve nişanlısına “buyur” diyerek uzatmış, Mustafa Efendi’ye de:
         “Biz evlendikten sonra evimizde benim dediğim olacak” demiş.  Mustafa Efendi gayet sakin bir şekilde kıza dönerek:
         “Sor bakalım annene bu evde annenin dediği mi, babanın dediği mi oluyor?” Kız:
          “Burası beni enterese etmez, benim evimde benim dediğim olmalı” demiş. Mustafa Efendi:
          “Sen bunu iyi düşündün mü?” deyince kız:
          “Ben bir haftadır bunu düşünüyorum” demiş. Mustafa Efendi:
          “Annen baban Allah rızası için şahit olsunlar ki, bende seni talakı selâse ile (üç talak) boşadım” demiş ve evdekilerle helalleşerek çıkmış. Kıza da:
          “Bundan sonra kardeşimsin, başın ne zaman sıkışırsa yardıma hazırım, bütün çeyizinde senin olsun, ben bir şey istemiyorum” demiş.
          Anne baba kızlarına çıkışmışlar, hatta annesi baygınlık geçirmiş ama olan olmuş ve olay bir daha açılmamak üzere kapanmış. 


          Konaktan ayrılır ayrılmaz doğruca Fatih Camii’ne gitmiş. O sırada yatsı ezanları okunuyormuş. Mehmet Tevfik Efendi.
          “Oğlum sana kıyamadım. Üçünün bir olup ensene binmelerinden korktum…” demiş. 


          Mustafa Efendi bu evlilikten kurtulmuş kurtulmasına ama halk arasında denir ya “herkes kaderini yaşar” diye. Kişilerin kaderleri kolay kolay değişmediğinden Allah’ın tecellisi tahakkuk etmiş ve Mustafa Efendi, 1932 senesinde, Mehmet Tevfik Efendi’nin irtihalinden birkaç sene sonra tekrar tecelliye rıza göstererek çileye (evliliğe) talip olmuş. 


          1953 yılında Beyazıt Meydanı’nda kendisiyle tanıştıktan sonra bir daha huzurundan ayrılmayan talebesi Mustafa Kolağası’nın aktardığı hatıralardan öğreniyoruz ki Mustafa Özeren Efendi evlilik cihetiyle bu dünyada yüzü gülmemiş çilekeşlerdendir. Bir gün huzuruna gittiğinde kendisini çok üzgün gördüğünü, sebebini sorduğunda ise şu cevabı aldığını ifade etmektedir: 


          “Oğlum bugün herkesin çilesi evindedir. Bize eğer evde çile gelmezse, devletle uğraşırız. Bu çilede çok ağır olarak tecelli eder” 


          Hanımı eve gelen giden çoğu misafiri; “Burada Efendi falan diye bir kimse yoktur” deyip ellerindeki hediyelerle birlikte kapıdan döndürecek kadar sert mizaca sahip bir kadındır. Durumdan haberdar olanlar genellikle Kolağası Mustafa Efendi ile görüşüp ona göre hareket ederler. Varsa yanlarında getirdikleri hediyeleri kendisine bırakırlar o da bilahare çarşıdan alınmışçasına paketleyip Efendi hazretlerine teslim eder. 


          Mustafa Efendi’nin “Dünyada işini değil, eşini bulan rahat eder” sözü meşhurdur. Bir sohbetlerinde de şöyle buyurdular:
          “Oğlum kadının iyisi pek azdır. Hepsi Ayşe tabiatlıdır. Fatıma tabiatlısı çok azdır” 


Memuriyet Hayatı 


          İstanbul’a yerleşen Mustafa Mucurî Efendi, Hocası Mehmet Tevfik Efendi’nin yardımıyla 1926 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü’nde kâtip olarak işe başladı. Bunu da Mehmet Tevfik Efendinin kendisine hitaben söylediği şu sözden anlıyoruz: “Ben seni evkafa zabit yaptım” 


          Sırasıyla mümeyyiz ve müdür oldu. Emekli olduğu 1953 yılına kadar Türkiye’nin birçok yöresinde çalıştı. Bürokrasinin işleyişi, devlet çarkının dönüşü, amir-memur münasebetleri gibi konularda zengin bir tecrübeye sahipti. Tekirdağ, Muğla, Manisa, Kütahya, Bolu, Tokat, Kocaeli, Balıkesir ve Aydın onun çalıştığı yerler arasında ismi geçen illerdir. 


          1926 ve 1928 yılları arasında Tekirdağ’da kaldı. Dönemin CHP Belediye başkanı vakıflara ait bir değirmeni usulsüz olarak yandaşlarına vermek isteyince Mustafa Efendi karşı çıktı. Bu hadiseden on beş gün sonra Tekirdağ Valisi kendilerine telefon ettiklerinde Valiye: “Bana azilnâmemi tebliğ edeceksiniz değil mi” der. Vali:


         “Nereden biliyorsunuz” deyince “Bilen vardır” deyip susar. Valinin huzuruna çıktığında vali kendisine azledildiğini tebliğ eder.
Tekirdağlı İplikçi Ali Baba 


          Vilayet konağından çıkınca önüne Tekirdağlı İplikçi Ali Baba çıktı.
          “Kızanım ben bir şey duydum doğru mu?” Mustafa Efendi “evet” deyince Ali Baba valiyi bir güzel benzetmiş! Mustafa Efendi İplikçi Ali Baba’yı henüz tanımıyor tabi ve ikisi de yollarına devam edip gidiyorlar. Aradan epey zaman geçince gene bir gün camide karşılaşırlar.
          Mustafa Efendi caminin birinde kutlanan bir Mevlide katılır. Mevlidin okunduğu sırada kalbinden: “Acaba bu mevlit Allah’ın indinde kabul müdür?” diye geçirir O böyle düşünürken önündeki safta oturan yaşlı bir adam arkaya doğru uzanarak:
         “senin ve benim yüzümüz hürmetine inşallah makbuldür,” der. Mustafa Efendi bakar ki vilayet konağının önünde valiye verip veriştiren adamdır.   


          Bunun üzerine Mustafa Efendi, mevlidin bitiminden sonra onu takip etmeye başlar. Ali Efendi biraz gittikten sonra aniden arkasına dönüp:
          “Memur musun nesin beni takip etme. Beni takip eden bir sürü sivil polis var zaten!” der. Bunun üzerine      Mustafa Efendi kendisine:


          “Sırrı faş ettiğin için kim olduğunu söylemelisin. Aksi halde seni babama şikâyet ederim” der. İplikçi Ali Baba “Senin baban kimdir” diye sorar. Mustafa Efendi:
          “Benim babam Mehmet Tevfik Efendi hazretleridir,” der. Bunun üzerine Ali Baba kendisine elini öptürdükten sora şöyle der:
         “Evladım O hepimizin başıdır. Hepimiz ona bağlıyız,” der.
          Bu vesile ile Mustafa Efendi ile Tekirdağlı iplikçi Ali Baba arasında sıkı bir dostluk kurulur ve uzunca bir süre birlikte kalırlar. 


Bebeğini Düşüren Kadın 


          İplikçi Ali Baba keşf ü keramet sahibi bir velidir. Mustafa Efendi onun birçok kerametine şahit olur. Kahvehanede oturdukları bir gün yanlarına özel şoförü olduğu halde zengin bir hanım geldi. Tam derdini anlatacağı sırada Ali Baba: 


          “Biliyorum derdini, anlatma. Senin karnında sıpa durmuyor, iki, üç aylıkken onu düşürüyorsun”  dedi.  Sonra da küçük bir şişeye su doldurup yarısını içti, diğer yarısını da geri şişeye döktü.  Ardında da eline bir ip alıp yedi düğüm attıktan sonra iple suyu kadına verdi ve şöyle dedi: 


          “Bu ipi karnına bağla, karnın şiştikçe biraz gevşet, çocuk doğana kadar sakın çıkarıp atma. Bu su ile her yıkandığında bir bardak alıp yıkandığın suya koy, şişeye de aldığın su kadar koyarsın. Bebek doğunca gelip şu yatıra bir koç kurban edersin” diyerek ipliği ve suyu kadına verdi. İpi kadına verirken de “dikkatli ol ha karnındaki çocuk erkektir, ona göre” dedi.


          Mustafa Efendi diyor: “O kadın dokuz ay sonra oğlu ve bir koçla birlikte geldi, ziyaretini yaptı ve gitti.” 


Kütahya’da 


          Ahmet Tahir Efendi’nin bağlılarından Süleyman Efendi isimli bir zat İstanbul’a, Şeyh Efendi’ye “Kütahya’da yalnızım, konuşacak, görüşecek kimsem yok, bana ihvanımızdan birini gönderseler…” diye haber yollar. Bu haberden bir müddet sonra Mustafa Efendi’nin tayini Kütahya’ya çıkar. Kütahya’ya gittiğinde iki hafta kadar Süleyman Efendi’yle aynı evi paylaşıp doyasıya sohbet ederler. Süleyman Bey, 1940-1945 yılları arasında Kütahya’da görev yapan Mustafa Efendi’ye:


          “Beni burada sırlamadan seni bir yere göndermem” der. Nitekim de öyle olur. Süleyman Efendi vefat eder, Mustafa Efendi onu kendi elleriyle defneder ve öylecene Kütahya’dan ayrılır.


Emekliliği ve İrşad Hayatı 


          Mustafa Efendi 1953 yılında emekli oldu. Şeyhine yakın oturmak için İstanbul Beyazıt Soğanağa-Derinkuyu sokağında Dr. Cevat Bey Apartmanının zemin katında bir daire kiraladı. 1960 yılında Teşvikiye’deki vakıfların malı olan Ashapoğlu apartmanına taşınana kadar burada oturdu. 


          Beyazıt Sahaflar Çarşısında dükkânı bulunan Muzaffer Ozak Efendi ile Ahmed Tahir Efendi arasında sıkı bir muhabbet bağı vardır. Ahmed Tahir Efendi’nin, Muzaffer Efendi’nin dükkânına uğramadığı günler nadirattandır. İkisinin arasında gerçekleşen bu sohbetler tam yedi sene devam etti. Gene bir gün Muzaffer Efendi’nin dükkânından çıkarken düşerek kalça kemiğini kırdı. Üç ay sonra da vefat ettiler. Kendisini kaldırmaya çalışan Muzaffer Efendi’ye: 


          “Beni mahvetmek istiyorlar. Sonunda başardılar” dedi ve Kuşadalı İbrahim Halvetî’nin tacını kendisine göstererek “Eğer ölürsem bunu Mustafa Mucurî Efendi’ye verin saklasın” buyurdular. 


          Şeyhi Ahmed Tahir Efendi’nin 1954 yılında vefatıyla sohbet ve irşad şeyhi olan Mustafa Mucurî Efendi iş dünyasından hemen el etek çekmedi ve uzun süre İstanbul Vakıflar Tasnif Heyetinde sorumlu müdür olarak çalıştı. 1968 yılında gördüğü lüzum üzerine kendisini tamamen irşad hizmetlerine verdi. 


          Bağlılarını irşad ve telkin yoluyla terbiye eden Mustafa Mucurî Efendi birçok insanın yetişmesinde pay sahibidir. Bunlardan birisi de iman ve irfan abidesi Fethi Gemuhluoğlu’dur. Fethi Gemuhluoğlu ileri görüşlü, aydın ve mütefekkir bir dava adamıdır. Bugün hala içinden çıkamadığımız doğu sorunuyla ilgili ta 1968 yılında dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’e çıkarak bir Kürt Enstitüsü’nün kurulması tavsiyesinde bulunur fakat bu isteği kabul görmez. 


VEFATI 


          Mustafa Mucurî Efendi 20 Ocak 1982 tarihinde Çarşamba günü vefat etti. Cenaze namazı ihvanından Hafız Hasan Küçük tarafından kılındıktan sonra Cumartesi günü Kadıköy Sahray-ı Cedid Kabristanı’nda, hocası Kayserili Mehmet Tevfik Efendi’nin yanına defnedildi. Kabr-i Şerifinin başucundaki kitabede şu ifadeler yazılıdır. 


          Hamil-i emanet-i sübhaniyye,


          Cami-i makamat-ı insaniye,


          Varis-i sırrı Muhammediyye,


          Tacü’l-Arifin, kutbü’l-vâsilin,


          el-Halvetiyü’ş-Şabaniyyi kuddise sırrahu.


          Mustafa Özeren Hz.lerinin ruhu şerifü için el-Fatiha.


          Tarih-i rahmeten lil-âlemin Sinn-ü eman ve Muhammed Mustafa


          24 Rebiülevvel 1402 (20 Ocak 1982)
 


          Vefatına yakın Ahmed Aydın Bolak Efendi’yi huzurlarına çağırtarak:
          “Evladım, benim gitme zamanım geldi. Bendeki manevi memuriyeti sana bırakıyorum” diyerek kendisini son defa kucakladı. Aydın Bolak Efendi:
          “Efendim bana dünyadaki işleri bırakınız, diğer manevi vazifeyi yapamam” deyince. Mustafa Efendi üç defa peş peşe:
         “Yaparsın, yaparsın, yaparsın!” dedikten sonra sükût etti. Onun vefatından sonra halkanın başına Aydın Bolak Efendi geçti. Cümlesine selam olsun. (ALINTIDIR)


 


 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder