KRAVATLI BİR EVLİYA: MUCURLU MUSTAFA ÖZEREN EFENDİ
Kırşehir’in eski ismi olan “Gülşehir”i bilmeyenler bu şehri kır bir
şehir olarak tahayyül edebilirler. Oysaki hakikat böyle değildir. Bu şehir
sırlanmış güzellerin diyarıdır. Onlara ulaşmak için gözünüzü dört açmanız
yetmez adeta iğne ile kuyu kazmanız gerekir. İnci ile mercanı öyle orta yerde,
herkesin elini kolunu sallayarak bulabileceği bir yere koymazlar. Onlara
ulaşmak için birçok emek ve alın teri dökmeniz gerekir.
Bu da,
“Ben sevdiğim kullarımı kubbemin altında saklarım” hikmetinin bir tecellisidir.
Bozkırın tezenesinin türkülerinin çalındığı bu şehirde adım başı sırlanmış bir
gönül ehliyle karşılaşmanız hiç te şaşılacak bir durum değildir. Alınlarına
ışık vurmuş, yürekleri muhabbet fedailerine vatan olmuş bu irfan dehalarından
biri de Mucurlu Mustafa Özeren Efendi’dir.
Kırşehir’in sokaklarında önünüze gelene
bu irfan dehasını sora sora ilerleyin tek bir bilene rastlayacağınıza ihtimal
vermem. Yakın bir dostum sözünü etmemiş olsaydı kim bilir bunca kitapla hemhal
olmuş ve Kırşehir’in güzelleriyle gönül mesaisi yapmayı zevk haline getirmiş bu
kardeşiniz de duymuyor olacaktı. Hakkında kimse bilgi sahibi olmayınca
kaynaklara müracaat ettim ancak ne yazık ki kaynaklarda da dişe dokunur bir
bilgiye ulaşmak kabil olmadı.
“Sahabeden Günümüze Allah Dostları Ansiklopedisi”nde Abdullah Kucur
tarafından yazılmış iki sayfa kadar bir özgeçmiş ile Mustafa Kolağası’nın
hatıralarından müteşekkil “Deryadan Damlalar” adlı küçük bir risaleye tesadüf
etmemiş olsaydım belki bu satırlar da hiç kaleme alınmıyor olacaktı.
Mustafa
Özeren Efendi, 1895/1314 yılında Kırşehir’in Mucur ilçesinde dünyaya geldi.
Annesi Hanife Hanım (1874-1947), babası ise “Hacı Hoca” lakabıyla bilinen
müderris Eyüp Efendi’dir. Müderris Eyüp Efendi, aslen Keskin’in Gavlak köyünden
Mehmed Ağa’nın oğludur. Tahsilini kardeşi Ali Efendi ile birlikte keskin, Kilis
ve Şam’da yaptı. Tahsil dönüşü kardeşi Ali Efendi Kilis’te, kendisi de Mucur’da
müderris olarak kalmaya karar verdi.
Mucur’un yerlilerinden bir ailenin kızı olan Hanife Hanım evlenince
temelli olarak burada kaldı. Dört çocukları oldu. Mustafa Efendi, bu dört
çocuğun ikincisidir.
Mucur’da
uzun seneler müderrislik yapan Eyüp Efendi halk tarafından çok sevilen ve
sayılan bir zattır. Geleni gideni hiç eksik olmazdı. Yarısı yatılı olmak üzere
toplam yüzeli talebesi de bulunan on beş odalı bir medrese ve yanına da bir
mescid ile dershane inşa eden Eyüp Efendi devrin din karşıtı uygulamalarına
aldırmaksızın dini tedrisat yapmaya, talebe yetiştirmeye devam etti.
Eğitimi, İntisabı ve Hocaları
Çocukluğu
ve ilk tahsil devresi Mucur’da babasının yanında geçen Mustafa Efendi on altı
yaşına girdiği sene daha iyi bir tahsil alabilmek amacıyla İstanbul’a gitti.
Ankara’da hâkim olan Hüseyin Avni Konukman’ın yardımıyla Kayserili Mehmet
Tevfik Efendi (v.1927) ile tanıştı ve onun yanına yerleşti. Onun da vesilesiyle
Halveti-Şabani şeyhlerinden Türbedar Ahmed Amiş Efendi’ye (1807-1920) intisap
etti. Onun vefatından sonra yerine Mehmet Tevfik Efendi geçti. Onun vefatından
sonra da yerine Mustafa Efendi’nin oda arkadaşı Maraşlı Ahmet Tahir Memiş
Efendi (V.1954) geçti. Her üç şeyhinde iltifat ve teveccühlerine mazhar olan
Mustafa Efendi son şeyhi Ahmet Tahir Efendi tarafından 1954 yılında irşada
memur kılındı. Uzun bir intisap dönemi yaşayan Mustafa Efendi nefsine pay
bırakmaksızın her üç şeyhe de canı gönülden hizmet etti. Ne emir buyurdularsa
büyük bir ihlâsla yaptı. Bu halini şöyle özetlemektedir:
“Ben bu
kapıya 1911/1330 senesinde geldim. 27 senelik memuriyet hayatım var. 67 senedir
bu kapıdayım. Üç azize hizmet ettim. Gördüğümü, duyduğumu söylesem ne kitaba
gelir, ne kaleme… Ehlullah, bazı hakikatleri rumuzla söylemişler. Kolay kolay
anlaşılmıyor.”
Onun
hayatına bakıldığı zaman bunu anlamak çok zor olmayacaktır. O hem şeyhlerine
hem de İstanbul’daki kültürel iklime son derece bağlıdır. İstanbul’dayken
dönemin aydınlarının sohbet mekânı olarak bilinen Beyazıt'taki Küllük
Kahvehanesi başta olmak üzere mütedeyyin aydınların devam ettiği tüm ilim ve
irfan meclislerinden bir an olsun geri durmaz. Buralarda birçok insanla
tanıştı, sohbetlerinden istifade etti. Mehmet Tevfik Efendi, Evrenoszâde Sami
Bey, Hasan Nevres, Miralay Hilmi Şanlıtop, Muzaffer Özak, Mehmed Ali Yitik,
Vehbi Güloğlu, Fethi Gemuhluoğlu, Müderris Babanzâde Ahmed Naim, Ahmet Tahir
Maraşî, Muhiddin Raif, Neyzen Tevfik ve Abdulbaki Gölpınarlı bu zatlar arasında
isimleri ilk akla gelen kişilerdir.
72 Günlük Erbain
İstanbul’da Çorlulu Ali Paşa Medresesi’nde kalır. Bir gün gazetenin
birinde devletin aleyhinde yayınlanan bir yazıdan dolayı polislerce
tutuklanarak nezarethaneye atılır. Tek delil kendi yazısıyla, yayınlanan yazı
arasında görülen harf benzerlikleridir. Tüm duruşmalarda suçlamaları reddetse
de kurtulamaz. Tutulduğu Bekir Ağa Bölüğü’nün Nezarethanesi’nde değil üzerinde
yatılacak yatak, oturulacak bir peykesi dahi bulunmayacak kadar kötü ve perişan
bir yerdir. Dayak ise cabası… Ancak Mustafa Efendi dayaktan muaftır.
Bir gün
hücresindeyken odasının kapısı açılır ve içeriye güler yüzlü bir zabit girer.
Memleketten babası Eyüp Efendi’nin talebesi olduğunu söyleyen zabit “korkma
seni kimseye dövdürtmem” diyerek teselli verip gider. Dayaktan bir şekilde
kurtulan Mustafa Efendi’nin mahkûmiyeti tam yetmiş iki gün sürer. Nihayetinde
son mahkeme günü gelip çattığında mahkeme reisi tekrar mutadı olduğu üzere
yazıyı yazıp yazmadığını sorar. Haksız bir şekilde tutulmaktan içi kan ağlayan
Mustafa Efendi her şeyi göze alarak şöyle der:
“Bana ne
sorup duruyorsunuz sayın hâkim bey? Siz söylediniz ben de yazdım.”
Sözlerini
bitirdikten sonra başını kaldırıp mahkeme reisinin yüzüne bakar. Baktığı anda
da başı tavana değecek kadar bir “Hay” çekip yerinden fırlar. Meğerse Hâkim
diye baktığı kişi hocası Mehmet Tevfik Efendi’nin ta kendisiymiş!
Onun nara
atmasıyla bozulan hâkim bey “Bu deliyi çabucak dışarıya atın!” diyerek
tahliyesine karar verir. Perişan halde çıktıktan sonra, doğruca Beyazıt ‘ta
bulunan Çorlulu Ali Paşa Medresesi’nde ikamet ettiği odasına gitti. Mehmet
Tevfik Efendi, kendisiyle aynı odayı paylaşan Ahmet Tahir Efendi’ye:”
“Mustafa’yı göreceğim geldi git onu al gel” demiş.
Hocasının
emrini ikiletmeden dışarı çıkan Ahmet Tahir Efendi nereye gideceğini bilemeden:
“Mustafa Efendi, Bekir Ağa bölüğünde tutuklu, ben onu nasıl alır gelirim” diye
düşüne düşüne kaldıkları medreseye kadar gider. Bu düşünceyle odanın kapısını
açar açmaz karşısında perişan bir vaziyette oturan Mustafa Efendi’yi bulur.
Büyük bir sevinçle birbirlerine sarılırlar ve hazreti şeyhin yanına giderler.
Bu hapis olayı, Mustafa Efendi’nin erbainine yorumlanır.
Evlilik Hayatı
Mustafa
Efendi 1932 yılında Fatma Şükran Hanım ile evlendi. Bu evlilikten üç çocukları
oldu. Ali (merhum) 1934’de Muğla’da, Mehmed Nur 1935’te Manisa’da, Eyüp
Tevfik’te 1940 yılında Kütahya’da dünyaya geldi. Çocuklarından bugün hayatta
olan tek kişi Mehmet Nur Özeren Efendi’dir.
Mustafa
Efendi’nin başka bir evlilik yapıp yapmadığını bilmiyoruz ancak kaynakların
aktardığına göre Fatma Şükran Hanım’dan önce olaylı biten bir nişanlılık
hadisesi daha vardır.
Nişanlandığı kız, şimdiki Soğanağa İncir dibinde yaşayan bir konak
sahibinin tek kızıdır. Nişan yapılmış, çeyizler kesilmiş, dini nikâhları
kıyılmış, sadece gerdeğe girilmemiş. Her şey yolunda gibi giderken, Mustafa
Efendi’nin nişanlısının evine davetli olduğu bir gün, şeyhi Mehmet Tevfik
Efendi:
“Evladım, git nişanlı olduğun o kızı yatsı ezanından evvel boşa gel”
demiş.
Mustafa
Efendi’yi bir telaş, bir heyecan sarmış. Ortada bir hadise yokken “ben elâlemin
kızını nasıl boşarım” diye düşüne düşüne Beyazıt’a, kayınpederinin evine kadar
gelmiş. Kendisini güler yüzle karşılamışlar.
Akşam
yemeğini yedikten sonra kayınvalide kızına “git nişanlına bir orta kahve yap
getir” demiş. Kız da yukarıdan üçüncü kattan merdiven boşluğunda duran
hizmetçiye “bir orta kahve yap getir” diye seslenmiş.
Bu hareket İstanbul hanımefendisi olan
anneye çok ağır gelmiş. Kızını tekdir etmişse de kız hizmetçinin yaptığı
kahveyi oda kapısında elinden almış ve nişanlısına “buyur” diyerek uzatmış,
Mustafa Efendi’ye de:
“Biz
evlendikten sonra evimizde benim dediğim olacak” demiş. Mustafa Efendi gayet sakin bir şekilde kıza
dönerek:
“Sor
bakalım annene bu evde annenin dediği mi, babanın dediği mi oluyor?” Kız:
“Burası
beni enterese etmez, benim evimde benim dediğim olmalı” demiş. Mustafa Efendi:
“Sen bunu
iyi düşündün mü?” deyince kız:
“Ben bir
haftadır bunu düşünüyorum” demiş. Mustafa Efendi:
“Annen
baban Allah rızası için şahit olsunlar ki, bende seni talakı selâse ile (üç
talak) boşadım” demiş ve evdekilerle helalleşerek çıkmış. Kıza da:
“Bundan
sonra kardeşimsin, başın ne zaman sıkışırsa yardıma hazırım, bütün çeyizinde
senin olsun, ben bir şey istemiyorum” demiş.
Anne baba
kızlarına çıkışmışlar, hatta annesi baygınlık geçirmiş ama olan olmuş ve olay
bir daha açılmamak üzere kapanmış.
Konaktan
ayrılır ayrılmaz doğruca Fatih Camii’ne gitmiş. O sırada yatsı ezanları
okunuyormuş. Mehmet Tevfik Efendi.
“Oğlum
sana kıyamadım. Üçünün bir olup ensene binmelerinden korktum…” demiş.
Mustafa
Efendi bu evlilikten kurtulmuş kurtulmasına ama halk arasında denir ya “herkes
kaderini yaşar” diye. Kişilerin kaderleri kolay kolay değişmediğinden Allah’ın
tecellisi tahakkuk etmiş ve Mustafa Efendi, 1932 senesinde, Mehmet Tevfik
Efendi’nin irtihalinden birkaç sene sonra tekrar tecelliye rıza göstererek
çileye (evliliğe) talip olmuş.
1953
yılında Beyazıt Meydanı’nda kendisiyle tanıştıktan sonra bir daha huzurundan
ayrılmayan talebesi Mustafa Kolağası’nın aktardığı hatıralardan öğreniyoruz ki
Mustafa Özeren Efendi evlilik cihetiyle bu dünyada yüzü gülmemiş
çilekeşlerdendir. Bir gün huzuruna gittiğinde kendisini çok üzgün gördüğünü,
sebebini sorduğunda ise şu cevabı aldığını ifade etmektedir:
“Oğlum
bugün herkesin çilesi evindedir. Bize eğer evde çile gelmezse, devletle
uğraşırız. Bu çilede çok ağır olarak tecelli eder”
Hanımı
eve gelen giden çoğu misafiri; “Burada Efendi falan diye bir kimse yoktur”
deyip ellerindeki hediyelerle birlikte kapıdan döndürecek kadar sert mizaca
sahip bir kadındır. Durumdan haberdar olanlar genellikle Kolağası Mustafa
Efendi ile görüşüp ona göre hareket ederler. Varsa yanlarında getirdikleri
hediyeleri kendisine bırakırlar o da bilahare çarşıdan alınmışçasına paketleyip
Efendi hazretlerine teslim eder.
Mustafa
Efendi’nin “Dünyada işini değil, eşini bulan rahat eder” sözü meşhurdur. Bir
sohbetlerinde de şöyle buyurdular:
“Oğlum
kadının iyisi pek azdır. Hepsi Ayşe tabiatlıdır. Fatıma tabiatlısı çok azdır”
Memuriyet Hayatı
İstanbul’a yerleşen Mustafa Mucurî Efendi, Hocası Mehmet Tevfik
Efendi’nin yardımıyla 1926 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü’nde kâtip olarak
işe başladı. Bunu da Mehmet Tevfik Efendinin kendisine hitaben söylediği şu
sözden anlıyoruz: “Ben seni evkafa zabit yaptım”
Sırasıyla
mümeyyiz ve müdür oldu. Emekli olduğu 1953 yılına kadar Türkiye’nin birçok
yöresinde çalıştı. Bürokrasinin işleyişi, devlet çarkının dönüşü, amir-memur
münasebetleri gibi konularda zengin bir tecrübeye sahipti. Tekirdağ, Muğla,
Manisa, Kütahya, Bolu, Tokat, Kocaeli, Balıkesir ve Aydın onun çalıştığı yerler
arasında ismi geçen illerdir.
1926 ve
1928 yılları arasında Tekirdağ’da kaldı. Dönemin CHP Belediye başkanı vakıflara
ait bir değirmeni usulsüz olarak yandaşlarına vermek isteyince Mustafa Efendi
karşı çıktı. Bu hadiseden on beş gün sonra Tekirdağ Valisi kendilerine telefon
ettiklerinde Valiye: “Bana azilnâmemi tebliğ edeceksiniz değil mi” der. Vali:
“Nereden
biliyorsunuz” deyince “Bilen vardır” deyip susar. Valinin huzuruna çıktığında
vali kendisine azledildiğini tebliğ eder.
Tekirdağlı İplikçi Ali Baba
Vilayet
konağından çıkınca önüne Tekirdağlı İplikçi Ali Baba çıktı.
“Kızanım
ben bir şey duydum doğru mu?” Mustafa Efendi “evet” deyince Ali Baba valiyi bir
güzel benzetmiş! Mustafa Efendi İplikçi Ali Baba’yı henüz tanımıyor tabi ve ikisi
de yollarına devam edip gidiyorlar. Aradan epey zaman geçince gene bir gün
camide karşılaşırlar.
Mustafa
Efendi caminin birinde kutlanan bir Mevlide katılır. Mevlidin okunduğu sırada
kalbinden: “Acaba bu mevlit Allah’ın indinde kabul müdür?” diye geçirir O böyle
düşünürken önündeki safta oturan yaşlı bir adam arkaya doğru uzanarak:
“senin ve
benim yüzümüz hürmetine inşallah makbuldür,” der. Mustafa Efendi bakar ki
vilayet konağının önünde valiye verip veriştiren adamdır.
Bunun üzerine Mustafa Efendi, mevlidin
bitiminden sonra onu takip etmeye başlar. Ali Efendi biraz gittikten sonra
aniden arkasına dönüp:
“Memur
musun nesin beni takip etme. Beni takip eden bir sürü sivil polis var zaten!”
der. Bunun üzerine Mustafa Efendi kendisine:
“Sırrı
faş ettiğin için kim olduğunu söylemelisin. Aksi halde seni babama şikâyet
ederim” der. İplikçi Ali Baba “Senin baban kimdir” diye sorar. Mustafa Efendi:
“Benim
babam Mehmet Tevfik Efendi hazretleridir,” der. Bunun üzerine Ali Baba
kendisine elini öptürdükten sora şöyle der:
“Evladım O
hepimizin başıdır. Hepimiz ona bağlıyız,” der.
Bu vesile
ile Mustafa Efendi ile Tekirdağlı iplikçi Ali Baba arasında sıkı bir dostluk
kurulur ve uzunca bir süre birlikte kalırlar.
Bebeğini Düşüren Kadın
İplikçi
Ali Baba keşf ü keramet sahibi bir velidir. Mustafa Efendi onun birçok
kerametine şahit olur. Kahvehanede oturdukları bir gün yanlarına özel şoförü
olduğu halde zengin bir hanım geldi. Tam derdini anlatacağı sırada Ali Baba:
“Biliyorum derdini, anlatma. Senin karnında sıpa durmuyor, iki, üç
aylıkken onu düşürüyorsun” dedi. Sonra da küçük bir şişeye su doldurup
yarısını içti, diğer yarısını da geri şişeye döktü. Ardında da eline bir ip alıp yedi düğüm
attıktan sonra iple suyu kadına verdi ve şöyle dedi:
“Bu ipi
karnına bağla, karnın şiştikçe biraz gevşet, çocuk doğana kadar sakın çıkarıp
atma. Bu su ile her yıkandığında bir bardak alıp yıkandığın suya koy, şişeye de
aldığın su kadar koyarsın. Bebek doğunca gelip şu yatıra bir koç kurban
edersin” diyerek ipliği ve suyu kadına verdi. İpi kadına verirken de “dikkatli
ol ha karnındaki çocuk erkektir, ona göre” dedi.
Mustafa
Efendi diyor: “O kadın dokuz ay sonra oğlu ve bir koçla birlikte geldi,
ziyaretini yaptı ve gitti.”
Kütahya’da
Ahmet
Tahir Efendi’nin bağlılarından Süleyman Efendi isimli bir zat İstanbul’a, Şeyh
Efendi’ye “Kütahya’da yalnızım, konuşacak, görüşecek kimsem yok, bana
ihvanımızdan birini gönderseler…” diye haber yollar. Bu haberden bir müddet
sonra Mustafa Efendi’nin tayini Kütahya’ya çıkar. Kütahya’ya gittiğinde iki
hafta kadar Süleyman Efendi’yle aynı evi paylaşıp doyasıya sohbet ederler.
Süleyman Bey, 1940-1945 yılları arasında Kütahya’da görev yapan Mustafa
Efendi’ye:
“Beni
burada sırlamadan seni bir yere göndermem” der. Nitekim de öyle olur. Süleyman
Efendi vefat eder, Mustafa Efendi onu kendi elleriyle defneder ve öylecene
Kütahya’dan ayrılır.
Emekliliği ve İrşad Hayatı
Mustafa
Efendi 1953 yılında emekli oldu. Şeyhine yakın oturmak için İstanbul Beyazıt
Soğanağa-Derinkuyu sokağında Dr. Cevat Bey Apartmanının zemin katında bir daire
kiraladı. 1960 yılında Teşvikiye’deki vakıfların malı olan Ashapoğlu
apartmanına taşınana kadar burada oturdu.
Beyazıt
Sahaflar Çarşısında dükkânı bulunan Muzaffer Ozak Efendi ile Ahmed Tahir Efendi
arasında sıkı bir muhabbet bağı vardır. Ahmed Tahir Efendi’nin, Muzaffer
Efendi’nin dükkânına uğramadığı günler nadirattandır. İkisinin arasında
gerçekleşen bu sohbetler tam yedi sene devam etti. Gene bir gün Muzaffer
Efendi’nin dükkânından çıkarken düşerek kalça kemiğini kırdı. Üç ay sonra da
vefat ettiler. Kendisini kaldırmaya çalışan Muzaffer Efendi’ye:
“Beni
mahvetmek istiyorlar. Sonunda başardılar” dedi ve Kuşadalı İbrahim Halvetî’nin
tacını kendisine göstererek “Eğer ölürsem bunu Mustafa Mucurî Efendi’ye verin
saklasın” buyurdular.
Şeyhi
Ahmed Tahir Efendi’nin 1954 yılında vefatıyla sohbet ve irşad şeyhi olan
Mustafa Mucurî Efendi iş dünyasından hemen el etek çekmedi ve uzun süre
İstanbul Vakıflar Tasnif Heyetinde sorumlu müdür olarak çalıştı. 1968 yılında
gördüğü lüzum üzerine kendisini tamamen irşad hizmetlerine verdi.
Bağlılarını irşad ve telkin yoluyla terbiye eden Mustafa Mucurî Efendi
birçok insanın yetişmesinde pay sahibidir. Bunlardan birisi de iman ve irfan
abidesi Fethi Gemuhluoğlu’dur. Fethi Gemuhluoğlu ileri görüşlü, aydın ve
mütefekkir bir dava adamıdır. Bugün hala içinden çıkamadığımız doğu sorunuyla
ilgili ta 1968 yılında dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’e çıkarak bir Kürt
Enstitüsü’nün kurulması tavsiyesinde bulunur fakat bu isteği kabul görmez.
VEFATI
Mustafa
Mucurî Efendi 20 Ocak 1982 tarihinde Çarşamba günü vefat etti. Cenaze namazı
ihvanından Hafız Hasan Küçük tarafından kılındıktan sonra Cumartesi günü
Kadıköy Sahray-ı Cedid Kabristanı’nda, hocası Kayserili Mehmet Tevfik
Efendi’nin yanına defnedildi. Kabr-i Şerifinin başucundaki kitabede şu ifadeler
yazılıdır.
Hamil-i
emanet-i sübhaniyye,
Cami-i
makamat-ı insaniye,
Varis-i
sırrı Muhammediyye,
Tacü’l-Arifin, kutbü’l-vâsilin,
el-Halvetiyü’ş-Şabaniyyi kuddise sırrahu.
Mustafa
Özeren Hz.lerinin ruhu şerifü için el-Fatiha.
Tarih-i
rahmeten lil-âlemin Sinn-ü eman ve Muhammed Mustafa
24
Rebiülevvel 1402 (20 Ocak 1982)
Vefatına
yakın Ahmed Aydın Bolak Efendi’yi huzurlarına çağırtarak:
“Evladım,
benim gitme zamanım geldi. Bendeki manevi memuriyeti sana bırakıyorum” diyerek
kendisini son defa kucakladı. Aydın Bolak Efendi:
“Efendim
bana dünyadaki işleri bırakınız, diğer manevi vazifeyi yapamam” deyince.
Mustafa Efendi üç defa peş peşe:
“Yaparsın,
yaparsın, yaparsın!” dedikten sonra sükût etti. Onun vefatından sonra halkanın
başına Aydın Bolak Efendi geçti. Cümlesine selam olsun. (ALINTIDIR)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder