“Evvel zaman
içinde, kalbur saman içinde, eşek tellal iken, deve berber iken…” diye
başlayan popüler masal tekerlemelerinin yazılıp söylendiği zamanların ne kadar
geride kaldığını anlatıyor bu gibi tekerlemelerin içerisinde sözü geçen işler,
meslekler, mekan ve terimler. Halbuki bizim gelenek tazeliği de sever…
“Çakmaksız,
namlısız, kundaksız tüfekle, bitmedik çalı dibinde doğmamış tavşan avına
giderken ‘zombala’ devrilen ördekleri bulan kör ile onları koynuna koyan
çıplak” dostları artık hayal bile etmekten uzak kalmıyoruzdur umarım, neyi
nasıl düşüneceğimizi teknolojiyi yücelten kitle iletişim araçları belirleyeli,
insanlar kalabalık şehir sokaklarında para peşinde sürüklenen zombilere
dönüşeli beri.. Ya sahiden zihnimiz tembelleşiyor, nakıslaşıyorsa böyle
zamanla; ölüyoruz demekki. Peki ne etmeli?
Belki de yazarlar inadına ve daha fazla yeni, yepyeni,
çağa ayak uydurmuş tekerlemeler, şathiyeler, böylesi edebi eserler üretmeli,
zihni tüm olasılıklar alanına açan farklı izlekleri daha sık katetmeli,
havsalayı cesurca genişletmeyi hep öncülemeli. Bir gün gelir de tamamen
robotlaşan insanlar özgür hayal gücünün tadını iyiden iyiye yitirir, istese
bile hatırasını dahi bulamaz diye, gelecek nesiller için zamana çılgın
gelenekten hikmetli kırıntılar serpiştirmeye devam etmeli… Varsın “deli
saçması” desinler! Popüler kültür bizi tektipleştirmemeli…
“Üç beşlik
verdiler beğenmedim ‘iridir’ diye, sade Osmanlı lirası verdiler almadım
‘sarıdır’ diye, beni aldılar tımarhaneye götürdüler ‘delidir’ diye, iki adam
geldi şahitlik etti ‘veli oğlu velidir’ diye; tımarhaneyi dürdüm katladım
sırtladım ‘halıdır’ diye, beş on sopa vurdular ‘yeridir’ diye; beni padişaha
bildirdiler ‘geridir’ diye, padişahtan ferman çıktı ‘bırakın onun eski huyudur’
diye”…
Şimdi de bendenizden kendimce, tekerlemeli bir deneme,
bulunsun diye, absürt bir kısa hikaye ile:
Evvel zaman içinde, iğne iplik peşinde, yırtık pırtık bir
yerde, makinalar terzi, arabalar şoför iken, maymun astronot, karınca
programcı, sülük doktor, yunus animatör iken, köpekler süs, kediler kısır iken,
bir çocuk yaşarmış, valiziyle doğmuş. Anasız, babasız, sütsüz, mamasız, bu
çocuk ne isterse valizinin içinde bulunurmuş. Şehrin sokaklarında dolaşır,
herkesle ve herşeyle kendi dilinde konuşurmuş. Ancak az geçmeden sıkılır, yine
yoluna koyulurmuş. Çok arkadaşı olmuş ama dostu yokmuş, anlamış ki kalbi
boşmuş. Derken kendine bir dost yapmaya karar vermiş. Valizine sormuş. Valizi
de demiş ki; “Dostluk emek ister, aç iken yemek ister, küs iken sevmek ister,
bunlar beni aşar, olsa da valizden taşar; Bul o dostu kendine, insan akar
dengine, birlikteyken sabreyle, geç kendinden kendisine! Bak o zaman seyreyle,
gönlün nasıl coşar, kainat şaşar”…
Çocuk başlamış aramaya. Valizden en kalın kitapları
çıkartmış üst üste dizmeye. Ki üzerine çıkıp dostu gözleye. Amma kocamanmış
yerküre! Sonra bir ip alıp kement yapmış aceleyle, atmış ucunu hilale, bırakmış
kendini Dünya’nın etrafında süzülmeye. Göğe yükselen sesler başını ağrıtmış,
dumanlı gazlar gözünü yakmış, dalgalar yolunu saptırmış, nihayet bir uydunun
kanadı ipini kesmiş ve düşmüş valiziyle uzak bir beldeye. Burada insanlar hep
şaşıymış, ona bakar ötekini görürlermiş. Dostluk için fedakarlığa hazırmış ama
öteki olamazmış. Hemen valizinden bir sırık çıkarmış, bir başka yere atlamış.
Buradaki insanlar da birbirini yiyerek beslenirlermiş, paylaşmayı yanlış
anlamışlarmış. Neyse telef olmadan oradan da uzamış. Valizinden çıkardığı
yelkenle, rüzgarlara karışmış. Derken bir hortuma kapılmış da hortum onu
yalnızlar adasına bırakmış. Buradaki insanlar ise kainatı kendilerinden ibaret
sanırmış, uğraşsa da hiçbirine ulaşamamış. Ve özlemi iyiden iyiye artan çocuk,
adayı dolduran çöplerden bir denizaltı yapmış, denize açılmış. Denizaltı
kayalıkları aşmış, boğazlardan geçmiş, derinlere dalmış, çıkmış, içinde dostça
sevecek kimseyi bulamamanın üzüntüsüyle küskünleşen çocukla oradan oraya
sürüklenirken, birden bir oltaya takılmış.
Oltaya çektildikleri yer bir yanardağ ağzıymış. Çocuk
denizaltıdan çıkmış, oltanın sahibine bakmış. Yaşsız bir dedeymiş; “Sen balık
bile değilsin” demiş dede. “Ben dost arıyorum dede, sen oysan ‘he’ de”. Dede;
“Ben denizden çıkan iyilikleri avlarım çocuk, sonra bu yanardağın içine atarım,
‘yanmadan olmaz’ diye”. Çocuk; “Dostu bulmadan sevmişim, rahatımı terketmişim,
bak peşinden nerelere gelmişim. Başkaca iyilik bilmem, çocuğum ben, gayrisi
senden gele”. Dede; “Tamam, beklediğim sensin öyleyse, Dünya’ya borçlandığın
tüm iyilikler valizinde, güvenirsen bana, şunu bir boşaltalım hele”. Çocuk
vermiş valizini dedeye, dede savurmuş valizi öteye, içinden neler neler
çıkmamış ki; kelebekler, çiçekler, herkese iyi niyetler, isteyene maydanozlu
köfteler, kampanyalar, paketler, dağılmışlar heryere.. Dede tutmuş çocuğun
elini ve; “Sanki manki maniki, kablolar değil bağlayan bizi. Birlikte yanacağız
şimdi. Dostluk öyle bir şey ki, birlik potasında erimeli”… Gülmüşler, sıcacık,
dostça; erimişler, şekilden şekile girmişler, birleşmişler, şekilsizleşmişler;
böylece güldürmüşler herkesi ki, yaşlı çocuk yaşasın, hoşça!
Bir varmış, bir yokmuş, iki çokmuş.. Son baş, baş sonmuş;
arası hayal! Teker döner, biçer döver, sonunda ekmek pişer, yiyen ekin eker… Hu
(alıntıdır)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder