28 Eylül 2016 Çarşamba

FETÖ SORUNUNUN, TESPİTİNİ, DİNİMİZE VERDİĞİ ZARARI VE ÇÖZÜMÜ/ Mahmut Erol Kılıç

PROF. DR. MAHMUD EROL KILIÇ HOCANIN, DERİN TARİH DERGİSİNDEKİ BU YAZISI, FETÖ SORUNUNUN, TESPİTİNİ, DİNİMİZE VERDİĞİ ZARARI VE ÇÖZÜMÜNÜ, ANLATIYOR... BU YAZI; ÇOKCA OKUNUP PAYLAŞILABİLSİN DİYE, HERKESE AÇIK..............
.Sahtekârlık sahih bir şeyin yanlış üretimi demektir. Demek ki ortada bir sahihlik var ve onun sahtesi var. Eğer bir doğru yoksa onun sahtesi de olmaz. Bir şeye sahte dememiz için onun sahihinin olması lazım. Binaenaleyh öncelikle ontolojik olarak sahte ve sahtekârlığın yerini tesbit etmek gerek. Dikkat edersiniz ki tarihte de -bu düşünce veya mal üretimi olabilir- kaliteli olanın hep sahtesi yapılmıştır. Kaliteli olmayan bir şeyin sahtesi üretilmez. Tenekenin değil altının taklidi vardır. Bunun için tedbirler alınır. Mesela İslam ticaret hukukunda sahte mal üretmenin cezası uzun uzun anlatılır. Düşünce sahtekârlığında da meta sahtekârlığında da tedbirler var ama sahte fikir üretmenin cezası daha karmaşık bir durumdur. Nasıl tesbit edileceği belirlenmelidir. Bu minvalde “mütenebbilik” denilen bir teşebbüs var. Buna dikkat çekelim. Mütenebbi, nebi değil iken nebilik taslayana denir. Hz. Peygamber bi’sete başladığında birkaç tane de sahtesi ortaya çıkmıştır. Mamafih, Peygamberlerin yani sahih çizgiyi takip edenlerin hiç biri “ben tebliğimden, peygamberliğimden vazgeçiyorum zira ben peygamberlik yaparsam sahtekârlar doğacak” diyemezdi. İşin ruhuna aykırıydı. Binaenaleyh ‘O’ doğrusunu vaz ettiği gibi akabinde de sahteleri de türedi.
Bir din adamının uzun zamandır sürdürdüğü gizli ve aşikar çalışmalarının gizli olan kısmında yatan devleti tamamiyle ele geçirmek niyetinin 15 Temmuz 2016’da belirli mevkilerde olan yandaşlarını kullanarak anti demokratik bir darbeye yeltenme teşebbüsünü yaşadık. Bu darbe teşebbüsünün arka planını iyi analiz etmek gerekir. Allah’ın inayeti, evliyaullahın himmeti ve halkımızın mukavemetiyle bu badireyi atlattık çok şükür. Amma ve lakin doğru analiz yapmazsak eğer, bundan ders almada zaafa düşebiliriz. Ya da suçluyu yanlış yerde arayabiliriz. Biz yanlış yerde ararken suçlu kaçabilir. Buna dair şuan bazı emareler görüyorum. Enerjimiz başka yerlerde harcanıyor sanki.
Ülkemiz siyasi bir darbe teşebbüsüne maruz kaldı, atlattık ama fikrî mânâda birçok darbe yedik bence. Ülkemizin zihnî haritalarında ciddi yaralar açıldı. Maalesef kendisine “dinî veya “İslamî” hüviyeti yakıştırmış kişilerin kalkışmasıydı bu. Bu teşebbüsü laikler, Aleviler, Marksistler yapmadı, kendini din ile tanımlayan bir grup yaptı. Bu açıdan en büyük darbe dinî ve millî değerlere vurulmuş oldu. Bu ister istemez halkımızın dine olan hürmetini zaafa uğrattı.
Cemaat kavramı kirletildi
Mesela darbe yiyen mefhumlardan birisi “cemaat” mefhumu oldu. 15 Temmuz gecesine kadar, “Allah’ın eli cemaatin üzerinedir”, “cem olunuz”, “namazlarınızı cemaatle kılınız” gibi hadis örneklerinden de yola çıkarak cemaat temiz bir mânâ ifade ederken ve hatta teşvik edilirken, tam tersine dönüştürüldü. Bu grubun sosyolojik etiketinden dolayı cemaat kavramına hücum edildi. Hakikatte problem acaba bu “Cemaat” kavramında mıdır?..
Evet bu haltı işleyenler kendilerine cemaat diyorlar, doğru. Cem olmuşlardır bir mânâda. En az üç kişi bir araya gelmişse bu bir cemaattir. Cemaatin de kendi içerisinde kategorik ayrımları var. Cemaat bir hedef, düşünce, maksat doğrultusunda ortak bir şey için bir araya gelmiş insan topluluğudur. Bu grubun hedefine göre o cemaate isim verilir. Mesela askeriye bir gruptur. Ülkeyi dış düşmanlara karşı korumak için bir araya gelmiş eli silah tutan insanlardan meydana gelmiş gruba ordu diyoruz. Ordu bir cemaattir. Aleviler bir cemaattir, vs. Buradaki mesele ne için bir araya gelindiğidir. Hasılı nötr bir şeydir cemaat. Cemaatin neliğine, ne için meydana geldiğine göre adı ve anlamı değişir. Ancak ondan sonra iyi veyahut kötü diyebiliriz.
Grupları da ikiye ayırabiliriz: Dışa kapalı ve dışa açık gruplar. Dışa açık gruplar, katılmak için özel bir prosedürü olmayan gruplardır. Sen de müracaat edersen kolaylıkla kabul edilebilirsin. Mesela Beşiktaş Spor Kulübü'ne üye olmak böyledir. Siyah beyaz formayı giyip atkıyı da boynuna attın mı Beşiktaşlısın. Kalkıp bir müftü efendi önünde yemin belgesi imzalamana gerek yok. Ben Beşiktaşlıyım dersen, Beşiktaşlısındır.
Bir de hermetik dediğimiz yapılar var. Hermetik, dışa kapalı içten beslemeli her guruba verilen bir isimdir. Bu türden gruplara örnek vermek gerekirse, mesela istihbarat teşkilatları böyle yapılanmıştır diyebiliriz. Bunların içeriye kabul şartları vardır. Her yoldan geçen kabul edilmez. Yani belirli bir vasıf aranılarak içeri alınırlar. Dinî anlamda da bazı hermetik gruplar vardır. Mesela tarikatler bireyde belirli bir dikey yani enfüsi eğitimi esas alırlar. Kişinin talebini incelerler. O talep manevî ve maddî olarak incelenir, istihare ve istişare yapılır. Eğer içeriye alınmasında tâlibin liyâkati görülürse kabul edilir ve o tarikata girmiş olur. Bu tarikatlar İslamî olanlar ve İslamî olmayanlar diye ayrılır. Hinduizm’de, Budizm’de, İslam’da, Yahudilikte, Hristiyanlıkta her dinde vardır. Daha sonra bunların sahih olanları ve sahte-inisyatik kült olanları vardır. Bu konuda, yani sahte tarikatler konusunda yazarının her yorumuna katılmasam da Anthony Storr’un Öteki Peygamberler (Modern Guruların İncelenmesi) diye bir kitabı var (Okuyanus, İstanbul 2001). Modern zamanlarda ortaya çıkan bu neviden kült hareketlerini anlatıyor. Eric Hoffer’ın Kesin İnançlılar (Tur Yayınları; 1978) kitabı ile beraber şimdilerde olan biteni anlamaya yardımcı olabilir, her ikisini de yeniden okumak lazım. Peki tarikatler niye vardır? Bize göre olmaması mümkün değildir. Çünkü âlem Allah tarafından bâtından zâhire doğru yaratılmıştır. Burada her şeyin dıştan içe doğru bir geçişi vardır. Her şey böyleyse, senin bile bir bedenin ve bedenin içine doğru bir yolculuğun varsa, suretinden siretine bir geçiş varsa, sarayın dış duvarları var sonra patikası var sonra içeriye doğru merkezde sultanın oturduğu iç saray varsa, birundan enderuna geçiliyorsa, çember-merkez ilişkisi varsa, matematikte bile böyleyse; kuantum fiziğinde böyleyse, bir döllenme hadisesinde bile spermin yumurtanın en dış zarından başlayıp merkeze kadar varmasıyla ancak doğum başlıyorsa, yani bu bir evrensel ilahî kaideyse, şu neticeye varıyoruz ki, burada zuhura gelmiş her şeyin katları vardır; tek katlı değildir. Bohçalanmıştır, bohçalana bohçalana yeryüzüne inmiştir. İnsanın yaratılışı da böyledir, dünya da böyledir, din de böyledir, yaratılmış her şey böyledir. En yukarıya çıkıldığında da en yukarıdaki dosta ulaşılır (er-refikü’l-âlâ). Sufîler Hak insanın sırrıdır gibi bir tabir kullanırlar.
Tarikat, seyr-i süluk (inisiyasyon) gayesini hedef almış, belli bir silsileden gelerek yetişmiş, bu yetişme sadece zâhiri değil manevî olarak da kendisine bir vazife verilmiş şeyhin denetiminde yapılan eğitime, din eğitimine denilir. Kesinlikle din dışı bir eğitim değildir tarikat eğitimi. Dinî eğitimin yüksek lisans ve doktorasıdır. Bu sürece biz tarikat diyoruz. Bu mânâda bu yapıya asla bir tarikat diyemediğimizi belirtelim. Zaten bunu hiçbir zaman kendileri de kabul etmediler. Ne var ki cemaatin Amerika’ya gitme sürecinden sonra orada, Batı’da cemaat kavramının çok pirim yapmadığını gördüler. Cemaat İngilizcede hangi anlama geliyor? “The group”. Bunu söylediğin adam der ki “What’s group?” Anlamaz adam senin gâyeni. Cemaat Amerika’ya gidince bu sebeple çok ciddi ontolojik, varoluşsal kriz yaşadı. Önce ‘The Group’ oldular, anlaşılamadıklarını düşününce ‘Hizmet’ oldular. Yani ‘Service’. Amerikalı yine sordu “What kinds of service?” Neye hizmet? kime hizmet?. (Herhalde artık anlamışlardır!) Büyük kriz yaşadılar, kendilerine bir yer aramaya başladılar ve sufizmi orada daha çok dile getirmeye başladılar. Rumî, Mevlânâ kelimelerini daha sık duymaya başladıydık onlardan. Bu şahsın, Said-i Nursi’ye de Hz. Pir demeye başlaması da yeni bir hadisedir ve aynı maksada binaendir. Yani tasavvufi geleneğin kavramlarına sığınarak meşruiyet elde etmeye çalışmak. Bunların tasavvuftan istifade ettiği yönler olduğu doğru. Özellikle Kalbin Zümrüt Tepelerinde isimli kitab tasavvufî meseleler üzerine yoğunlaşmıştır. Doğrudan yazmadığını birilerinin onun için yazdığını duydum. Tasavvuf kitaplarından derleme. Orijinal değil. Bahsi geçen bu kitabın İngilizcesine Principle of Sufism adını verdiler yani Amerikalı ‘dostlara’ şirin görünmek maksadıyla Türkiye’deki başlıktan başka bir başlık koydular, ‘Tasavvufun Esasları’ dediler. Bu yapının otantik bir temeli olmamasından kaynaklandı bu durum. Sufî ile oturduklarında sufî oldular, selefîyle hasbihal ederken selefî oldular… Tüccarla tüccar, hacıyla hacı… Tasavvufsuz bu işlerin yürümediğini anladılar. Fakat ‘ben tarikatım’ da diyemediler. Tarikat yani ‘Sufi order’ da diyemediler kendilerine. Çünkü onu söylemek yürek ister, cesaret ister. Ancak o lezzeti tadan söyler korkmadan. Ama bunlar o lezzetten bîhaber oldukları için hiçbir zaman tarikatım diyemezler. Zaten de değiller yani öyle söyleyecek olsalar yalan söylemiş olurlar. Bir defa daha vurgulamak isterim ki, ne o zatın ve ne de hareketinin doğrudan tasavvufla alakaları yoktur. Annesi ve babasının Alvarlı Efe Hazretleri’ne intisablı olduğunu duymuştum. 16 yaşındayken bir zikre katıldığını söylüyor. O zikirde aldığım lezzeti ömrü hayatımda hiçbir yerde tatmadım diyor. Demek ki Nurculukta da tatmamış, kendi itiraf ediyor. Said Nursî ile Kürt diye tanışmaya gitmediğini söylüyor. Bunlar hikmet peşinde olan kimsenin söyleyeceği şeyler değildir. Kulağı küpeli bir Habeşli bile olsa diyen Peygamber’in ümmeti böyle konuşur mu?
Bukalemunvâri bir hareketle karşı karşıyayız
Bunların en belirgin vasfı bukalemunvâri oluşlarıdır. İklime göre renk değiştirirler. Oportünist, pragmatist, ve de Makyavelist olmaları bundandır. Güç neredeyse oraya meyletmişlerdir. Zamanında Bülent Ecevit’i desteklediler, Bülent Ecevit’e yanaştılar. Herkes biliyor ki, Ecevit’in aşığı falan değillerdi. Sonra Recep Tayyip Erdoğan ve AK Parti hareketi… Bunu çok iyi biliyoruz ki, AK Parti’yi de Erdoğan’ı da hiç sevmezlerdi. Yükselmekte olan, gelmekte olan bir güç var. Başında da bir lider: Recep Tayyip Erdoğan. Yükseliyor, biz buna yanaşarak kendi işimizi görelim dediler. Ama bütün planların üzerinde Allah’ın bir planı var. Her zaman o siyaset işlemez. Allah’ın hesapları çok enteresandır. Allah diyor ki: “Ben kırık kalplerleyim” Kırık kalpler ne demek? Bazen senin ehemmiyet vermediğin, sosyolojik mânâda etiketli olmayan, holdingi olmayan, siyasette bakan düzeyinde olmayan, yani sıradan bir adam da Allah’ın adamı olabilir. Ama cemaat, sürekli ikbal peşinde olduğu için hep toplum içerisindeki yüksek noktaları, seçkinleri hedeflediler. Allah’ın kimle olduğunu anlayamadılar. Çünkü manevî irtibatları yoktu.
Şu an her yer toz duman. Bu yaşanan hadiselerin en sağlıklı analizleri çok daha sonra yapılacaktır. Ama şimdiden şunu acizâne söyleyebilirim ki: “Fetullah Gülen, özel yetiştirilmiş ajandı, kripto Ermeni’ydi, kripto Yahudi’ydi, içimizde gizlendi” türünden söylemler ispatı gerektirir. Ben şimdilik bu ihtimalleri bir kenara koyuyorum. Değerlendirmeyi de zorlaştıran ‘takıntılar’ bunlar. Ayrıca o bir hoca değildi laflarına da katılmıyorum. İlmi olmayan bir adam değildi. İlmi vardı. Bu tesbitin de yanlış olduğu kanaatindeyim. Bana göre bu tavır daha çok onun bir diyanet görevlisi vaiz, hoca olduğunu itiraf etmekten korkan dini çevrelerin bir saptırma teşebbüsü. Neden bir hocaefendi bu hale gelir diye düşünmek yerine üzerlerinden atarak kurtulacaklarını sanıyorlar. Oysa ki kendileri de iyi biliyorlar ki onun Erzurum’da almış olduğu medrese eğitimi, daha sonra yapmış olduğu müezzinlik, vaizlik, hocalık süreci, fıkıh ve hadis bilgisi hiç de bir cahilin sahip olacağı süreçler değil.
Çizim: Erhan Yalvaç
Fetullah Gülen psikopatolojik bir tıbbi vakadır
Hasılı bu şahsı analiz ederken ‘cahil, zırcahil’ yaklaşımı çok bilimsel değil. Demek ki buradan şu sonuç çıkıyor, mesele salt kümülatif anlamda bilgi sahibi olmak değil. Şeytan yüzdört kitabı ezbere bilirdi denilir. Yani cahil değil. Demek ki başka bir şeye ihtiyaç var. Benim Fetullah Gülen analizim onu tanıyabildiğim kadarıyla (ki hiçbir zaman cemaatinden olmadım ama bu tür kişiler üzerine çalışmış birisi olarak söylüyorum) ilmi olup, şahsî nâkısalarından dolayı sahip olduğu ilmi hedefinden saptırarak kullanmış bir âlim tipidir. Yani ben biraz olayı psikopatolojik bir seviyede ele alıyorum.
Yani şahsında mündemiç bir psikopatolojik problem olarak görüyorum. Neydi bunlar? Zahirî ilimlere sahip olup, seyri süluk görmemiş olmanın verdiği bir duyguyla “hırs”, “ikbal”, “aşırı idealizm”dir. Yani problemli bir kişilikle karşı karşıyayız. Bu kişilik probleminde megalomanizm gibi kendini çok büyük görme ve en doğru düşüncenin kendinde olduğunu bilme, kendi grubunun dışındakileri yanlış yolda olarak tasvir etme, Allah ve peygamber benimle anlayışı ki, burada da bir ipotek alma söz konusudur. Bu adamlar hep öyle olurlar, Allah’ı alırlar yanlarına. Allah gider mi, o ayrı bir şey. Rüyalarla veya rüyasız peygamber bizimle imajı verirler.
Yine yanlış yapılan başka bir mesele de kitaplarından onun sapıklığının alâmetlerini toplamak. Ben buna da çok katılmıyorum. Kitaplarında ehl-i sünnet akâidine ters şeyler bulmak zordur. Kitaplarında Mehdi’yim, uçarım, kaçarım türevinden şeyleri bulamazsınız.
Normalde sen bir hoca efendi olarak idealleri olan bir insansındır; ona göre çalışmalar yaparsın. İnsanları hidayete getirmeye çalışırsın, sonra da “Tevekkeltu Alallah” dersin. Bir dergâh şeyhi ”Oğlum biz sana doğru yolu gösterdik” der mesela. Hz. Peygamber Efendimiz için bile ayet indi denildi ki: “Ya Muhammed! Sen insanlar üzerine zorlayıcı değilsin.” Sen doğruyu ve hakikati göstereceksin, onlar tercihlerini yapacak. Peygamberimiz o ayetlerden sonra çok rahatladı. Çok çaba sarf ediyor mübarek kan ter içinde. Fetullah ise bu nebevî mirasa sahip olarak hareket etmedi. Tebliğini yap, vaazsa vaazını yap çekil. Vaazını yaparsın insanlara doğrusunu, yanlışını gösterirsin. Ondan sonra doğruyu yaparlar yapmazlar, sana ne? Sen yeryüzünün jandarması mısın? Herkesin yatak odasına girmek ne demek? Ki sen hayatında yatak odasına girmemişsin. Yatak odasında ne döner, bilmemişsin, tatmamışın… Kalkıyorsun onun bunun röntgenciliğine soyunuyorsun. Bu psikopatolojik bir durum. Her insan, her düşünür kendi düşüncesine yakın insanların iktidarda olmasını temenni edebilir ama bu bir temennidir sadece. Temenninin ötesine geçmek istiyorsan demokratik yapılarda siyasete girer, parti kurar ve görüşlerini arz eder, insanlardan da kabul görürsen o insanların oyuyla iktidara gelirsin. Ama sen eğer siyasî bir parti kurmayıp birtakım kurulmuş yapıların içerisine Truvâri sızmalar yaparak adamlarını yerleştirirsen buna trojan denir. Virüs olarak içeri atarsın. Senin bu hareketini o ülke hakkında emelleri olan ve ülkenin eklemlerine sızmak için çaba sarf edip de karşı tedbirlerden dolayı çok zorlanan dış güçler sahiplenir ve kullanmaya başlar. Sen de bu vatan hainliğinin bir parçası olursun. John veya Hans adıyla giremezler ama badem bıyıklı imam Ahmet, imam Mehmet oldukları için, bizden biri olarak girebilirler. Bu hareketin niyetinin kuruluştan yükseliş dönemine kadar bu kadar hâince olduğu kanaatinde değilim. Daha sonraki sınırsız büyüme ve evrensel boyuta çıkma ki işte bu noktada işler değişti. Burada cemaatin gayesi problemiyle karşı karşıyayız. Sen bir cemaatsen Türkiye’de kolej aç, öğrenci yetiştir tamam da Patagonya’da okul açmak zorunda mısın? Her yere gidersen bir takım güçler de ister istemez sana yaklaşacaklardır. 2004-2005 yıllarında cemaat uluslararası bir düzleme geçmiştir. Cemaatin eski mensuplarından bazıları, “ben saf bir Müslüman olarak insanlığa hizmet hareketi olarak katıldım, ama 2004-2005’ten sonra bir şeylerin karıştığını anladım” diyor.
17- 25 Aralık hadiselerinden sonra Recep Tayyip Erdoğan ile ipler kopunca bunlar telaşa kapıldılar. Bu yapının Ak Parti’yi kullanma kapasiteleri azaldı. Bunların askeriye içindeki babaları tasfiye edileceği haberlerini alınca son noktaya geldiklerini anladılar. Seçimle de gelemezlerdi, çünkü bazı partileri desteklediler ama yine başaramadılar. Tek imkân silahlı kuvvetlerdeki adamlarını kullanmaktı ve böyle bir operasyona kalkıştılar. Asker kökenli değilim ama çok uzağında da değilim. Bu adamların 200’e yakın amiral, albay ve generalden meydana gelen darbeyi ellerine yüzlerine bulaştırmaları da, ne kadar kabiliyetsiz olduklarını gösteriyor.
Darbe siyasi anlamda başarısız oldu ama ülkemizde de birçok taşları yerinden oynattı. Radikal İslamcılarda şöyle bir ayrıma ihtiyaç var. Hükümetle devlet ayrı şeylerdir. Devlet nispeten manevî bir yapıdır. Siz hükümetleri tenkit edebilirsiniz, beğenmeyebilirsiniz ama devlet muhafaza etmeniz gereken bir üst yapıdır. Manevidir aynı zamanda. Devlet giderse sen de gidersin. Allah devlete zeval vermesin denir mesela. Yabancı güçler devlete yönelik çalışırlar. Hükümet odaklı olmak kısa vâdeli hedefleridir. Asıl uzun vâdeli hedefleri devleti geniş bir sürede yıkmaktır. Evet bu darbe Türkiye siyaset mekanizmasına vurulmak niyetiyle harekete geçti ama sonuçta daha çok ilahiyat veya diyanet zihniyetine vurdu kanaatindeyim. Din şurasına katıldım. Tek kelimeyle irkildim. Bazı ilahiyatçılar çıktı “cemaat” mefhumunu sorguladılar. “Kendini satan bireyler, sürü kafası ile hareket edenler, bu iş cemaatle olmaz” gibi tavırlar alındı. İslam’ın teslimiyet demek olduğunu unuttular. Bir tanesi rüyalara saldırdı. Sanki Kur’an’da bir sure, Yusuf suresi yokmuş, bu konuda sahih pek çok hadis yokmuşçasına. Bir diğeri sadece sır ve gizem olmasında ne olursa olsun kabilinden ‘meknuz’ kelimesinin sadece ‘muhkem’ demek olduğu te’vilini yaptı. Hele bir tanesi köylerdeki imamlar dahi cemaatten iki üç kişi bir yere çekilip bir şeyler okuyorsalar derhal fişlemeliler dedi. Tüylerim diken diken oldu. Aslına bakılırsa 20’li yıllardan beri geleneğimizi yitirdiğimiz için fikrî bakımdan omurgası kırılmış en başta gelen kesim ilahiyatçılardır. İlahiyatçılarda teolojik omurga kalmamıştır. Bu yüzden tarihte görülmediği kadar uçuk kaçık ilahiyatçılarımızın mebzul miktarda cirit attığı bir sahadır Türkiye sathı. Geleneğe dayanmayan bu nevzuhur hoca tipleri ister istemez yeni poziivist rejimin bir mahsulüdürler. Geleneksel yapımızda medrese, tekke gibi ilmî hiyerarşinin olduğu mekanizmalar mevcuttu. Birisi kendinden iddia ile “Hocaefendi” olamazdı. Belirli merhalelerden geçerdi. Bu tabii bir safhaydı. Yaklaşık kırk yaş civarında allâme olurdunuz. Aynı şekilde bir Şeyh Efendi, medrese sonrası yüksek ihtisas dersleri alarak şeyh olurdu. Gelenekte tekke eğitimi medrese sonrası yüksek lisans ve doktora mesabesindedir. Yani tekke şeyhi de kendinden zuhur edemez. Bir silsileye bağlıdır. Hem zahirî ilimlerden belirli dereceler alır, ondan sonra da dergâh şeyhliği yapardı. Bunu bir yıl iki yıl değil; on yıl yirmi yıl yaparak elde ederdi. Cümle alem durumunu takip ederdi, yani tabii bir kontrol mekanizması kendiliğinden gelişirdi. Yani otuz yıllık bir dergâh şeyhinden, herkes “Allah razı olsun” diyorsa, herkes “ben ondan iyi şeyler öğrendim” diyorsa beraat esas alınırdı ve hakkında kimse bir şey söyleyemezdi. Hatta teşekkür edilirdi kendisine. Ancak bu yapı yıkılınca ister istemez, kendinden menkul hoca, şeyh, vaiz, din adamları çıktı ortaya.
Dinî saha ister istemez işin içerisinde maneviyat ve katmanları, ahiret, dünya ötesi, metafizik konularını da içermesi hasebiyle ben ötesi alanlara müteallik konuları da gündeme getirir. Sadece maddi, hukuki, toplumsal konular değildir dinin mevzusu. Fırsat bu fırsattır deyu İbn Arabi’ye, Mevlânâ’ya saldıran bazı ilahiyatçılara iş çıktı. Halkta hiçbir karşılığı olmayan kişilerdir bunlar. Din Şurası’nda konuşulanlardan hareketle diyanet camiasının olayı yorumlarken çok büyük problemler taşıdığını gördüm. Hayâl kırıklığıyla ayrıldım. İlahiyat ve diyanet camiası bu şekilde olduğu sürece FETÖ gibi benzeri yapıların ortaya çıkmaması mümkün değil. Demokrasi mücadelesinde Cerrahi tekkesi 3 şehid verdi. İsmailağa 2, Adıyaman 2. Hatta Boğaz Köprüsünde şehid olanlardan birisi de bir Ca’feri vatandaşımızdı. Yani halkı meydanlara o mütekebbir ilahiyat profesörleri çıkarmadı. Ayrıca Fetullah’ın fıkıh bilgisi ve fıkhi görüşleri üzerine kitap bile yazıldı. Peki şimdi niye kimse FETÖ bir fıkıh hareketidir demiyor.? Ayrıca kendisinin Siyer bilgisi bütün vaazlarında ana sohbet konusudur. Niye kimse bu hareket bir Siyer hareketidir demiyor?. Dahası Said-i Nursi “Ben Yeni İlm-i Kelam mesleğindeyim” diyor. Niye kimse bu hareketi Kelam ilmine bağlamıyor.? Hal böyle iken ne yapıp yapıp bunu Tasavvufa yamamaya çalışan ilahiyatçılar hiç dürüst davranmıyorlar. El insaf…. Halkımız sapla samanı karıştırmamalı. Çünkü kripto Vahabîler ellerine fırsat geçirdiklerini düşünüp, cepheyi teşmil etmeye çalışacaklardır. Milletimizin buna çok dikkat etmesi gerekir. Çünkü cemaatler ve tarikatler ontolojik olarak olması gereken şeylerdir. Dünya var oldu olalı olmaması mümkün olmayan unsurlardır. Bugün Avrupa ve Amerika tarikat ve cemaat doludur. En değerli şeref ödülleri –Fransa’daki Légion d'honneur gibi- tarikat ödülleridir. Malta Şövalyeleri madalyası v.s. Her siyasî yapının arkasında manevî yapı vardır. Türkiye’de radikal laikler ile kripto Vahhabîler el ele vererek dini maneviyatsızlaştırdılar. Maalesef elimizdeki din materyalist ilahiyatçılar tarafından maneviyattan koparılmış aşksız meşksiz bir dindir. Bu model halkın beklentilerini karşılayamayacağı için, daha çok mütenebbiler, mütemehdiler, müteşeyyihler, mütehacceler çıkarsa şaşırmayalım…
Din maneviyattır. İnsanların maneviyat açlığı vardır. Takım elbiseli devlet memuru konseptli imamla bu maneviyatı karşılayamazsınız. Bunun çözümü geleneğe dönüştür, bu da medrese ve tekkelerle olacaktır. Medreselerde maneviyat ilimlerine de yer açılsa ve tekkelerde dini ilimlere de yer açılsa aslında bu ikisini cem etmek de mümkün. Tekkeler açılmalıdır. Ehl-i tarik bir diyanet işleri başkanı olmak şartıyla diyanete bağlanmalıdır. Osmanlı’da böyleydi. Meclis-i meşâyih vardı, şeyhülislamlığa bağlıydı. Şeyhülislam kimdi? Kadızâdelilerden, Çivizâdelerden değildi şüphesiz. Yani kripto vahabi, selefi değildi. Şeyhülislamın birisi mesela Paşmakçızâde Ali Efendi gibi Hamzavî-Melâmi idi..
Bana göre daha idealinde ise diyanet camiası bağımsız olmak zorundadır. Bu konuyu şurada eski başkanlardan Said Yazıcıoğlu dile getirdi. Oralı olunmadı. Zor bir uygulama tabii ki. Ehl-i kıble ama farklı bir mezhepte olan kardeşlerimizden kopya çekelim isterseniz. Mesela Şiilerde olan medrese örneğini son yapılan araştırmalarda bazı araştırmacılar Sünnilerden alındığını söylüyorlar. Mesela Velâyet-i Fakih kavramı aslında Şia’da yok. Meclis-i Hubregan hakeza. Ehl-i hâl ve’l-akd diye Sünnilikte olan bir kavramın idhâlinden ibaret diyorlar. Şimdi Şiiliği incelerken uzaylıları inceler gibi hareket ediyoruz. Şii dediğin adamlar her şeyden evvel bizimle aynı Allah’a aynı kitaba ve aynı peygambere inanıyorlar. Bir de bakalım onlar ne diyor. Şii âlimlerin siyaset ricalinden bağımsız durmaları, medrese geleneğindeki bir din adamının yetiştirdiği talebelerden yola çıkarak kendi otoritesini oluşturma mekanizması, güzel bir mekanizma. Bizde Ezher uleması, varsa Sisi yoksa Sisi, başkası iktidardayken de onun megafonu olmak mecburiyetinde. Böyle din adamı mı olur?. Olmaz böyle bir şey. Din bağımsızdır. Yakında Necef, Kerbela ziyaretimiz oldu. Büyük Şii mercilerinin oturduğu yer Necef’tir. Onlardan bir tanesini ziyaret ediyoruz... Ayetullah Feyyaz.. Afgan Hazaraları’ndan aslen … Yani Türk. “Siz ne yüzle buraya gelirsiniz" dedi Iraklı bakana. "Kaç dolar maaş alıyorsun?” dedi. “Sen burada insanların susuzluktan öldüğünü biliyor musun?” diye azarladı bakanı. Irak için dualar etti ama “Bağdat hükümeti yanlış yapıyorsunuz” dedi. Dışarı çıktık, sordum, “Biz din adamlarına laf söyleyemeyiz” dedi bakan. “Üstelik dedikleri de doğru” dedi. Ben o alime özendim. Bağımsızlığı, eyvallahı olmayışına imrendim. Bağımsız, maaşını devletten almıyor, arkasında halk var. Bugün Protestanlar Katolikliği inceliyorlar ne var ne yok diye. Dinler arası diyalogdan önce mezheplere bakmak lazım. Bugün darbe teşebbüsünü yapan üst akıl Sünnî dünyanın en güçlü ülkesi olan Türkiye ile Şii dünyanın en güçlü ülkesi olan İran’ı da yerle bir etmek istiyordu. Saddam zamanında söylemişti: “Ben İran’a saldırma niyetinde değildim. Beni siz itelediniz, teşvik ettiniz. Para vereceğim dediniz niye vermediniz.” 8 yıl boyunca İran’a saldırttılar. Aynı şeyi bize yaptıracaklardı. Türkiye-İran savaşı senaryosuydu bu. 1 ya da 2 ay değil, 10 yıl içerisinde İran da Türkiye de yerle bir olacaktı. Bu işten ne Türkiye ne İran karlı çıkmazdı. Bilerek ya da bilmeyerek bu işe vesile olacaklardı.
Bunlar dinlerarası diyalog yaptılar ama mezheplerarası diyalog yapmadılar. Neden? Çünkü niyet safi değil, dini değil. Başka menfaatler var. Kafirlere yaranarak bir yerlere gelmek istemek var. Ehl-i kıble kardeşimle neden diyalog yapmayayım? Ben bir Caferîyle, hatta ve hatta bugün eski kelam kitaplarını atın bir kenara, İsmailîlerle bile niçin yapmayayım? Bugün tarihteki İsmailîler yok artık. Hindistan’dan Nizarî İsmailîler’i Kâbe’de hac ederken gördüm. Namaz kılıyorlar. Ama kitaptan bakarsan onlara kâfir dersin. Bir şeyleri yeniden gözden geçirmek lazım. İslam dairesini yeniden yazmak lazım. Bana göre Sünniler, Zeydiler, Nizarîler, Caferîler vs. bunlar İslam’ın bütününü meydana getirirler ve hepsi kardeşimdir, o kadar. Bu tevhidi, bu ittihad-ı İslam zihniyetini kurmak lazım.
Türkiye’deki resmî, bürokratik, soğuk dini örgütlenme anlayışı hâkim olduğu müddetçe sahte maneviyat üreticileri çıkacaktır. Bunun acilen fabrika ayarlarına geri döndürülmesi lazım. Netice olarak diyebilirim ki: Türkiye’nin iki problem hariç çok büyük problemi yok. Birincisi tek bir etnik yapının öne çıkarılması hadisesiyle diğer etnik unsurların eritilmeye çalışılması bize PKK hareketi olarak geri döndü. İkincisi ise aşırı ve radikal laiklerin dindar olan ne varsa sırf Türkiye dışına değil dünya dışına itme çabaları ve buna bağlı olarak medrese ve tekkelerin kapatılmasıyla normal dışı dini örgütlenmelerin ve sahte din temsilinin önü açılmış oldu. Bu böyle devam ettiği sürece ve her iki problem de ileri toplumlarda olduğu gibi normal gelenek sınırlarına çekilmediği sürece benzer tipte haddi aşanlar, aşırı istekler peşinde olanlar her zaman çıkabilecektir.
Allah bizi istikametten ayırmasın.
Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç
(Derin Tarih, Sayı 54, Eylül 2016)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder