Adil bir yapı kendiliğinden oluşmaz, adaletin tecelli edebilmesi, bir kültüre, bir dile dönüşebilmesi için o toplumun bir adalet tasavvurunun olması şarttır ve bu tasavvurun o toplumu oluşturan fertlerin kahır ekseriyetinin ortak kanaati olması gerekir. Burası kesin. Peki, bu toplum, tasavvurun ötesine geçerek, bu tasavvuru nasıl ete kemiğe dönüştürecek, adaleti egemen kılacak yapıyı, kurumları nasıl ve ne şekilde ikame edecektir. Yasal mevzuatın içeriği, dili ve amacı ile ilgili ortak bir kanaat olsa bile (ki bu konularda uzlaşı oldukça zordur) bunlar kimlerin eliyle ne şekilde tesis edilecek, denetlenip kontrolü sağlanacaktır? Bir otorite veya hakem tayin edilmeden veya bu işleri organize edip yürütecek bir kurum/ yapı kurmadan bu işler nasıl olacaktır? Elbette bunlar olmadan olmayacaktır. Bunlar olduğunda da kontrolü mümkün olmayan ve nereye evirileceği önceden kestirilemeyen “devlet/iktidar” gerçeği ile toplumu karşı karşıya bırakacaktır. Bu kaçınılmaz bir sonuçtur ve tarihi boyunca insanlık bu sonuçla daima yüzleşe gelmiştir.
Bunun bir sonucu
olarak adalet, kanun ve düzene indirgenmekte, toplum devletin bir aparatı, bir
ara malzemesi haline gelmekte, kişilerse “vatandaş” kimliği altında devletin
kullarına dönüşmektedir. İktidar ve devlet aynılaştığı için iktidarın, bütün
imkânlarını, devleti daha da sağlamlaştırmak için kullanması yetmezmiş gibi,
halkın/toplumun bütün birikimi, emek ve çabası da devletin/ iktidarın ayakta
kalması/bekası için harcanmaktadır. “İnsanı/ halkı yaşat ki devlet yaşasın”
sözü “devleti yaşat ki insan/halk yaşasın”a dönüşmektedir. Resullerin örnek
uygulamaları ve bir iki küçük ölçekteki kısa süreli uygulamalar hariç insanlık
tarihinin genel pratiği bu yöndedir. “İnsanı/ halkı yaşat ki devlet yaşasın”
sözünün de bir bilge kişi tarafından kendisi “zillullah” olarak ve mülkün
yeryüzündeki emanetçisi/ dağıtıcısı olarak tanımlanan bir sultana söylenmesi,
zaten uygulamanın da bu yönde olduğu yönündedir; yani esas ve öncelikli olanın
devletin bekası olduğudur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder