Mehmet Âkif "SAFAHAT"ta
"Sürdüler Türk'e tasavvuf diye olgun şırayı" der. Bana sorarsanız bu
hüküm pek de yanlış sayılmaz. 'Aşk şarabı, meşk şarabı, hakîkî aşk, mecazî
aşk…' derken işlerin biraz karıştığı muhakkak. Gerçi Mevlânâ (ö. 1273)
"Aşk, gerek bu baştan (mecazî aşk) gerek öbür baştan (hakikî aşk) olsun,
nihayetinde bizi o tarafa (hakikate) götürecek kılavuzdur" diyorsa da
mecaz her zaman hakikat için köprü olmuyor… Biz meselenin bu yönünü bir kenara
bırakarak tasavvuf düşüncesinin İslâm toplumunu nasıl ve ne yönde etkilediği
konusu üzerinde durmak istiyoruz.
"Elest bezmi"inde C. Allah'ın
"Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" hitabına "Evet
Rabbimizsin" diyerek yola çıkan ruh, çeşitli merhalelerden geçtikten sonra
dünyada ete kemiğe bürünür. "Bülbülü altın kafese koymuşlar, âh vatanım
demiş" misali ruhun tekrar asıl yurduna dönebilmek için ten kafesini
eritme çabasına girmesini tasavvufun özü olarak değerlendirebiliriz. Bu haliyle
tasavvuf düşüncesi, nefsi "mâ-sivâ"dan kesme (tecerrüd) gayreti
dışında herhangi bir endişe taşımadığı için topluma ilmî yahut ekonomik bir
katkı sağlamamış, aksine "aşk"ı akla tercih ederek âdetâ dünyaya
gözünü kapamıştır.
Akıl mı, aşk mı?
Kur'ân-ı Kerim'de "aşk"
kelimesi yoktur. Fakat "akıl" vardır. "Akıl"ın müştakları
Kur'ân'da 49 yerde geçer ve C. Allah birçok yerde müminlere "hâlâ aklınızı
başınıza almayacak mısınız" ihtarında bulunur. Buna rağmen sanat, edebiyat
ve düşünce hayatımıza hep "aşk" hâkim olmuştur. Tasavvuf ehline göre
"akıl" ile Allah'ı idrak etmek mümkün değildir. Allah'a ulaşmanın tek
yolu "aşk"tır.
Mutasavvıflar "aşk"ı sadece
"akıl"dan değil, "ilim"den de üstün görürler. Fuzûlî (ö.
1556) bu düşünceyi şöyle ifade eder:
"İlm kesbiyle pâye-i rifat//Ârzû-yı
muhâl imiş ancak//Aşk imiş her ne var âlemde//İlm bir kîl ü kâl imiş
ancak."
Her şeyin "aşk"tan ibaret
olduğu, aklın da, ilmin de bir kıymet-i harbiyesinin olmadığı inancı
münevverler arasında yayılmaya başlayınca elbette ilim zihniyeti ortadan
kalkacaktır. Nitekim öyle olmuş ve 13. asırdan itibaren İslâm dünyasında müspet
ilim, yerini skolastik zihniyete bırakmıştır. Artık ne Fârâbî (ö.950), ne İbn
Sînâ (ö. 1037) ne de İbn Rüşt (ö. 1198) çıkmıştır Müslümanlar arasından…
17. yüzyılda Kâtip Çelebi'nin (ö. 1657)
"akla ve müspet ilme dönelim" çağrısına kulak veren olmaz. Ve bugüne
gelinir. İlimde, teknikte, tarımda, sanayide topyekûn dışa bağımlıyız. Ama
ortalık şeyhten, müritten geçilmiyor. Hemen herkes kendisini Allah'a götürecek
bir aracı peşinde.
Dünyaya değer vermeyen hiçbir akım
-ister tasavvuf olsun ister tarikat- İslâm'ı temsil edemez. Nasıl âhiret
endişesi olmayan düşünce sistemleri bize tersse, dünyayı göz ardı eden
anlayışlar da doğru değildir. Dine yararı değil, zararı olur. Tasavvuf
düşüncesini de bu kategoride değerlendirerek tehzîb-i ahlâk (ahlâkı düzeltme)
dışında tasavvuf adına anlatılan hikâye ve menkıbelere fazla itibar etmememiz
gerekir. Dünyayı yok sayan bir tasavvuf anlayışının bizi emperyalistlere her gün
biraz daha muhtaç hale getireceğinden şüpheniz olmasın.
İslâm'da ruhbanlık yoktur. Yani dünyadan
el etek çekerek bir lokma, bir hırka felsefesiyle yaşamanın dinle uzaktan
yakından bir ilgisi olamaz. Üzülerek belirtelim ki bugün tasavvuf denilince ya
-Âkif'in ifadesiyle- olgun şıra ya da bir lokma bir hırka sözü akla geliyor. Bu
yanlış anlayışı değiştirerek tasavvufu; nefsi terbiye etme, ahlâkı düzeltme,
âhiret için çalışmanın yanında dünyadaki nasibimizi de unutmama ("Ve
lâ-tense nasîbeke mine'd-dünyâ" bk. Kasas Sûresi, Âyet: 77) zeminine
oturtmak zorundayız. Aksi halde, el uzaya giderken biz "dünya fani, âhiret
baki" demekten öteye geçemeyiz"(Prof .Ahmet Sevgi-Yeniçağ gazetesi)
Bu anlayışta olanlar Müminlerin vasıflarını anlatan Bakara suresinin başındaki "gayb'a inanırlar" kavramından ne anlarlar.Hz.Msa ve Hz.Hızır kıssalarından ne anlarlar.Devenin iğne deliğinden geçmesini nasıl tefsir ederler.
Deve hendek atlıyamaz.Bu zatlar da bu şekilde ömür tüketirler.Ehli tasavvufla bu tür şahısların aralarındaki hükmü ahirette Hak teala verecektir.
"Padişah-ı alem olmak bir kuru kavga imiş, Bir Veliye bende olmak cümleden a'la imiş(Yavuz Sultan Selim) Kim doğruyu söylüyor?Yavuz mu?Profesör mü?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder