26 Ekim 2016 Çarşamba

ŞECERETU’L KEVN VARLIK AĞACI Eş-Şeyhu’l Ekber MUHYİDDİN İBN.ARABÎ K.S

ŞECERETU’L KEVN VARLIK AĞACI
Eş-Şeyhu’l Ekber MUHYİDDİN İBN.ARABÎ K.S
H.560-638 / M.1164-1240
“Varlıklar Onun şekli üzere var edilmiştir” sözümüze gelince; bilindiği gibi iki alem vardır: Mülk alemi. Melekut alemi. Mülk alemi, cismani alem gibidir.
Melekut alemi ise; ruhani alem gibidir.
Aşağı (süfli) alemin yoğunluğu cismaniliğin yoğunluğu gibidir. Yüce (ulvi) alemin letafeti ise
ruhaniliğin letafeti gibidir.
Yeryüzünde, dünyanın sarsılmasını önleme amacına yönelik kazıklar mahiyetinde yaratılan dağlar, Onun bedenindeki kemik dağları konumundadırlar. Kemikler bedeni yıkılıp sarsılmaktan koruyan kazıklar işlevini görürler.
Yeryüzünden akan ve akmayan, tatlı ve tuzlu su ile dopdolu denizler, Onun bedenindeki damarlarda akan ve başka organlarının içinde akmayan kan hükmündedir.
Zevklerinin farklılığı da öyle. Bunların bazısı tatlıdır, tükürük gibi. Yiyecek ve içeceklere karıştığında onlara hoş bir tat katar.
Bazısı tuzludur. Göz yaşı gibi. Tuzlu göz yaşı gözün yağını korur.
Bazısı acıdır, kulak suyu gibi. Acı kulak suyu, kulağı, girebilecek böceklerden, kurtlardan korur, kulağa giren bu tür hayvanları bu su öldürür.
Sonra bedeninin arzında da kıl, tüy biten bölgeler dünyada ot biten yerlere benzer. Vücutta kıl, tüy
bitmeyen, yerler ise çorak, bitki yetişmeyen yerleri çağrıştırırlar.
Ayrıca dünyada büyük denizler, onların kolları mahiyetinde ırmaklar ve küçük dereler vardır ve bunlar
insanların yararına dönüktürler.
Aynı şekilde beden zemininde de kalın damarlar vardır, aort damarı gibi. Bu damar kan dağıtıcılığı işlevini
görür, damarlar ondan kan alıp bedenin diğer bölgelerine ulaştırırlar.
Yüceler alemi yani gökler alemi de öyle. Allah orada bir lamba gibi güneşi yaratmıştır. Yer halkı ondan ışık alır, aydınlanır. Bedende ruh da böyledir, bütün bedeni aydınlatır.
Eğer ölümle ruh batarsa beden karanlığa gömülür, yeryüzünün, güneşin batmasıyla karanlığa gömülmesi
gibi.
Sonra aklı da ay konumuna sahip kılmıştır. Ay gök semasında parlar, aydınlatır; bazen ışığı artar, bazen azalır. Başlangıçta küçüktür, hilal konumundadır. Küçük çocuğun başlangıçta aklı da böyle olur. Sonra akıl, ayın git gide büyümesi ve on dördüncü gecede tam halini alması gibi büyür, gelişir. Ardından eksilmeye başlar. Bu aynı zamanda ömrün kırkına ulaşmasına, sonra da terkibi ve gücü itibariyle eksilmeye başlamasına benzer.
Sonra gökte beş yıldız yaratmıştır. Bunlar “akıp giden, bir kaybolup bir etrafı aydınlatan” (Tekvir, 15-16) beş yıldızdır. Bir bakıma insanın beş duyusu, tatma, koklama, dokunma, işitme ve görme duyuları
konumundadırlar.

Sonra gök aleminde arş ve kürsü yarattı. Arşı yarattı ve orayı kullarının kalplerinin yöneldiği
yer, ellerin yükselip açıldığı mahal haline getirdi. Orası kendi zatının mahalli olmadığı gibi, sıfatlarının da hemcinsi değildir. Çünkü Rahman olan Allah, niteliğine ve sıfatına istiva etmiştir. Niteliği ve sıfatı ise Zatı ile bitişiktir. Arş ise O’nun yarattığı bir mahluktur. Ne Onunla bitişiktir, ne de Onunla iç içedir. Allah ona yüklenmediği gibi, ona muhtaç da değildir.
Kürsü ise, sırlarının konulduğu kap, nurlarının perdesi ve “O’nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır…”(Bakara, 255) dairesine giren her şeyin konulduğu yerdir. Bedende kürsüye tekabül eden bölge ise göğüstür. Çünkü sudur eden ilimlerin tahsil edilmesi orada gerçekleşir. Bu bakımdan kalbin ve nefsin kapısını çevreleyen bir meydan hükmündedir. Bu sahadan kalbe ve nefse açılan iki kapı vardır.
Dolayısıyla kalpten sudur eden hayır ve nefisten sudur eden şer, göğüste hasıl olur, oradan diğer
organlara sirayet eder. işte “göğüslerde gizlenenler ortaya konulduğu zaman” (Adiyat, 10) ayetinin anlamı
budur.
Kalbi de Arş konumunda kılmıştır. Çünkü O’nun semadaki arşı maruf iken, yerdeki arşı meskundur. Bunun nedeni kalp arşının sema arşından daha üstün olmasıdır. Semadaki arş O’nu kapsayamaz, taşıyamaz ve idrak edemezken, yerdeki arşa her an bakmakta, ona tecelli etmekte, gökten keremini ona indirmektedir:
“Göklerim ve yerim beni almazken mümin kulumun kalbi beni kapsadı.”
Ahiret aleminde, nimet ve azap yurtları olarak Cennet ve Cehennemi yaratmıştır.
Cennet hayrın hazinesi, cehennemse şerrin hazinesidir. Bunun gibi, kalbin kara noktasının mekanı olan hayrı da mümin kulunun cenneti kılmıştır. Çünkü orası müşahedelerin, tecellilerin, münacatların, inişlerin mekanı, nurların membaıdır.
Nefsi de Cehennem kılmıştır. Orası da kötülüğün membaı, vesveselerin mahalli, şeytanın otlağı ve
karanlığın mekanıdır.
Sonra varlık ve oluşun, olanların ve kıyamete kadar olacakların yer aldığı kitabın bir nüshası olarak Levh ve Kalemi yaratmıştır.
Melekleri de istinsah edilmesi emredilenleri istinsah eden, silinmesi veya yerinde bırakılması gerekenleri
gerçekleştiren, ölümü ve hayatı tahakkuk ettiren, eksilme ve artışı uygulayan katipler, aracılar kılmıştır.
Bunun gibi dil de kalem konumundadır.
Göğüs ise levh mesabesindedir. Bu yüzden dilin söylediği her şeyi zihinler göğüs levhine yazarlar. Kalbin iradesinin göğse sarkıttığını ise dil, bir tercüman gibi ifade eder.

Duyuları kalbin elçileri kılmıştır. Bunlar, orada toplanıp derlenenleri istinsah ederler. Kulak bir elçidir, aynı zamanda casusudur.
Göz bir elçidir, aynı zamanda muhafızıdır.
Dil bir elçidir, aynı zamanda tercümanıdır.
Sonra insanda, Rablığına delalet eden, Muhammedi Risaleti tasdik etmesini sağlayan şeyler yaratmıştır. Bu delil insanın biçimidir. Çünkü insanın beden heykeli, bir yöneticiye, planlamacıya muhtaçtır. Bu yönetici, planlamacı da ruhtur. Dolayısıyla bir yöneticisi vardır. Ruh görülmediği gibi şekil de almaz. Ayrıca bedende sadece belli bir bölgeye de hasredilmez. Bedenin hiçbir organı ruh bilinci ve iradesi olmaksızın hareket etmez. Beden onsuz hissetmez, dokunamaz. Bunlar da
gösteriyor ki, alemlerin bir yöneticisinin, müdebbirinin, hareket ettiricisinin olması kaçınılmazdır. Bundan da O’nun Bir olması, mülkünde olup bitenleri bilmesi, mülkünü meydana getirecek güce sahip olması, maddi şekle girmemesi, somutlaşıp temessül etmemesi (hiçbir şeye benzememesi), görünmemesi, bir mekana çekilmemesi, bölünmemesi, maddi olarak hissedilmemesi, dokunulmaması, iktibas edilmemesi
zorunluluğu doğar. Daha doğrusu “Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir” (Şura, 11)
Allah’ın kullarına gönderdiği elçiler/rasuller iki tanedir: Bir açık, biri de gizlidir. Açık Rasul, Hz. Muhammed’dir (s.a.v) Gizli Rasulu ise, Cebrail’dir.

Görünen Rasul Hz. Muhammed (s.a.v) kavmi arasında iken Cebrail Ona vahiy getirirdi ve kavmi
Cebrail’in gelişini görüp hissetmez, Onu tanımazlardı. Aynı şekilde insanın beden heykelini idare eden güç olan ruhun da biri gizli, biri açık iki elçisi/rasulu vardır. Gizli elçi/rasul, iradedir ve Cebrail konumundadır; dile vahiy getirir. Dil ise irade adına konuşur. Dolayısıyla efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v) konumundadır. Sonra senin varlığının içine Onun (s.a.v) Nebiliğinin sıhhatine ve Risaletinin doğruluğuna ilişkin yerleştirdiği gibi, Onun getirdiği şeriatının hak oluşuna, sünnetine tabi olmanın zorunluluğuna ilişkin delili de senin varlığının içine yerleştirmiştir. Böylece gücün aslı beş şeydir. Bunların her biri de beşe ayrılır. İlk asıl, dayandığı temeldir.
Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “İslam beş temel üzere bina edilmiştir:
Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasulu olduğuna şahitlik etmek. Namaz kılmak. Zekat vermek. Ramazan orucu tutmak ve Allah’ın haram evine hac ziyaretinde bulunmak.
ikinci temel: Farz kılınan namazlar beş tanedir.
Üçüncü temel: Zekat nisabı beş olmak üzere farz kılınmıştır.
Dördüncü temel: “Muhammed Allah Rasuludur. Onunla beraber olanlar” Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali.
Rasulullah’la birlikte beş ederler.
Beşinci temel: Ehlibeyt beş kişiden oluşur: Hz. Muhammed (s.a.v), Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin.
Dinin rükünleri; şeriatın rükünlerini ikame etmek, sahabesini sevmek ve yakınlarını sevmek olduğu için,
senin organların içinde buna delalet eden şeyler var etmiştir. Bunlar da beş tanedir. İslamın binasının aslını oluşturan beş esas, senin bedenindeki beş duyu olan işitme, görme, dokunma, koklama ve tatma duyuları konumundadır. Çünkü sen bu beş duyu aracılığıyla her şeyin tadını alıyor, onları tanıyabiliyorsun. Aynı şekilde dinin bu beş rüknünü ikame etmekle her şeyin zevkine varabilirsin, irfanı idrak eder, rahmanın marifetine ulaşır ve yakini ilmi elde edersin.
Şöyle ki: Göz duyusu, seni namaz rüknünü ikame etmeye çağırır. Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
Namaz benim gözümün aydınlığı kılınmıştır.”
Dokunma duyusu, seni zekatı vermeye çağırır. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Onların mallarından sadaka al.” (Tevbe, 103)
Tatma duyusu, seni yiyecekleri tatmayı terk etmeye çağırır ki, oruç rüknünü ikame edesin.
İşitme duyusu, seni ezanı duymaya çağırır. “İnsanları hacca çağır.” (Hac, 27)
Koklama duyusu, seni tevhidin nefeslerinin kokusunu almaya çağırır. “Ben, Rahman’ın nefesinin kokusunu Yemen tarafından alıyorum.”

Bu beş duyu ile Allah, seni beş rüknü ikame etmeye çağırır.
Sağ elinin beş parmağını, Hz. Muhammed (s.a.v) ve onunla beraber olan Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali
konumunda kılmıştır. Yüce Allah, efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v) nurunu Adem’in alnında yaratınca, Melekler Onunla karşılaşıp Muhammed’in (s.a.v) nuruna selam verirlerdi. Adem (a.s) ise bu nuru görmüyordu. Bunun üzerine dedi ki: Ya Rabbi! Oğlum Muhammed’in (s.a.v) nurunu görmek istiyorum. Bunun üzerine Muhammedi nuru, görebilmesi için organlarından birine aktardı. Sağ elinin şehadet parmağına. Ona baktı; nurun şehadet parmağında tesbih getirerek parıldadığını gördü. Bunun üzerine şehadet parmağını yukarı kaldırarak: “Eşhedu en la ilahe illallah ve eşhedu enne Muhammeden abduhu ve rasuluhu / Şahitlik ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve Şahitlik ederim ki Muhammed Allah’ın rasulüdür.” Bu yüzden şehadet parmağına “el-Musabbiha” (Tesbih eden) de denilir.
Sonra Adem (a.s) şöyle dedi:
- Ya Rabbi! Sülbümde bu nurdan bir şey kaldı mı? Evet, dedi, ashabının nuru kaldı. Bunlar da Ebubekir,
Ömer, Osman ve Ali’dir. Ali’nin nurunu baş parmağına, Ebubekir’in nurunu orta parmağına, Ömer’in nurunu yüzük parmağına, Osman’ın nurunu da serçe parmağına yerleştirdi.
Sonra Adem’e denildi ki: Böyle yapmamın sebebi, bu parmakların uçlarıyla onların sevgisini tutup avuçlaman, onları Hz. Muhammed’den (s.a.v) ayırmamandır. Çünkü yüce Allah “Muhammed Allah’ın rasulüdür. Onunla beraber olanlar.” (Fetih,29) Buyurarak onları bir arada zikretmiştir.
Sonra sağ elindeki beş parmağı, beş şahsiyeti hatırlatıcı kıldı. Bu beş şahsiyet ehlibeyttir. Ki “Allah sizden ancak kiri gidermek ister.” (Ahzab, 33) ayetinde buyrulduğu gibi, Onlardan kiri giderip Onları tertemiz kılmıştır. Nitekim Rasulullah (s.a.v) “Bu ayet ehlibeyt hakkında nazil olmuştur: Ben, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin…” buyurmuştur.
Ayağının beş parmağını da senin için, Allah’ın farz kıldığı beş namaza işaret eden, onları hatırlatan
alametler kılmıştır. Sen bu beş namazı ayakların üzerine dikilerek eda edersin. Çünkü onlar Allah’ın yeryüzündeki hizmetçileridir. Hizmet ise ancak iki ayakla yapılabilir. Bu yüzden sağ ayağın, beş namazı hatırlatmakta, sağ ayağının beş parmağı ise senin için, zekatın nisap miktarını göstermektedir. Zekatın nisabı ise beş dirhemdir. Bu yüzden her zaman zekat namazla birlikte anılır. Bundan dolayıdır ki iki ayağın parmakları namaza ve zekata işaret ederler. Sonra senin içinde, ölümü ve yeniden dirilişi, kabrin
nimetlerini ve azabını gösteren, bunlara delalet eden bir hususiyet yaratmıştır. Uyku. Uyuyan kimse, uykuda kötü rüyalar gördüğünde, acı çeker, azap görür. İnsan uykuda ölü gibidir. Duyularını yitirmiş olur; hiçbir şey duymaznngörmez ve idrak etmez.
Sonra uyuyan kimse (rüyada) kulak, göz ve idrak sahibi kılınır. Rüyada işitir ve görür. Asıl kulak ve
gözünden ayrı bir kulak ve gözle. Kendini rüyada dilediği yere giderken, yiyerken, içerken görür. Bu bakımdan uykuda rüya gören kimse, kabirde ölüm ile yeniden diriliş arasındaki ara dönemi oluşturan berzah hayatı boyunca kendisine zevk veren nimetleri ve acı veren azabı gören ölü konumundadır.
Sonra Allah seni uykundan uyandırır; senin iradenle ve senin seçiminle gerçekleşmez bu uyanış.
Eğer uykudan uyanmamayı isteyebiliyorsan, istediğin için de uyanmamayı gerçekleştirebiliyorsan, ölümden sonra dirilmemeye de güç yetirebilirsin demektir?! Bu, ölümden sonra dirilişi inkar edenlerin yalanını ve cehaletini ortaya koyan bir hakikattir. Bunlar da zındıklar, dehriler ve felsefecilerdir. Aynı zamanda kabir azabını, nimetini ve sorgusunu inkar eden mutezile mezhebinin bu görüşüne de susturucu bir cevap niteliğindedir. Hem bilmen gerekir ki, yüce Allah mahlukatı üç sınıf olarak yaratmıştır. Bu hususta şöyle buyurmaktadır:
“Allah her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimisi karnı üstünde sürünür-yılanlar ve solucanlar gibi-, kimi iki ayağı üstünde yürür-kuşlar ve insanlar gibi-, kimi dört ayağı üstünde yürür-hayvanlar gibi- (Nur, 45)

Canlıların bir kısmı –sürekli-secde halindedir, bir kısmı –sürekli-rüku halindedir, bir kısmı da –sürekli kıyam halindedir.
Ağaçlar ve duvarlar gibi sürekli kıyam halinde olanlar rükua güç yetiremezler.
Hayvan türleri gibi sürekli rüku halinde olanlar, secde ve kıyama güç yetiremezler.
Sürüngenler, haşereler gibi sürekli secde halinde olanlar da kalkamazlar.
Bütün varlıklar Allah’a itaat etmek, O’nu yüceltmek ve tenzih etmek için yaratılmışlardır: “O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.” (İsra, 44)
Yüce Allah, sair mahlukatının ibadetlerini ve itaatlerini senin için bir araya getirdi ve senin ibadet ve itaat şeklini bütün mahlukatına yaydı. Sen O’na ayakta, rüku halinde ve secde ederek ibadet etmek istersen, bunu yapabilirsin. Ki bütün mahlukatın fazileti sende toplansın.
Yine sana namazı da farz kılmış ve namazı bütün mahlukatın ibadetini kapsayacak özellikte kılmıştır.
Kıyamın, rüku ve secdelerin fazileti de sende toplanmıştır. Sen bütün varlığın maksadısın. Sen, mabudun muradı öyle olduğu için, kulların gözdesisin.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder