Dinle neyden kim hikâyet etmede,
Ayrılıklardan şikâyet
etmede.
ŞABAN KUMCU
Ahmet Hamdi Tanpınar, bir gün Yahya Kemal’e sorar: “Üstad
biz Viyana kapılarına kadar nasıl gittik? Yahya Kemal şöyle cevap verir: “Mesnevi
okuyup, pilav yiyerek…” Hiçbir Osmanlı aydını düşünemezsiniz ki,
Mesnevi’yi okumamış, ondan geçen hikâye ve hikmetleri işitmemiş olsun.
Türkiye’de Kur’an’dan sonra camiye giren iki kitap vardır.
Mevlid ve Mesnevi.
Gerçekten Mevlana’nın üzerimizdeki
manevi etkisi çok büyüktür. Osmanlı İmparatorluğu’nun geniş sınırları içinde,
her köşeye yayılmış Mevlevi dergahlarından binlerce derviş, şair, musikişinas,
hattat yetişmiştir. Özellikle Mevlevi tarikatine mensup şairler, Mevlana’nın
eserlerinde, çağın kültür ve geleneğini takip ederek, Farsça ve Arapça
söylediği fikirler, Türkçe söylemek suretiyle onların geniş kitlelere
yayılmasını sağlamışlardır.
Mevlana’nın fikirlerini Türkçe’ye
aktarma faaliyeti, oğlu Sultan Veled tarafından başlatılmış, ondan sonra gelen
pek çok mütercim ve yorumcu tarafından devam ettirilmiştir. Konya’da,
Mevlana’nın sohbet ve sema meclislerine devam eden büyük şair Yunus Emre,
Mevlana’nın fikirlerini halk diliyle söylemiş, onun sevgi ve hoşgörüsüne
dayanan din anlayışını, köylere kadar götürmüştür. Galata Mevlevihanesi’nin
şeyhi Galip Dede, bir şaheser olan Hüsn-ü Aşk mesnevisinin sonunda;
Esrarını Mesnevi’den aldım,/ Çaldım veli miri malı çaldım.
Diyerek Hz. Hünkar’a olan borcunu
açıkça itiraf eder. Mesnevi’nin etkileri, Şeyh Galip’in Terci-i Bend’inde,
her bend sonunda tekrarlanan şu beytinde de görülür.
Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen, Merdüm-i dide-i ekvan olan ademsin sen.
Bu beyit, şiirin tamamının ana
fikrini açıklar. “Ey insanoğlu, kendine saygıyla, hürmetle yaklaş; sen,
kâinatın özü, aynı zamanda göz bebeğisin…” Kainattaki varlıkları
insanoğlu görür, bilir ve değerlendirir. İnsanda maddeyi aşan bir cevher
vardır. Ruh ve şuur. İnsan bu şuur ve ruh sayesinde içinde bulunduğu şartları
aşar, Allah’a yönelir.
Bir şulesi var ki şem-i canın/ Fanusuna sığmaz asumanın
Can mumunun öyle bir alevi var
ki, gök kubbenin fanusuna sığmaz. Şeyh Galip, insan ruhunun vücut ve
dünyayı aşma gücünü bu beyitle ifade eder. Onun gibi, Mevlana’dan ilham alan birçok
Türk şairi vardır. Mevlevi kültürünün temelinde Mesnevi ve Divan-ı Kebir
vardır. Mesnevi tasavvuf geleneğine göre yorumlanmalıdır. Bu da Mevlana’nın
bütün eserlerinin okunmasıyla mümkündür. Hatta Sultanü’l Ulema, Seyyid
Burhaneddin’in, özellikle Şems’in, Senai’nin ve Attar’ın eserlerini okumak
gerekir.
Mesnevi; hikayelerden,
hikayelere karışan nasihatlerden ve fikirlerden oluşmaktadır. Prof. Dr. Ritter,
İslam Ansiklopedisi’ne yazdığı “Celaleddin Rumi” maddesinde, Mesnevi’den
bahsederken “Eser, genel yapısı itibariyle, ortalama bir plana göre yazılmamış,
çağrışımlar suretiyle meydana getirilmiştir “der. Mevlâna bu hikayeleri bazı
fikirleri anlatmak için kullanır. Hikayelerden ders çıkarılması gayesini güder.
Hikayelerin arasına serpiştirdiği beyitler ayrıca derin manalar taşır. Mevlâna
Celaleddin-i Rumi, Mesnevi’nin ilk beytinde;
Bişnev ez ney çün şikâyet mikuned, Ez cüdayiha hikâyet mikuned.
Dinle neyden kim hikayet etmede / Ayrılıklardan
şikâyet etmede
Üzerinde
durulursa Mevlâna Celaleddn-i Rumi, bugünün insanlarına unuttukları veya ihmal
ettikleri bazı hakikatleri öğretir. Bursalı İsmail Hakkı, “Ruhu’l
Mesnevi” adlı Mesnevi şerhinde; Mesnevi’nin birinci beytinde şikâyet ve hikâyet
kelimelerinin yerleri üzerinde durur. Ona göre, bu beyitte “şikâyet” kelimesi
başta gelir. İkinci mısra birincisini açıklar. Bursalı ’ya göre, Allah’a
inananlar, kaderlerinden şikâyet etmezler. Hakka âşık olanlarla, Rableri’ ne
gönül verenlerin dili hikâyettir. Yoksa şikâyet dili değildir. Ney
şikâyet eder, bu basit manada bir şikâyet değil “dertleşme” kelimesinde
olduğu gibi, “konuşma”, “sohbet etme”, halini anlatma manasına gelir. Bursalı’nın
“şikâyet” kelimesine verdiği manada da “ney”in şikâyet etmesi, aşıklar için
şikâyet değil, hikayetdir. Durumu açıklamaktır. Bursalı bu manayı güzel bir
beyitle açıklar:
Hikayet eylesem belki şikâyet anlanur bilmem,/ Ne yüzden arz-ı hal etsem sana ben ey kerem kanı.
Arif ne şikâyet eder ne de kendisi gibi olanların
anlattığı macerayı şikâyet olarak düşünür. Maksat sohbetten ibarettir.
İnsanların dostlarına başlarından
geçen macerayı anlatmaları şikâyet sayılmaz. Varlıkta her ses gizli bir sırrı
ortaya koyar. Bursalı, Mesnevi’nin beyitlerine, kılı kırk yararcasına hassas
açıklamalar ve yorumlar getirmiştir. Mevlâna Celaleddin-i Rumi, vefatından
bugüne kadar, insan ruhunu mest eden sema ile kalplerde ve gönüllerde yerini
almış; okuyanlarda bin bir çağrışım, düşünce, hayal ve özlem uyandıran
eserleriyle de yaşamıştır. Ahmet Hamdi Tanpınar’a, Halide Edip’in Shakespeare
üzerine verdiği derslerini nasıl bulduğu sorulunca; “Halide Edip’in fikirleri
sağlam ve ilmi olsa bile; O, Shakespeare üzerinde “rüya görmez”, cevabını
verir. Tanpınar, varlıklar veya
eserler üzerinde “rüya görme” ye çok önem verirdi. Ona göre insan, ancak bu
suretle onlarla kaynaşabilirdi. Eskilerin Mevlâna üzerinde yapmış oldukları
şerhler ve yorumlar belki ilmi değil ama, Tanpınar’ın deyimiyle “rüyalar” dan
ibarettir. Çağlar boyunca onlar Mevlana’yı bu rüyalar vasıtasıyla sevmişler,
onun feyz bahçesine kök salmışlardır.
Bursalı açıklamasına,
“bişnev” kelimesinin başında bulunan Arapça “be” harfinin ve altındaki noktanın
çeşitli manalarını uzun uzun anlatır. Bursalı İsmail Hakkı “be” den sonra
“bİşnev (işit) kelimesinin manası üzerinde durur. Mevlâna neden Mesnevi’ye “gör, bak” diye
değil de “işit” veya “dinle” sözü ile başlamıştır. Bunun sebebi, işitme
duygusunun, görmeden önce gelmesidir. Anne karnındaki çocuk, görmeden önce
işitir. Hak yolunun yolcusu da böyledir. Önce şeyhinin sözlerine kulak verir,
sonra görmesi gereken hakikatleri görür.
Buna göre çocuk önce işitir, sonra
görür, nihayet konuşur. Duyguların gelişmesinde bir sıra vardır. Hak yolunun
yolcusu da çocuk gibidir, hakikatlere ulaştıktan sonra ikinci defa doğar.
Mevlana’ya göre ölüm, bir “yeniden doğuş” tur. Mevlana’ya göre insan, marifet
ve sevgi yoluyla, çokluktan, birliğe, ızdıraptan
saadete ulaşabilir. Izdırap insanları olgunlaştırır. İnsanlar ancak acı
çektikleri zaman Allah’ı hatırlarlar. Nerde dert varsa, derman oraya gider.
Nerede yoksulluk varsa, nimet oraya varır. Güçlük neredeyse cevap orada, gemi
neredeyse, su oradadır. Mevleviliğin gayesi insanı terbiye etmektir.
Bursalı ’ya göre, insanda beş
mertebe (derece) vardır. Bunlar: Tabiat (huy, davranış), nefs (his, arzu,
istek), kalp, ruh ve sırdır. Bunlardan ilk ikisi, tabiat ve nefs,
insanın kütü isteklerini temsil ederler. İnsan tabiatı sesten hoşlanır. Ney
olgun ruhlarda muhabbet, huzur ve sükûn uyandırır. İnsan ney sesini kalbi
ve ruhu ile dinlerse, huzura kavuşur.
İslam edebiyatlarında şairler
fikirlerini daima mecazlarla, (bir kelimenin gerçek anlamında dışında, başka
bir anlamda kullanılması) ifade ederler. Mevlana’da mecazlardan hoşlanır.
Mesnevinin ilk on sekiz beytine “ney” sembolü hakimdir. Onu kendi ruhunun
tercümanı yapar. Mesnevi’de ney, maddi bir ney (alet) değil, mana aleminin
tercümanıdır. Mevlâna, “ney”i hem insan yerine koyup teşhis sanatı, hem de
konuşturup intak, sanatı yapar ve “ney”e şöyle seslenir. “Sen kal ey dost,
temizlikte sana benzer yok.” Daha önce geçen: “Ney dosttan ayrılana eştir,
dosttur, perdeleri perdelerimizi yırttı”, beytinde de “ney”e dost gözüyle
bakar. Bir edebi eseri incelerken,
sadece manaya değil, şekle, üsluba, edebi sanatlara da önem vermek lazımdır.
Edebi sanatlarla fikirler arasında sıkı ilişki vardır. Mevlâna, aynı parçada
tezat sanatına da önem vermiştir. Tezat sanatı burada sadece bir edebi sanat
seviyesinde de kalmaz, hayat ve kâinatın temel prensibi olarak gözükür.
Sırr-ı men ez nale-i men dür nist,/ Lik çeşm ü guş-ra an nur nist,
Ten zi-can u can zi-ten mestur nist,/ Lik kes ra did-i can destur nist.
Beyitlerinde “ten” ile “can”
arasındaki tezat vardır. Neyin sırrı nalesinden (inilti) uzak değildir. Bunun
sebebi neyin iniltisiyle, yapısı arasında sıkı bir ilişki vardır. İnilti
kulakla işitilir ama ney sesinde önemli olan ses değil, o sesle ifade edilen
duygudur. Göz ve kulak, ney sesiyle kendisini ifade eden ruhu göremez. Ten ile
can arasındaki tezat da aynı gerçeği ifade eder. İnsana dışarıdan bakan teni,
vücudu görür ama canı göremez. Vücutla ruh arasındaki tezat, Mevlana’nın ana
fikirlerinden biridir. Bu fikir Kur’an’da da vardır. Ruhu görmeye ruhsat
yoktur. Vücutla ruh arasındaki tezat, Allah ile kâinat arasındaki tezada
karşılık gelir. Ruh gibi, Allah’da gözükmez. Onlarda “ney” in sırrı gibi
varlığın içinde gizlidirler.
Men be-her cemiyyeti nalan şodem,/ Cuft-i bed halan u hoş-halan şodem,
Her kes ez zann-ı hod şod yar-ı men,/ Ez derun-ı men necüst esrar-ı men.
İnsanla çevresi arasında bir münasebet
söz konusudur. İnsanın içinden ne hissettiğini çevresinde dışarıdan bakanlar
bilmez. Buna göre her insan yalnızlığa, anlaşılmazlığa mahkumdur. Bunun sebebi
içten geçenlerin dıştan bilinmeyişidir. Mevlâna düzenbaz bir vezirden
bahsederken; “yüzlerce kılıf içinde gizli bir şey; dışını bilirsen bilirsin. Ancak
onun içi, bildiğinden farklıdır.” Bu fikir, varlığın dış görünüşüyle özü
arasındaki tezatla ilgilidir. Mevlana’da bu konu, çok çeşitli imajlarla
tekrarlanır. Ney, bu imajlardan sadece biridir.
Sine-hahem şerha şerha ez firak,/ Ta be guyem şerh-i derd-i iştiyak.
Mevlâna, insanın kendi kendini anlaması
için bir yol çizer. Aynı ızdırabı çekme, aynı duyguları hissetme metodudur.
Buna “yaşama metodu” adını verebiliriz. Ney bu güçlü isteğini ve derdini
anlatabilmek için kendisi gibi “şerha şerha” olmuş göğüs ister.
Mecalis’te Mevlâna şöyle der:
“Birisi aşıklık nedir diye sordu. Dedim ki benim gibi olursan bilirsin.”
Mevlâna burada “olmak” ile, “bilmek”i birleştirir. Bir yerde “aşk Allah’ın
sırlarının usturlabıdır.” Mevlâna Celaleddin-i Rumi, aşkı astronomi biliminde
yıldızlar alemini incelemek için kullanılan usturlab denilen alete
benzetir.
Yıldızların sırları, oluş ve
hareketleri nasıl usturlabla anlaşılırsa, Allah’ın isimlerine,
sıfatlarına ait gerçek güzellikler de aşk vasıtasıyla görülür ve anlaşılır. Aşk
bizi sonsuzluğa götürür. “Toprak beden aşk yüzünden göğe ağdı.” Mevlana’ya göre
aşk, insanı hareket ettiren güçtür. Mevlâna Celaleddin şiirlerinde, derin
düşünceyle, lirik duygu ve şekli birleştirmiş, duygu ve sevgiyi aklın yerine
koymuştur. Bir şiirinde bu değişikliği şöyle ifade eder: “Kendimden geçtim,
aşka kul oldum, cihanı da kendim gibi kendinden geçirmek istiyorum. Kâinat
Allah’ın eseridir. İnsanlar, günlük meşguliyetleri ve dalgınlıklarından dolayı,
varlığa sadece menfaatçi bir gözle bakarlar. Böylece, kâinatın içinde tecelli
eden (ortaya çıkan) hakikat ve güzellikleri fark etmezler.
Allah’ın kainattaki tecellisini
görmek için ruhun arınması lazımdır. O
zaman dünyada görülen şey, insana onun bir parçası gibi gelir. Bir şiirinde:
“Bütün dünya, o sonsuz bağdan, o uçsuz bucaksız bahçeden koparılmış bir gül
demetidir” der. Dünyaya bu gözle bakan Mevlâna için; “Dünyanın her
parçası aşktır, her parçası bir buluşma sarhoşluğudur. Şu gökyüzü âşık
olmasaydı, göğsü, gönlü böyle saf, böyle temiz olmazdı. Güneş âşık olmasaydı
yüzünde bir ışık bulunmazdı. Yeryüzüyle, dağ birbirine âşık olmasalardı,
göğüslerinden bir ot bile bitmezdi.
Mevlâna Celaleddin-i Rumi’ye göre; bütün
varlıklar aynı ilahi cevherin ifadesidir. Görülen sınırlı varlıkların hepsinde
o vardır. Sınırlı şekiller, kendilerini meydana getiren ebedi gücü gizlerler.
Her şey ona perdedir. Bundan dolayı hakikate ulaşmak isteyen insan, dış
şekilleri aşarak onların içinde bulunan gizli cevherleri bulmaya çalışmalıdır.
O, şiirlerinde içi su dolu testi imajını kullanır. Önemli olan testi değil
sudur. “Keseyle dağarcığın (deri torbası) değeri içindeki altındandır. İçinde
altın olmayan keseyle dağarcığın ne kıymeti var? Nitekim tenin (vücudun) değeri
de canla (ruh ile) fakat canın değeri de cananın (sevgilinin) ışığındadır.
İnsanoğlu kendine ve kâinata vücut veren ilahi kudreti dışta, şekilde, madde de
değil, kendi ruhunda bulabilir. Mistik tecrübede önemli yer tutan “extase” ın
(sevinç, coşku) rolü, insana içindeki gücü tanıma imkânı verir. İnsan ruhu, böyle anlarda içinden taşan bir
gücün varlığını aştığını hisseder.
Mevlana’nın tabiata ve insana bakış
tarzı iyimserdir. Bu iyimserliğin sebebi, her yerde ve her şeyde Allah’ın
yansımasını bulmasındandır. Şimdi zamane bilginleri, bilgileriyle kılı kırk
yararlar. Kendilerine ait olmayan şeyleri iyi bilirler. Fakat asıl önemli olan,
bütün bunlardan daha değerli ve kendilerine daha yakın bulunan, kendi
varlıklarını bilmezler. Yirminci yüzyılda varoluşçu filozoflardan bazıları,
insana ve insanı üzen şeylere eğilmişlerse de Mevlâna gibi insanı bir bütün
olarak ele almazlar. Akıl kadar önemli bir yer tutan; his, hayal ve bedeni,
teknik bilgilerin yanında, mistik tecrübeyle güzel sanatları ihmal ettikleri
için, yüzeyde kalırlar. Mevlana’nın aşk üzerinde bu kadar durmasının
sebebi, ona akıldan üstün bir değer vermesindendir.
Akıl ve zekâ yoluyla Allah’a ulaşılamayacağından emindir. Mevlâna bu cümlesiyle sadece çağının insanlarına değil, akla, zekaya, maddeye, toprağa ve suya fazla değer veren bugünün insanlarına da hitap eder. “Ruh seni en yüksek göklere çıkarırken sen; en aşağılara su ve çamura doğru gittin. Mevlâna Celaleddin-i Rumi, varlığın sırrını sadece duyu organlarıyla bulabileceğine inanan, bugünün insanlarına şöyle seslenir. “Sadece akıl ve zekayla olgunluğa ulaşmakla, Allah’a varılmaz.”
Yunus Emre’de
ilahilerinde, aynı
düşünceleri dillendirir.
Deryalar içinde susuz gezerim,/ Beni kandıracak umman bulunmaz
Yusufum kaybettim Kenan ilinde,/ Yusufum bulunur Kenan bulunmaz
Aşkın pazarında canlar satılır,/ Satarım canımı alan bulunmaz.
Yunus öldü diye sala verirler,/ Ölen hayvan imiş aşıklar ölmez.
Kaynaklar: Türk Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar 1, 2 /
Prof. Dr. Mehmet Kaplan,
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder