20 Eylül 2022 Salı

EHLİ TASAVVUF'UN DİKKAT EDECEĞİ HUSUSLAR

  1. Zühd, takva, verâ, fakirlik, zevk ve Allah aşkını hayatın merkezine koyan tasavvuf İslâm’ın özü, kalbi ve ruhudur. Bu açıdan son derece öneme sahiptir. Her şeyden önce tasavvuf güzel ahlâktır, ahlâkî ve manevî kemâli amaçlar. Kettânî’nin dediği gibi, “Tasavvuf ahlâktır, ahlâken senden önde olan tasavvuf bakımından da önde olur.”

 2. “Hakikat tarafından teyit edilmeyen hiçbir şerîat makbul değildir. Şerîatla mukayyet olmayan hiçbir hakikat de makbul değildir.” Şerîatı aşılması gereken bir şey gibi telakkî eden ve hakikate erdikten sonra tüm dinî ve ahlâkî mükellefiyetlerden ârî olduğunu iddia eden birisi ya kelime oyunu yapmakta ya da düpedüz şarlatanlığa soyunmaktadır. Allah’a vasıl olan bir velî için dinin; Kur’an ve sünnetin hükmünün kalmadığını iddiâ etmek dini yozlaştırmaktan başka bir şey değildir. 

3. Allah’ın varlığında fâni olma ya da Allah’la bir olma (fenâfillah) hâli asla Allah ile ontolojik mânâda bir ve özdeş olma biçiminde anlaşılmamalıdır. Fenâ ya da birlik, Allah’ın huzurunda hiçliğini ve acziyetini idrak etme, hep onunlaymış gibi bir his taşıma, Onun varlığının beşerî varlığımızı kuşatması ya da Onun varlığında kaybolma, Allah’ın sıfatlarına bezenmeye çalışma anlamında bir duygusal ve irâdî birliği ifade eder. “Fenâya işaret edenler, bununla tâat ve amelleri görmekten fâni olmayı, kulda ‘Hak ile kâim olma’ düşüncesinin bâkî kalmasını murat ederler.” Gazzâlî’nin sözleriyle, “ . . . Sekr halleri gidip de Allah’ın yeryüzündeki mizanı olan akıl hükmüne döndükleri zaman, bunun hakiki birleşme olmadığını, fakat ittihada benzediğini anlarlar.” Cüneyd-i Bağdâdî, “Gaybdan gelen bir şeyle kendi beşerî varlığından yok olduğun zaman rûhî ferdiyetini kaybetmezsin.” derken, Ene’lHak’ı ile meşhur Hallâc-ı Mansur da “Siz bilmeyenler, bir tutmayın ‘benim’ ile ‘Tanrısal ben’i (ne şimdi, ne geçmişte ne de gelecekte) . . . Ben, ondanım ama o değilim.” sözlerini sarfeder.

 4. Aklın ve ahlâkın önemsizleştirildiği ya da bütünüyle iptal edildiği bir yerde mutlaka yanılmaz otorite hegemonyası, keyfilik ve istismar vardır. Bir şeyhin dürüstlüğünü ve güvenirliğini ancak aklın ilkeleri, ahlâkın genel geçer normları, yüzlerce alimin Kur’an, hadis, icma ve içtihat ile ilmek ilmek ördüğü sahih geleneğin otoritesiyle denetleyebiliriz. Bu denetimden kendini muaf sayan hiçbir şeyhin güvenilirliği yoktur. Gazzâlî’nin çok güzel ifade ettiği gibi, “Şeriat güneşe akıl da göze benzer. Güneş olmazsa göz görmez, göz olmazsa güneş bir anlam ifade etmez”. Yine Muhâsibî’nin sözleriyle, “Akıllar, Yüce Allah’ın kalplere koyduğu nurlardır. Kul içinden geçen bütün düşüncelerin, şeytanının telkinlerinin, nefsinin kuruntularının hepsinde ve kulluk içinde gözettiği her hususta doğruyu yanlıştan işte bu nur ile ayırır.”

5. Kerametlere asla itibar edilmemelidir. Kerametler bir şeyhin ya da tarîkatın doğruluğunun ve güvenilirliğinin ölçüsü olarak değerlendirilmemelidir. Tasavvuf tarihinin büyük sûfîleri ya kerametlere itibar etmemişler ya da kerametleri kulu Allah’a ulaştıran yol üzerindeki tuzaklar olarak görmüşlerdir. Bu konuda en açık kuralı Musa b. İsa’nın anlattıklarından öğreniyoruz: “Bâyezid’in şunu söylediğini babam bana anlatmıştı. Bir adamın havada bağdaş kurup oturacak kadar kerametlere sahip olduğunu gözlerinizle görseniz, o adamın Allah’ın emirlerini, nehiylerini ve hudutlarını muhafaza ve şerîata riayet hususunda nasıl hareket ettiğini tetkik edene kadar ona aldanmayınız.

6. “Kişi bu dünyayı mal biriktirip yığma, böbürlenme, makam ve mevki peşinde koşma, yükselme ve şöhret olma ve yoksul düşerim korkusuyla zenginlik üstüne zenginlik katma şeklinde değerlendirirse, onun dünyası yerilecek bir dünya olur. Buna karşılık, kul bu dünyadan meşru yollarla gerekli olanı, haysiyetini ve dinini koruma için vazgeçilmez olanı edinirse, onun dünyası yerilecek değil, övülecek bir dünya olur.” Fakirlik sûfînin aslî halidir. Bişr b. Haris Hafî’nin sözleriyle, “Makamların en faziletlisi, mezara varıncaya kadar fakirlik için sabırlı olmaya azmetmektir.” Ve yine Ebu Derdâ’nın anlattığına göre, “Ölülerle düşüp kalkmaktan sakının!” diyen Resulullah’a “Ölüler kimlerdir?” diye sorulduğunda, “Zenginler.” cevabını vermiştir. Buraya kadar aktarılan sözlerin sebeb-i hikmetine gelince, her nerede para ve çıkar ilişkileri kurulmuş, dünyevî haz ve menfaat güdülmüş, lüks ve şatafata kaçılmış, mevkî, makam ve mal biriktirme sevdasına düşülmüş, zenginlerin eteğine yapışılmış ise orada gerçek irfan ve hakiki sûfîlikten eser yoktur. 

7. İster Allah’ın rızasını gözetmeye isterse göz boyamaya, teşvike veya muhatapta hayranlık uyandırmaya hizmet etsin her tür itidalden sapmalara, sergilenen aşırılıklara dinen kıymet atfedilmemelidir. Bu konuda Osman ibn Maz’un’un anlattıkları hepimiz için ders niteliğindedir: - Ya Resulallah! İçimden Havle’yi boşamak geçiyor. - Yavaş ol! Çünkü evlenmek benim sünnetimdir. - İçimden kendimi hadım etmek geçiyor. - Yavaş ol! Çünkü benim ümmetimde hadımlık (ve böylelikle şehevî arzulardan kurtulmak) oruca devamla sağlanır. - İçimden keşişler gibi yaşamak geçiyor. - Yavaş ol! Çünkü onun yerine benim ümmetime yakışan hac ve cihattır. - İçimden et yemeyi terk etmek geçiyor. - Yavaş ol! Çünkü ben eti severim, bulabildiğimde de yerim. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder