1. Zühd, takva, verâ, fakirlik, zevk ve Allah aşkını hayatın merkezine koyan tasavvuf İslâm’ın özü,
kalbi ve ruhudur. Bu açıdan son derece öneme sahiptir. Her şeyden önce tasavvuf güzel ahlâktır, ahlâkî ve
manevî kemâli amaçlar. Kettânî’nin dediği gibi, “Tasavvuf ahlâktır, ahlâken senden önde olan tasavvuf
bakımından da önde olur.”
2. “Hakikat tarafından teyit edilmeyen hiçbir
şerîat makbul değildir. Şerîatla mukayyet olmayan
hiçbir hakikat de makbul değildir.” Şerîatı aşılması
gereken bir şey gibi telakkî eden ve hakikate erdikten
sonra tüm dinî ve ahlâkî mükellefiyetlerden ârî olduğunu iddia eden birisi ya kelime oyunu yapmakta ya
da düpedüz şarlatanlığa soyunmaktadır. Allah’a vasıl olan bir velî için dinin; Kur’an ve sünnetin hükmünün kalmadığını iddiâ etmek dini yozlaştırmaktan başka bir şey değildir.
3. Allah’ın varlığında fâni olma ya da Allah’la bir
olma (fenâfillah) hâli asla Allah ile ontolojik mânâda
bir ve özdeş olma biçiminde
anlaşılmamalıdır. Fenâ ya
da birlik, Allah’ın huzurunda hiçliğini ve acziyetini idrak etme, hep onunlaymış gibi bir his taşıma,
Onun varlığının beşerî
varlığımızı kuşatması ya
da Onun varlığında kaybolma, Allah’ın sıfatlarına bezenmeye çalışma
anlamında bir duygusal
ve irâdî birliği ifade eder.
“Fenâya işaret edenler, bununla tâat ve amelleri görmekten fâni olmayı, kulda
‘Hak ile kâim olma’ düşüncesinin bâkî kalmasını murat ederler.” Gazzâlî’nin
sözleriyle, “ . . . Sekr halleri gidip de Allah’ın yeryüzündeki mizanı olan akıl hükmüne döndükleri zaman, bunun hakiki birleşme olmadığını, fakat ittihada
benzediğini anlarlar.” Cüneyd-i Bağdâdî, “Gaybdan
gelen bir şeyle kendi beşerî varlığından yok olduğun
zaman rûhî ferdiyetini kaybetmezsin.” derken, Ene’lHak’ı ile meşhur Hallâc-ı Mansur da “Siz bilmeyenler, bir tutmayın ‘benim’ ile ‘Tanrısal ben’i (ne şimdi,
ne geçmişte ne de gelecekte) . . . Ben, ondanım ama
o değilim.” sözlerini sarfeder.
4. Aklın ve ahlâkın önemsizleştirildiği ya da bütünüyle iptal edildiği bir yerde mutlaka yanılmaz
otorite hegemonyası, keyfilik ve istismar vardır. Bir
şeyhin dürüstlüğünü ve güvenirliğini ancak aklın ilkeleri, ahlâkın genel geçer normları, yüzlerce alimin
Kur’an, hadis, icma ve içtihat ile ilmek ilmek ördüğü
sahih geleneğin otoritesiyle denetleyebiliriz. Bu denetimden kendini muaf sayan hiçbir şeyhin güvenilirliği
yoktur. Gazzâlî’nin çok güzel ifade ettiği gibi, “Şeriat
güneşe akıl da göze benzer. Güneş olmazsa göz görmez, göz olmazsa güneş bir anlam ifade etmez”. Yine
Muhâsibî’nin sözleriyle, “Akıllar, Yüce Allah’ın kalplere koyduğu nurlardır. Kul içinden geçen bütün düşüncelerin, şeytanının telkinlerinin, nefsinin kuruntularının hepsinde ve kulluk içinde gözettiği her hususta
doğruyu yanlıştan işte bu nur ile ayırır.”
5. Kerametlere asla itibar edilmemelidir. Kerametler bir şeyhin ya da tarîkatın doğruluğunun ve güvenilirliğinin ölçüsü olarak değerlendirilmemelidir. Tasavvuf tarihinin büyük sûfîleri ya kerametlere itibar
etmemişler ya da kerametleri kulu Allah’a ulaştıran
yol üzerindeki tuzaklar olarak görmüşlerdir. Bu konuda en açık kuralı Musa b. İsa’nın anlattıklarından
öğreniyoruz: “Bâyezid’in şunu söylediğini babam bana
anlatmıştı. Bir adamın havada bağdaş kurup oturacak
kadar kerametlere sahip olduğunu gözlerinizle görseniz, o adamın Allah’ın emirlerini, nehiylerini ve hudutlarını muhafaza ve şerîata riayet hususunda nasıl
hareket ettiğini tetkik edene kadar ona aldanmayınız.
6. “Kişi bu dünyayı mal biriktirip yığma, böbürlenme, makam ve mevki peşinde koşma, yükselme ve
şöhret olma ve yoksul düşerim korkusuyla zenginlik
üstüne zenginlik katma şeklinde değerlendirirse, onun
dünyası yerilecek bir dünya olur. Buna karşılık, kul bu
dünyadan meşru yollarla gerekli olanı, haysiyetini ve
dinini koruma için vazgeçilmez olanı edinirse, onun
dünyası yerilecek değil, övülecek bir dünya olur.” Fakirlik sûfînin aslî halidir. Bişr b. Haris Hafî’nin
sözleriyle, “Makamların en faziletlisi, mezara varıncaya kadar fakirlik için sabırlı olmaya azmetmektir.”
Ve yine Ebu Derdâ’nın anlattığına göre, “Ölülerle düşüp kalkmaktan sakının!” diyen Resulullah’a “Ölüler
kimlerdir?” diye sorulduğunda, “Zenginler.” cevabını
vermiştir. Buraya kadar aktarılan sözlerin sebeb-i
hikmetine gelince, her nerede para ve çıkar ilişkileri
kurulmuş, dünyevî haz ve menfaat güdülmüş, lüks ve
şatafata kaçılmış, mevkî, makam ve mal biriktirme
sevdasına düşülmüş, zenginlerin eteğine yapışılmış
ise orada gerçek irfan ve hakiki sûfîlikten eser yoktur.
7. İster Allah’ın rızasını gözetmeye isterse göz boyamaya, teşvike veya muhatapta hayranlık uyandırmaya hizmet etsin her tür itidalden sapmalara, sergilenen aşırılıklara dinen kıymet atfedilmemelidir. Bu
konuda Osman ibn Maz’un’un anlattıkları hepimiz
için ders niteliğindedir:
- Ya Resulallah! İçimden Havle’yi boşamak geçiyor.
- Yavaş ol! Çünkü evlenmek benim sünnetimdir.
- İçimden kendimi hadım etmek geçiyor.
- Yavaş ol! Çünkü benim ümmetimde hadımlık
(ve böylelikle şehevî arzulardan kurtulmak) oruca devamla sağlanır.
- İçimden keşişler gibi yaşamak geçiyor.
- Yavaş ol! Çünkü onun yerine benim ümmetime
yakışan hac ve cihattır.
- İçimden et yemeyi terk etmek geçiyor.
- Yavaş ol! Çünkü ben eti severim, bulabildiğimde
de yerim.