27 Eylül 2022 Salı

"Ehl-i Sünnet ve Cemaat"* yoludur.

 Rivayet edilir ki: Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellemEfendimiz, bir gün ashabından bir topluluğa şöyle buyurmuşlardı: "Ümmetim yetmiş küsur parçaya ayrılacaktır. Bunların -biri dışında- hepsi de cehennemliktir." Ashab -radıyallahu aleyhim ecmain- sormuşlar: "Bu kurtuluş yolu (Fırka-i Naciye) hangisidir?"  *Ehl-i Sünnet ve Cemaat mezhebi aslında tektir. Maturudi, Eş'ari, Hanefi, Maliki, Şafii, Hanbeli mezhepleri derken kullandığımız "mezhepler" kelimesi "şubeler" manasına alınmalıdır.  Şöyle cevap buyurulmuş: "Benim ve ashabımın yolundan gidenler; öylece iman ve amel edenler..." İşte Ehl-i Sünnet ve Cemaat mezhebinin ne olduğunu açıklayan meşhur hadis-i şerifin meali yukarıda zikredildi... Ehl-i Sünnet ve Cemaat topluluğu aslında tek bir mezheptir. Sadece kendi arasında altı şubeye ayrılmıştır: İkisi itikat (inanç meselelerinde), dördü amel (işlemeğe dair meseleler) sahasındadır.

Bir Müslümana "Hangi mezheptensin?" diye sordukları vakit: "Ehl-i Sünnet ve Cemaat mezhebindenim" cevabını vermelidir. Böyle demekle "Ben Resulullah Efendimizin - sallallahu aleyhi ve sellem- ve Ashab-ı Kiram'ın -radıyallahu anhüm- yolundan gidiyorum, onların iman ve amel hükümlerini kabul ediyorum" demiş olmaktadır.

İSLAM DİNİNİN İÇ VE DIŞ TEHLİKELERİ

 Bin dört yüz yıllık tarihi boyunca, yüce İslam dini, iki ana sınıfa ayırabileceğimiz büyük tehlikeler ile karşılaşmıştır: Dış tehlikeler ve iç tehlikeler... Vahşi Moğolların istilası, Cengiz ve Hülagu mezalimleri, Haçlı seferleri, Avrupa emperyalizmi, Sovyet ve Çin Neo-Kolonyalizmi ve Siyonizm emperyalimizi dıştan gelen tehlikelerin başlıcalarıdır. İç tehlikelere gelince: Bunların başında sapık mezhepleri saymamız gerekir. Bundan sonra ihlassızlıktan, nifaktan, dünya sevgisinden, post kavgasından, kavmiyetçilik davasından ileri gelen kardeş kavgalarını zikretmeliyiz

İNSAN ACELECİDİR


“İnsan hayra dua eder gibi şerre dua eder. İnsan çok acelecidir.” (İsrâ, 17/11)

Acelecilik, bir Şeyi zamanından önce istemektir. Kur’an-ı Kerim’de insan fıtratının aceleciliğine dikkat çekilmiŞtir. Acelecilik insanın sağlıklı düŞünmesini ve doğru karar vermesini engeller. Bir olayı değerlendirirken onun önemini kavramaya engel olur. Hatta önemsiz olan şeyleri daha önemli ve erkene almaya, önemlileri ise ihmal etmeye sebep olur.

KiŞi bazen sabırsızlığı nedeniyle karşılaştığı zorluklar karŞısında telaŞa düşerek bu sıkıntılarını meşru ve makul bir şekilde giderme yerine farkında olmadan kendi aleyhine duada bulunmuş olabilir. Örneğin “Allah canımı alsa da bu sıkıntıdan kurtulsam” der. Bazen de bilgisizliği yüzünden kendisi için zararlı ve kötü olan şeyi,iyi zannederek ister. Hâlbuki kişinin iyi zannettiği şey esasen kendisi hakkında kötü olabildiği gibi, kötü olarak düşündüğü şey ise daha iyi olabilir. Allah en doğrusunu bilir (Bakara, 2/216). İnsan, aceleci olduğu ve olaylar karşısında sabır ve tahammül göstermesi kendine zor geldiğinden, sonradan olacak şeyin vaktinden önce olmasını ister. Böylelikle ayette işaret edildiği gibi aleyhine olabilecek şeyler için hayra dua eder gibi şerre dua eder. Bu bakımdan Kur’an-ı Kerim, aceleciliğin insanı kendisi için zararlı olan işleri yapmaya sürüklediğini beyan etmektedir (İsrâ, 17/11).


26 Eylül 2022 Pazartesi

KAMU MALINA EL UZATANIN CENAZE NAMAZI KILINMIZ

  Resûlullah (s.a.s) Ezd kabilesinden İbnü’l-Lütbiyye’yi zekât toplamakla görevlendirmiş, bu zatın daha sonra bazı mallarla Hz. Peygamber’e gelip; “    Bunlar size ait, bunlar da bana hediye olarak verildi” demesi üzerine Resul-i Ekrem minbere çıkıp; “Benim –zekât toplamak için- gönderdiğim bir memura ne oluyor ki, ‘Bunlar sizin, bunlar da bana hediye edildi’ diyebiliyor? Dikkat edin, bu kişi evinde otursaydı, kendisine hediye verilir miydi? Muhammed’i kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, sizden her kim bu (bu devlet malı)ndan alırsa mutlaka onu boynunda taşır olduğu halde Kıyamet günü gelecektir…” buyurdu (Buharî, “Hiyel” 15, “Zekât” 67, “Hibe” 17, “Eymân” 3; Müslim, “İmaret” 26).

Kamu malından çalmanın ya da kamu malına hıyanet etmenin vebali öylesine büyüktür ki, Hz. Peygamber bu gibi kimselerin cenaze namazlarına bile katılmamıştır. Zeyd İbn Hâlid (r.a) anlatıyor: “Hayber Savaşı sırasında ashaptan biri öldürülmüştü. Hz. Peygamber’e haber verildi. O, “Arkadaşınız üzerine namaz kılın!” buyurdu. Hz. Peygamber’in bu sözü üzerine, halkın çehresi değişmiş, üzerlerine bir soğukluk çökmüştü. Bunun üzerine Hz. Peygamber olaya şöyle açıklık getirdi: “Arkadaşımız Allah için cihad sırasında ganimetten çalmıştı!” Bunun üzerine, maktulün eşyasını karıştırdık. Yahudilere ait boncuk kolyelerden iki dirhem bile etmeyen bir kolyeyi çalmış olduğunu gördük.” (Muvatta, “Cihâd”, 23; Ebu Dâvud, “Cihâd”, 14) 

Diğer yandan, kamu malına hıyanet etmenin ağır sorumluluğu sadece bu iŞi yapanları değil, aynı zamanda bu gibileri koruyup gözetenleri veya göz yumanları da kapsamaktadır. Nitekim sevgili Peygamberimiz, “Kim aŞıranı gizlerse, o da ondandır” (Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 135) 

AKŞEMSETTİN

 Fatih zamanında tıp alanında da hayli çalışmalar yapılmıştır. Bu devrin önemli hekim ve bilim adamları arasında Kitab-ı tıb ve Maddetü’l-Hayat adlı eserlerin yazarı ve dönemin ünlü şeyhlerinden Akşemseddin Muhammed bin Hamza’dır. Akşemseddin, fen ve din ilimlerini Anadolu’nun çeşitli medreselerinde tamamlayarak Osmancık Medresesine müderris oldu. Bilhassa tıp ilminde yıllarca çalıştı. Tam bir doktor olarak yetişti. Çeşitli hastalıklara hangi otlardan ne şekilde hazırlanan ilaçların iyi geleceğini çok iyi bilirdi. Bu husustaki ilmi dillere destandı. Akşemseddin bulaşıcı hastalıklar üzerinde de çalıştı. Araştırmalarının sonunda vardığı neticeyi şöyle ifade etmektedir. “Hastalıkların insanlarda teker teker peyda olduğunu sanmak hatadır. Hastalık, insandan insana bulaşmak suretiyle geçer. Bu bulaşma ise gözle görülemeyecek kadar küçük, fakat canlı tohumlar vasıtasıyla olur.” Bu ifadeleriyle Türk hekimi Akşemseddin, bundan beş yüzyıl önce mikrobun tanımını yapmıştır. Pasteur, aynı neticeye (hem de teknik imkânlar elinde iken) Akşemseddin’den dört yüzyıl sonra varabilmiştir. Buna rağmen mikrop teorisi, hatalı olarak bilim tarihinde Pasteur’a maledilmiştir. Akşemseddin, ilk kanser araştırıcılarıdandır. O devirde “seretan” denilen bu hastalıkla çok uğraşmış, hasta olan Sadrazam Çandarlı Halil Paşa’nın oğlu ve I. Murad Han’ın kadıaskerî Süleyman Çelebi’yi tedavi etmiştir.

FATİN'İN SEVİNCİ

 Bizans’ın Avrupa’dan büyük ölçüde yardım alması, paşaları iyice umutsuzluğa düşürmüştü. İşte tam bu noktada devreye Akşemseddin’in girip, ortama hâkim olan karamsarlık havasını dağıtması oldukça manidardır. Padişaha kuşatmaya devam etmesi ve bu son gelişmeler karşısında daha sert ve tedbirli davranması gerektiğine dair yazdığı mektup, onun bu konudaki sarsılmaz güveninin belgesidir. Padişahın olumsuz gelişmeler karşısında, veziri vasıtasıyla fikrini sorması karşısında Şeyh; “ Ümmet-i Muhammed’den bunca Müslüman ve gazi bir kâfir kal’asına müteveccih oldu, inşaallahu teala fetholur.” cevabını vermiştir. Padişah, “Acaba fetih ne zaman olacaktır?” şeklinde bir soru sorduğunda Akşemseddin yazdığı mektupta yeni müjdeler ve teselliler ile bazı tavsiyelerde bulundu. 20 Cemaziyelevvel’e (29 Mayıs) fetih tarihi olarak işaret etti.  Akşemseddin, Peygamber (s.a.) tarafından verilmiş olan fetih müjdesine sarsılmaz şekilde güven duyan, Fatih Sultan Mehmet Han’ı ‘Fatih’ olma yolunda cesaretlendiren önemli bir gönül adamı ve maneviyat önderidir. Nitekim fetih sonrasında Fatih Akşemseddin’e olan  iltifatını şu sözlerle belirtmiştir; “Bu ferah ki bende görürsünüz; Yalnız bu kal’a fethine değildir. Akşemseddin gibi aziz, benim zamanımda olduğuna sevinirim.”

TEKKE MUTFAĞI

 Ta’lîm, Terbiye ve Tezkiyenin Tekkedeki İlk Adresi: Matbah Tekkede eğitim sürecindeki dervişler hem tekke mensuplarına hem de misafirlere hizmet ve ikramlarını mutfakta yaparlardı. Müridin seyr ü sülûkünde karşılaşabileceği pek çok zorluğun yemekle bağlantılı olduğunu düşünen şeyh, dervişin yeme-içme alışkanlıklarını kontrol altına almasına yardımcı olacak tedbirler alırdı. Mevlevîliğe girmek isteyenlerin liyakat, tecrübe ve istîdatları matbah-ı şerifte kontrol edilirdi. Burası ilk nazarda bir aşhâne olsa da Mevlevîliğe girmek isteyen kişilerin, temel eğitimlerinin yapıldığı mahaldir. Aday önce matbah-ı şerife alınarak burada bulunan saka postunda üç gün misafir edilirdi. Daha sonraki binbir günlük çilesinde aday etrafındakilere hizmet, yardım, dergâh işlerine koşma gibi nefsi hazırlayan işlerle meşgul olur, hamken pişerdi. Bu görevler arasında şerbetçilikten pazarcılığa, somatçılıktan (sofrayı hazırlama, kaldırma) âb-rîzciliğe (kademhâneleri yıkamak) on sekiz civarında hizmet kalemi vardı. Benî Âdem’in varlığını idâmesi için gerekli olan yeme içmeyi adeta bir ibadet neş’esine dönüştürerek, nefis terbiyesi ve misafire ikramla taçlandıran tekke sofraları, bulunduğu mahalde dervişân ve müsâfirûn için hem rûhî hem bedenî mürebbî hizmeti icrâ etmiştir. Kapatıldığı tarihe kadar devletin ve vakıfların katkısı ve kendi çabalarıyla, Allah’ın nimetlerinin zikri, fikri, şükrü ile halkın birçok yarasına merhem olmuş, kâsesine aş, keşkülüne tat olmuşlaRDIR

İLMEL YAKİN VUSLAT DEĞİLDİR

 “İlme’l-yakîni vuslat zanneden kimselerin hali şuna benzer ki meyhane önünden geçip şarabın kokusuyla sarhoş olurlar. Kokudan sarhoş olmak nerde; şarabı bizzat içerek sarhoş olmak nerde…?

ALLAH'IN SANATINA AKIL ERDİRİLEMEZ

 “Bal arısını düşün. Mahluk iken o bile sanatının inceliklerini gizlemeyi başarır da kimseler balın nasıl oluştuğunu bilemez. Hâl böyle iken Allâh’ın sanatına nasıl akıl erdirilebilir ki?!”

KALPTE YER KALMAZ İSE,

 “Râbia’ya soruldu: ‘Allâhü Teâlâ’yı sever misin?’ ‘Evet’ diye cevap verdi. ‘Peki onun düşmanına düşmanlık eder misin?’ diye sorulunca: ‘Etmem’ dedi. ‘Neden?’ dediklerinde: “Allâh’ın muhabbeti ile gönlüm öylesine doludur ki kimsenin muhabbetine ya da düşmanlığına yer kalmamıştır.” buyurdu.”

METLİ SULTANIN İHVANA VERDİĞİ GÜNLÜK TESBİHAT



EUZUBBİLAHİMİNİŞŞEYTANİRRACİM,BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
(Niyet ettim ALLAH rızası için bu günkü ders-i şerifimi çekmeye)
3 defa YA HAZRET-İ ALLAH (C.C)
3 defa YA HAZRET-İ MUHAMMED (S.A.V)
3 defa YA HAZRET-İ PİR(HİMMET KIL ŞEFAAT)
100 defa  ESTAĞFİRULLAH (Bütün ihvan kardeşlerimizin günahlarının affı için)
100 defa ESTAĞFİRULLAH (Kendi günahlarımızın affı için)
7 defa RABBİ YESSİR VELA TUASSİR RABBİ TEMMİM BİL HAYR,
100 defa ALLAHÜMME SALLİ ALA SEYYİDİNA MUHAMMEDİN  VE ALA ALİ SEYYİDİNA MUHAMMEDİN VE SELLİM.
3 Defa İHLAS suresi
1 defa FELAK,
1 defa NAS suresi 
1 defa FATİHA suresi
7 defa LA FAİLE İLLALLAH
100 defa LA İLAHE İLLALLAH
100  defa İLALLAH
100  defa ALLAH
7 defa LA MEVSUFE İLLALLAH
100 defa ALLAH HU
100 defa ALLAH HU HAKK
7 defa LA ZATE İLLALLAH
100 defa HAY
100 defa YA VEDUT
100 defa YA LATİF
100 defa YA HAY YA GAYYUME GAYYUM
RABITA (Allah Teala'yı düşünmek)
SECDE (üç defa SÜBHANE RABBİYEL A'LA)
7 defa  ELİF LAM MİM diyerek AYETÜL KÜRSİ 
3 Defa İHLAS
1 defa FELAK
1 defa NAS
1 defa FATİHA  suresi okunacak ve aşağıda yazılı DUA ile bitirilecek


                            DUA
ALLAH CEMİ İHVANLARIN günahlarını avfu mağfiret eylesin,Kalplerini pür nur eylesin,geçmişlerine rahmet, bakidekilerine selamet ve vücutlarına sıhhat ve selamet eylesin.Rabbim cemi cümlesinin evladını ülemayı amilin ,ağniyai şakirin, züleyhayi kamilinden eylesin.
Rabbi cemi cümlemizin günahlarını mağfur etsin
Rabbim cemi cümlenin ettikleri isyanı başlarına kakmasın, azap edip narı cehennemde yakmasın.öbür alemde arasat meydanında bırakmasın.
Rahmetine mazhar ederken Hz.Muhammed'in şefaatına layık görüp öbür alemde de sırattan geçirip Hasan ve Hüseyin efendilerimizin elinden kevser içirip cenneti alada cemaline müşerref kılsın.
Allah dilediklerini kabul ve makbul eylesin.
Allah koymasın cemi ihvanımızı zulmetine , Layık eylesin rahmetine,Kur'an-ı Kerim hürmetine cümlesinin ak ve mağfur kalplerini pür nur eylesin.
Allah feyizlerini artırsın , Allah ömürlerini uzun etsin.Tariki müstakimden ayırmasın.Ahir nefeste imanı kamil nasip etsin Ölmeden, cenneti alada  makamını görmeden ruhunu gabz etmesin.Allah her türlü beladan kazadan korusun.
Allah sıhhat ve afiyet kılsın..Cemi cümlemizin maddi ve manevi muradını versin.Cemi cümlemizi kötü dilden , götü gözden, kötü sözden korusun.
Allah dileklerini kabul etsin, yüzlerini ak kalplerini pak etsin.Rabbim öbür alemde Livai hamd sancağı altında cem olan ihvanlar içinde ihvanımı hor görmeyip layık gördüğü kulundan eylesin.Amin 

25 Eylül 2022 Pazar

TEKKELERİN MUTFAKLARI

 Tekke mutfağının nasıl bir yer olduğunu, kimlere hangi konularda hizmet sunduğunu, tekke mutfağının yüklendiği işlevi anlamak için bir tekke vakfiyesinde yer alan “(…) Sarayevo civarında Brodac köyünde üç ev, ahır ve bahçeden oluşan zâviye görünümünde bir misafirhane inşa edip, zâviye ve mesken olarak fukara olan müslimler, talebe, seyyid, gazi ve yolcular için vakfedilmiştir. Zâviyenin içinde lazım olacak kadar et, çorba, pilav ve ekmek pişirilecek, ayrıca gerektiği kadar da yağ kullanılacaktır. Misafirlerin burada yemek için üç gün hakları vardır ve üç günden fazla konaklamalarına müsade edilmeyecektir. Bahsi geçen tekkede hizmet edenlere de çorba verilecek, misafirlere ve hizmetçilere yemek dağıtıldıktan sonra ziyadesi bu kasabada oturan yetimlere dağıtılacaktır.” ifadelerini iyi okumak gerekmektedir.

YEMEK

 Bize rızık ver, Sen rızık verenlerin en hayırlısısın.” (Mâide, 5/114) (ve şöyle derler:) “Biz sizi Allah rızası için doyuruyoruz; sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz.” (İnsan, 76/9) İnsan bedeninin yemeye muhtaçlığının bir ifadesini İbnü’l-Arabî’de “Acıkır, açlığımızı gidermek için gıdaya koşarız. Bu gıdanın sûreti, Allah’ın isimlerindendir ve bizim Allah’a muhtaç olduğumuzu gösteren işaretlerden sadece bir tanesidir.” şeklinde buluruz. Hayatın devamlılığı için gerekli olan yemek, ölçü kaçırıldığında manevî gelişime engel teşkil eden süflî duygulara neden olabilmektedir. Ahmed Yesevî “Nefsim ateş gibi yanıp yolumu kesti, yüz bin türlü yemek isteyip dükkân kurdu.” diyerek nefsin yemek karşısındaki halini anlatır. Tasavvufta zühdün unsurları arasında yer alan riyâzet/mücâhedede yeme içme gibi tabiî ihtiyaçları en aza indirmek konuları önemli yer tutar. Kuşeyrî bu hâl için “Açlık zâhidlerin, zikir âriflerin yemeğidir.” ifadesini kullanmıştır. Yemek, sadece beslenme eylemi olarak değil, bir merasim olarak da birçok inanç modelinde değerli görülmüştür. Hatta yeme eyleminin gerçekleştiği sofra adeta bir “eğitim kürsüsü, muhabbet sofrası, irfan pazarı” olarak karşımıza çıkmaktadır.4 Tekke sofrasında yemek yemek basit bir karın doyurma eylemi olarak kalmaz, bir talim, terbiye, tezkiye hali olarak değer bulur. Sofrasına konuk olacağımız tekkelerin, usûl erkânın öğrenilmesinde, ictimaî hayatta sevgi ve dayanışmanın temininde, halkın genel olarak huzur ve sükûnunun sağlanmasında büyük katkıları olmuştur. Bu mekânlar insanların sadece rûhî değil yeme-içme, barınma, konaklama gereksinimlerini de karşılar hale gelmiştir.

ZAKİRBAŞILIK

  Büyük mûsikî nazariyatçısı ve bestekâr Rauf Yektâ Bey (ö. 1935)’in aşağıda naklettiği olay, zâkirbaşıların ve zâkirbaşılığın önemini ortaya koyması bakımından son derece dikkat çekicidir: “…Zâkirler asla mecmua1 kullanmazlar ve binlerce ilâhiyi serâpâ [tamamen] hafızalarında tutarak icrâ-yı âyin [âyin yapma] esnasında okurlardı. Zaten mahfûzâtını [hâfızasında olan] ezberlediklerini bilâmubâlağa [abartısız] dört-beş bin ilâhiyi ezberlemek derecesine vardıramayanlara zâkirbaşılık da tevcîh olunmazdı [verilmezdi]. Hattâ rivayet olunur ki, III. Ahmed devrinde “Kambur Hafız” nâmıyla maruf [bilinen] bir zâkirin üç bin ilâhiden fazla bilmediği halde, mahzâ [bilhassa] sesinin letâfeti sebebiyle, Edirnekapısı civarındaki Nureddin Cerrâhî tekkesinin zâkirbaşılığına tayin olunması, tekkelerde kıyl ü kâli [dedikoduyu] mûcib olmuş ve: ‘Kambur Hafız üç bin ilâhi ile zâkirbaşı oldu. Ne günlere kaldık?’ diye istihza (alay) edenler bulunmuştur.” Zikir esnasında okunacak ilâhilerin hangi tür zikre uygun düşeceğinin kararı ve bu eserlerin zikrin nitelikleri de göz önüne alınarak seçilmesi zâkirbaşının görevleri arasındaydı. 

Zâkirbaşılar, okuyacakları ilâhilerin güftelerini, içinde bulunulan ayın özelliklerini göz önüne alarak şiirler ya da bu anlamdaki mersiyeler; Rebîülevvel ve Rebîülâhir aylarında çoğunlukla Hz. Peygamber’i öven ve onun niteliklerinden bahseden ilâhiler; Ramazan ayında oruç, Cemâziyelevvel ayında tövbe, Zilhicce ayında hac ve kurban konulu eserler seçilirdi. Eski ilâhi repertuarlarında her hicrî ayda okunmak üzere bestelenmiş ilâhiler mevcuttur. seçerlerdi. Mesela Muharrem ve Safer aylarında Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da şehit edilmesini konu alan şiirler ya da bu anlamdaki mersiyeler okunurdu.


ZİKİR ÇEŞİTLERİ

 Mevlevîlik ve Bektâşîlik dışındaki tarîkatlarda zikirler genel olarak üç şekilde yapılırdı: 1. Kuûd Zikri: Diz çöküp oturarak ve başı sağa sola çevirmek veya diz kapakları yerde olduğu halde doğrulup oturmak suretiyle yapılan zikirdir. Bu şekilde zikredenlere “kuûdî” adı verilir. 2. Kıyâm Zikri: Ayakta beline kadar eğilip kalkmak, olduğu yerde sağa sola dönmek ve sallanmak şeklinde yapılan zikirdir. Bu şekilde zikredenlere “kıyâmî” adı verilir. Bir de Celvetilere has nısf-ı kıyâm zikri vardır ki, diz üstü oturulurken ayağa kalkmadan dizler üzerinde yükselerek yarı oturur şekilde yapılır. 3. Devran Zikri: Ayakta kol kola veya el ele tutuşarak sağ ayağını biraz ileri sol ayağını biraz geri veya sol ayağını biraz ileri sağ ayağını biraz geri atmak suretiyle sağa ve sola doğru düzenli bir tempo ile devamlı ilerleyip dönmek suretiyle yapılan zikirdir. Bu şekilde zikredenlere devranî” denilir. Kuûdî âyinlerdeki tarîkat zikirleri “salâvat”la başlar. 

Pek çok çeşidi bilinen ve dervişlerin sesleriyle iştirak ettikleri salâvat okunduktan sonra “evrâd”ın okunuşuna geçilir. Ayet, esmâ-i hüsna ve dualardan müteşekkil olup sıkça okunduğundan dolayı zamanla bir beste hüviyetine bürünmüş olan evrâdın ardından kelime-i tevhîdin çeşitli şekillerde beraberce okunduğu “kelime-i tevhîd zikri”ne geçilir. Bu bölümde nağmesiz, düz bir sesle devam etmekte olan tevhîd sırasında, zâkirbaşı veya onun görevlendirdiği bir zâkir tarafından kasîde okunmaya başlanır. Bu esnada kasîdedeki seyir esas alınarak belli aralıklarla kelime-i tevhîd tekrarlanmaya başlar. Belli bir perdeden başlayan zikirde, bir süre sonra bir üst perdeye geçilir ve bu şekilde okunmaya devam edilir. Aynı perdede bir müddet devam edildikten sonra ses kademe kademe yükselip beş veya yedi perdeye ulaşmasının ardından en son ulaşılan tiz perdeden aşağıya doğru yine kademe kademe inilip başlanan perdeye gelinir. Perde her tizleştiğinde zikrin temposu biraz hızlandırılır, pestleştiğinde ise biraz ağırlaştırılır. Bu usûle “perde kaldırma” denilir. Kelime-i tevhîd zikri, şeyhin yüksek sesle “illâllah” işaretiyle bitirilir. Kelime-i tevhîd zikrinden sonra “ism-i Celâl zikri”ne geçilir. Bu zikre geçilmeden önce bir kişi tarafından “na’t” veya “durak” okunur. Topluca Allah isminin belli bir âhenkle tekrar edilmesi ile devam eden ism-i Celâl zikrinden sonra “ism-i Hû zikri”ne geçilir. İsm-i Hû zikri, şeyhin “illâ Hû” sadâsıyla sona erer. Kıyâmî âyinler, kuûdda anlatılan düzen takip edildikten sonra ism-i Hû’nun ardından şeyhin ellerini yere vurarak ayağa kalkması üzerine herkesin yeri öpüp ayağa kalkarak karşılıklı düz saflar halinde dizilmesi ile başlar. Topluca okunan cumhur ilâhisini takiben şeyh zikredilecek esmayı (Allah’ın isimlerinden biri) belirttikten sonra, âyinin yönetimi zâkirbaşına aittir. Bu âyinlerde de kıyâm kelîme-i tevhîdi ve kıyâm ism-i Celâli’nin yanı sıra Beyyûmî zikri, tavaf tevhidi ve demdeme zikri denilen zikirler yapılır, nihayet dua ile zikir bitirilir. Zikri icra eden tarîkatların âdâbına ve tarîkatın bulunduğu coğrafyaya göre çok daha farklı şekillerde uygulanabilen devran zikirlerinde devranın yürütülmesi ve idaresi bütünüyle şeyhe aittir. El ele tutuşan dervişler “ism-i Hû”yu zikrederek devrana başlarlar. Tarîkatın usûlüne göre bu devran (dönüş) sağa veya sola doğru olabilir. Bu suretle dönüş üç defa devam ettikten sonra devran kelîme-i tevhîdi okunarak sürdürülür. Bir müddet sonra “ism-i Hay”a geçilince zikir kalbîye dönüşür ve hafifler. Devran esnasında halkanın ortasında bulunan zâkirler, zikrin başından itibaren zikrin ritim ve hareketine uygun ilâhiler okurlar. Şeyhin “illâllah” diye seslenmesi ile devranın sona ermesinden sonra dervişler kıble tarafı açık kalacak şekilde hilâl biçiminde sıralanırlar. Bu sırada başlayan Hû isminin zikrini, bitiş duası takip eder. Şeyhin “illâ Hû” sesi ile “Hû zikri” de sona erer.

HASAN EZ ŞAZELİ

  Kıraat alimi İmam Şâtıbî bir gece rüyasında Resûlüllah’ı görür ve ona kendisini görmenin nasıl mümkün olacağını sorar. Nebi (s.a.v.) “Beni görmek istersen Ebu’l-Hasan’a  bak, çünkü oğul babadan bir parçadır.” buyurur. 

 Şâtıbî rüyada Fahr-i Rusli görmüş bir gice Yâ Resûlallah dimiş seni görmek olur nice “Gör Ebu’l-Hasen’i görmek ister isen beni Cüz-i vâliddir veled” deyu buyurmuş ol Nebî.

Molla Cami’nin Nefehâtü’lÜns’ünde İmam Şâzelî’ye atfettiği “mâ lenâ ve mâ aleynâ” sözü “günahlarınızın yarısını üzerime alırım, bizim payımıza düşen hayrın da yarısını size tevdî ederim” şeklinde tefsir edİlir  ve bu hayrı murad eden sâliklere Allah’a tevekkül tavsiyesinde bulunur:

 “Mâ lenâ ve mâ ‘aleynâ” deyu nutk eyledi pîr Bu dürer-i pâk ile bendelere oldu habîr Seyyiât-ı bendegânın nısfını aldım dimiş Bize olan nısf-ı hayrı sizlere saldım dimiş


MEVLANA'NIN HİLYESİ

 Mevlânâ’nın beyaz gülü andıran nurlu bir yüzü, dolunayı kıskandıran pâk alnı vardır. Hilâl kaşları güzellik sarayının kapısında bekleyen iki hâcip (bekçi) gibi durmaktadır. Siyah mürekkeple yazılmış iki mısraya benzeyen muntazam kaşlarının arası açıktır. Huten ahûsunu imrendirecek güzellikte iri elâ gözleri, yüz kitabına gümüş bir elif gibi yazılan hoş ve düzgün bir burnu vardır. Bakışları bir siyah taşı yakuta çevirecek kimya kaynağıdır. Kumral sakalları onun pürüzsüz yüz levhasına altın bir çerçeve, parlak bir hâledir. Sakalının üst kısmı Hz. Ebubekir’inki gibi seyrek, uzunluğu ise göğsünün üst tarafını örtecek şekilde sünnet-i seniyyeye uygundur. Bıyıklarını da sünnete uygun olarak kısa kesmiştir. Aşk ateşi ve riyâzât onun pâk tenini saf altın gibi sarartmıştır. Yüzü yeni açmış taze bir gülü andırır. Bu güzellikle o sanki ikinci bir Yusuf’tur. Fahr-i Kevneyn boylarında, hoş endamlıdır. Ne zayıf ne kiloludur, vücûdu tüysüzdür. Önceleri kilosu varsa bile cehd ü riyâzât ile zayıf düşmüş sanki hilâl olmuştur. Resûlüllah Hazretleri gibi önüne meylederek yürür. Bu yürüyüş bol meyveli taze bir fidanın eğilmesi gibi tevâzu ve teslimiyet içinde olduğunu îmâ eder

HİLYE

  lim, kültür ve sanat dilimizde hilye, Peygamber-i Zîşân’ın yaradılışını, güzel vasıflarını, bu vasıflardan bahseden manzum-mensur eserleri ve hat levhalarını ifade etmek için kullanılır. Dinî-Tasavvufî edebiyatımızda hilye türü zaman içinde Hz. Peygamber’in sûret ve bazen de sîretini konu alan hilye-i nebî geleneğinden doğan hilye-i enbiya, hilye-i haseneyn, hilye-i çâr-yâr, hilye-i aşere-i mübeşşere ve hilye-i evliya ile zenginleşmiştir.1 İrfan geleneğimizde Allah Resûlü’ne kesintisiz bir silsile ile bağlı bulunan tarîkat büyükleri Resûl-i Ekrem’in manevî otoritesini ve rehberliğini devam ettiren Peygamber varisleri olarak görülür. “Yüzleri Allah’ı hatırlatan”2 Hak dostlarına duyulan muhabbet ve bağlılıkla, onların hatıralarını canlı tutmak arzusunda olan sâlikler, şeyhlerinin hilyelerini kaleme almışlardır.

Tasavvufî gelenek Anadolu’da XIII. asırdan itibaren sosyo-kültürel hayatın içinde geniş bir şekilde yer almasına rağmen tespit edilen sadece 6 evliya hilyesi mevcuttur . Bunlardan üçü Mevleviyye tarîkatinin pîri Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî için, diğerleri ise Nakşibendiyye tarîkatinin pîri Bahâeddin Nakşibendî, Bayrâmiyye tarîkatinin pîri Hacı Bayram Velî ve Şâzeliyye tarîkatinin pîri İmam Ali eş-Şâzelî için yazılmıştır. 

SIRRI SÖYLEMEMEK İÇİN

 “Ona bazan şarap lakabını verdim, bazan kadeh dedim. Bazan saf altın, bazan da ham gümüş diye ad taktım. Bazan yem, bazan tuzak, bazan av diye onu çağırdım. Bütün bu adların takılmasının sebebi nedir? Adını söylememek için !” (RUBAİLER)

ARİF, TAKVA VE DİN YOLUNU TUTAR.

  1 Ârifler Takvâ, Din ve Salâh Yolunu Tutarlar-İş Ârif İçindir Zîrâ Ârif Şaşı Değildir Âriflerin tüm çabaları takvâ, din ve güzel işleredir. Zîrâ her iki âlemde de yüz aydınlatacak işler bunlardır. Ârifler bu işlerde “Bilin ki azığın en hayırlısı takvâdır.” (Bakara, 2/197) ayetine mazhar olarak gayret gösterirler. Bu noktada ârif iş adamıdır, Hakk’ın işlerine nazar ederler, bu noktada iltifatları ezelî takdîrâtadır, kendi tedbirlerine değildir. Kendilerinden sudûr eden her türlü taât ve hayrâtı inâyet-i ilâhîden bilir, şükrederler, bu sebeple kalplerinde asla kibir ve ucûb bulunmaz.


ARİF , HAVF VE RECADAN KURTULMUŞTUR.

   Ârifler Ma’rifete Vâsıl Olmadan İçinde Bulundukları Havf u Recâdan Ma’rifetle Kurtulmuşlardır “Ârifde ârif olmadan evvel havf u recâ (korku-ümit hâli) vardı ancak işin önünden haberdar olduğundan bu bilgi her ikisini de kaldırdı, yok etti.” Mercimek ekenin mercimek hasat edeceğini bilmesi gibi, ârif aşk-ı ilâhî vasıtasıyla kendine ne olacağını müşâhede eylemiştir. Bu suretle uhrevî ahvâl endişesi olmaksızın taât ve ibadetle meşgul olmuş, cennet ve cehennem düşüncesinden âzâd olmuştur. 


ARİF SUSKUNDUR

 Âriflerin Dilleri Suskundur, Sırları İfşâ Etmezler “Ârifân Hak Teâlâ’nın aşk ve muhabbet şarâbını içmişlerdir, sırları bilmişler ve örtmüşlerdir. Kime işin sırlarını öğretmişlerse, onun dilini mühürlerler, dikerler.” Hz. Mevlânâ’nın ârife dair yaptığı bu tavsif, “Hakkı bilenin dili lâl olur” sözü çerçevesinde kendinden önceki mutasavvıflar tarafından da ifade edilmiştir. Bu konuda Vâsıtî: “Allah hakkında ma’rifet sahibi olan her şeyden ilgiyi keser, hatta dili tutulur.” derken, Sehl b. Abdullah “Ma’rifetin gayesi ikidir: Dehşet, Hayret. Bu sebeple ârifler ahrâz gibidir, çok az konuşurlar, sükûtu ve tefekkürü tercih ederler demiştir.


ARİFLERİN NİŞAHI KUDRETSİZLİKTİR.

 Âriflerin Nişânı Kudretsizliktir “Azıksızlık azığı, her şeyden vazgeçiş ârifliğin nişânıdır, zîrâ altının sarılığı sarrafın yüzü aklığıdır.” Âriflik ifnâ-yı vücûddur. Bu beyit “Ârifliğin nişânı vücûdsuzluk vücududur.” şeklinde de okunmuştur ki ârifde beşeriyet ve kötü ahlâk emâresi bulunmadığını ifade eder. Altının sarılığı, altının gerçekliğine nasıl işaret ediyorsa, ârifin hâli de onun mertebesine işaret eder. 


ARİF HAKK KİMYAGERLERİDİR

   Hz. Hakk’ın Ârifleri Kimyagerlerdir “Fakat Allah ârifleri kimyâger olmuşlardır da onlara mâdenler bile değersiz görünür.”  Hakk’ın ârifleri nazarında dünya ve içindekilerin kıymeti yoktur. Zîrâ dünya içindekilere kıymet vermek, çocukların aklî olgunluğa erişmemelerinden dolayı, oyunlarında biriktirdikleri kerpiç ve taş parçalarını kıymetli mücevher yerine koyarak, oyun icâbı kendilerini padişah, asker, emir zannetmeleri gibidir. Bu sebeble ârifler kendilerine sunulan yatay hayat içerisinde bir hayat sürmekle birlikte, halvet ve uzlet hâlini de ihtiyâr etmişler ve mümkün mertebe yüzlerini dünyadan döndürmüşlerdir. 


ARİFDE GAM KARAR ETMEZ

   Âriflerin Gönlünde Gam Karâr Eylemez Âriflerin gönlü sularının coşkulu ve hızlı aktığı bir nehire benzer. Nehirde suyun coşkusu su üzerinde hiçbir çerçöp bırakmadığı gibi, her daim Hudâ’nın tecellilerine mazhar olan ârifin gönlünde de ancak Hakk’ın aşk ve muhabbeti sığar ve bu istiğrâk ve müşâhede hâli ârifi gönlünü dünya gamından uzak eyler. Hz. Mevlânâ’nın ârife dair yapmış olduğu bu tespitler Ebu Türâb Nahşebî, Bâyezid-i Bistâmî, Şiblî, Hüseyin b. Mansur Hallac ve Ebû Yâkub Sûfî ve Yusuf bin Ali’nin tariflerini hatırlatır.


ARİFLER İLAHİ TABİBLERDİR

  Ârîfler İlâhî Tabîblerdir, Kişinin Sırr-ı Derûnunu Sözden, Sîmâdan, Renkten, Gözden, Nabızdan Okurlar Hz. Mevlânâ âriflerin bu hususiyetini II. cildin “Ârifin gaybı gören nurla nurlanması” bölümünde detaylı olarak işlemiştir. Bununla birlikte IV. ciltte de müstakil bir başlık altında konuyu genişletmiştir. Âriflerin bedenlerinde bulunan tüm kıllar, havâss ve a’zâ göz olmuştur. Bu hâl Hz. Peygamber’in “Mü’minin ferasetinden sakınınız, zîrâ o Allah’ın nuruyla görür.” hadisinden mülhemdir. Hz. Mevlânâ bu ma’nâyı idrak eden gözün, zâhir bir organ olan göz olmadığını vurgular. Zîrâ rüyada bu zâhir göz işe yaramaz, kastedilen Hak’tan bağışlanan gizli bir hâlettir ve bu hâlet sâlikin bedenden kurtuluşuna mevkūfdur.


ARİFİN HALİ

 Âriflerin Halleri “Ashâb-ı Kehf” in Hâline Benzer Ârifler Kur’an-ı Kerim’de halleri “Sen onları uyanıklar sanırsın, halbuki nâimlerdir ve biz onları sağ ve sol taraflarına döndürürüz.” (Kehf, 18/18) ayetiyle vasfedilen Ashâb-ı Kehf’e benzerler. Ârifler Ashâb-ı Kehf gibi yalnız Huda-yı Teâlâ ile mukayyed olup, kendilerinden âzâdelerdir. Uyku halinde ruhlar bölüğü nasıl elsiz ayaksız esrâra vâkıf oluyorsa, ârifler uyanık iken de bu hale vâkıftırlar. Bunun nedeni “ölmeden evvel ölünüz” muktezasınca ervâh mertebesine erişmiş olmalarıdır. Halk bu hali uyku deneyimi ile bir miktar idrak edebilir. Zîrâ normal bir insanın uykuya dalışı ile günlük tasa ve problemlerinden kısmî olarak sıyrılması ve rahatlaması hali ârifin daim içinde olduğu bir mahiyettir. Mevlânâ böylesi ârifin aranmasını ve ondan istifadeyi tavsiye eder, nitekim konuyla ilgili beyitte bu ifade çok açıktır: “Uyanık olduğu halde güzel rüyâ gören ârifdir. Sen onun bastığı toprağı gözüne sürme gibi çek.

Öte yandan Ashâb-ı Kehf’in yaşama dair tüm tasarrufları Hakk’ın tasarrufu altında olduğu gibi âriflerde Hakk’ın ihsanı sofrasından nasiplenirler.

ARİFİN NİŞANI TAKVA VE HAMDDİR

  Takvâ ve Hamd Ârifin Nişânıdır Hz.Mevlânâ’ya göre ârifin hamdi Allah içindir. Onun hamdi yalnız lisanı ile değil tüm âzâları iledir. İbadetlerini bu idrak ile yapan ârifi, hamdi dünya sevgisine dair kayıtlardan kurtarır. Ârif, “Takvâ elbisesi hepsinden hayırlıdır.” (A’râf, 7/26) ayetinde zikr edilen takvâ libâsını kuşanmıştır. Ârif âriyet olan fânî cihandan çıkmış, pınarları cariye olan ibadet ve tecelliyât pınarlarında sâkin olmuştur. Sadıkların makamı olan “mak’ad-ı sıdk” olanların mertebesine işaret eder. Onların hamdine binlerce şâhid olup, onların hamdi sadefdeki inci gibi apaçıktır.

 

ARİFİN MARİFETİ DAHA ÖNCE DEVAM ETTİĞİ ZÜHDÜN MEYVESİDİR

 1. Ârifin Ma’rifeti Daha Önce Devam Ettiği Zühdünün Meyvesidir Hz. Mevlânâ’ya göre ârif elde ettiği ma’rifet nurunu, öncelikle zühd ziraati ile yetiştirmiştir. Konuyla ilgili olarak: “Şerîatin cânı da âriftir, takvânın cânı da. Ma’rifet, geçmiş zamanlarda ki zâhidliğin mahsulüdür. Zâhidlik ekmeye çalışmaktır. Ma’rifet de o ekinin bitmesidir. Şu hâlde çalışmak ve inanmak, bedene benzer. Bu ekmenin cânı da biten mahsuldür, onu devşirmektir.”

 Bu ifâdelere göre ârif ma’rifet adına neye ulaşmışsa onu seyr ü sülûkunun bidâyetinde meşgul olduğu derin zühde borçludur. Hz. Mevlânâ âriflerin ma’rifet nuruna erişmeleri öncesi yaşadıkları zühd ve riyâzetin temel dayanağını ise Mesnevî’de bir bölüm başlığı olarak ele aldığı; “Rabbimin katında gecelerim, Rabbim beni yedirir, içirir.” ve “Açlık, Allah Teâlâ’nın taâmıdır. Ol taamla Allah hazreti sıddıkların bedenlerini ihyâ eder.” hadisleriyle izah eder.


ARİF-ALİM

 “Lügat i’tibariyle âlim âriften daha âlîdir; çünkü Hudâ’ya “âlim” derler, ammâ “ârif” demek caiz değildir ve ârifin ma’nâsı odur ki evvelce bilmez idi, fakat sonra bildi. Bu ise Hudâ hakkında layık değildir. Fakat örf i’tibâriyle ârif efdaldir. Zîrâ ârif bir şeyi delilden hâric olarak bilenden ibarettir. Âlemi müşâhede ve muâyene ile görmüştür. İşte örfen “ârif” buna derler.” Ârifi diğer sûfî tâifeleri ile mukayeseye tâbî tuttuğu yukarıdaki tasniflerden başka Hz. Mevlânâ Mesnevî’de “ârif” lafzını bizzat kullanmak suretiyle onun vasıflarını da bizlerle paylaşmaktadır.


ARİF-ZAHİD,

 “Zâhid, hizmet etmeyi ve ibadet etmeyi sever; ârif ise hizmet edileni sever. Zâhid yaralıdır, ârif ise cerrahtır.”. “Zâhid odur ki âhiri görür, ehl-i dünya ahırı görür; velâkin ehass ve ârif olanlar ne âhiri ve ne ahırı görür. Onların nazarı evvele vâki’ olur ve her şeyin mebdeini görür.” “Ârif her ân pâdişâhın tahtına kadar ulaşır. Zâhitse yürür, yürür, bir ayda tam bir günlük yol alır. Zâhidin de şerefli bir günü yok değildir, vardır. Vardır; ammâ onun günü nereden elli bin yıl olacak? İş erinin ömründe her gün bu cihân yıllarınca elli bin yıldır.” “Ârif’in kıblesi, visâl-i ilâhî nûrudur; felsefînin aklının kıblesi hayâl. Zâhidin kıblesi berr ü mün’im Yezdân’dır. Tama’kârın kıble ve maksudu altın kesesi.” “Zâhid, işin sonunu düşünür. Soru, hesap günü hâlim ne olacak?” diye dertlenir. Ârifler başlangıçtan, önden haberdardırlar; sonu düşünme derdinden de kurtulmuşlardır.”

MESNEVİ'DE ARİF VE ÖZELLİKLERİ

 Mesnevî’de “Ârif” ve Özellikleri Tasavvuf dilinde “irfan”; ma’rifet, keşf, ilham, sezgi ve ma’nevî ve rûhî tecrübe ile elde edilen tecrübî bilgiye karşılık gelirken; “ârif”; Hak Teâlâ’nın kendi zâtını, sıfatlarını, isimlerini ve fiillerini müşâhede ettirdiği kimse şeklinde tanımlanmıştır.Tasavvuf klasiklerinin pek çoğunda “ârif” ve “ârifin nitelikleri” ele alınmıştır. Bu tanımlamalara bakıldığında ârifin bilgi vasıtasının keşf, müşâhede ve temâşa gibi zevkî ve tecrübî olması yönüyle âlimden ayrıldığı dile getirilir. İlk dönem mutasavvıflarından itibaren ârifin nitelikleri ile ilgili birbirini nakz etmeyen hacimli bir tanım ve tavsîf literatüründen bahsetmek mümkündür. Genelde Mevlânâ Hazretleri’ne ve özelde Mesnevî’ye döndüğümüzde Hz. Pîr’in “Ârif kimdir?”, “Ârif mi âlim mi üstündür?”, “Ârif’in belli başlı özellikleri nelerdir?” gibi sorulara Mesnevî’si başta olmak üzere eserlerinde cevaplar verdiğini görürüz. Nitekim klasik dönem mutasavvıflarına sorulan bu sorular, Hz. Mevlânâ’ya da sorulmuştur. Pîr’in bu sorulara verdiği cevaplardan ilki Menâkıbu’l-Ârifîn’de Şeyh Salâhaddîn Zerkûb’a ait bölümde yer alır. Rivayete göre bir gün Hz. Mevlânâ’ya “Ârif kimdir?” diye sorarlar, Hz. Mevlânâ “Ârif, sen sustuğun halde senin sırrından bahseden kimsedir. Bu da Şeyh Selahaddîn’dir.” cevabını verir. Yine aynı eserde bu sorunun Hz. Mevlânâ’ya bir başka derviş tarafından tekraren sorulduğunu görürüz. Bu sefer Hz. Mevlânâ’dan şu cevap sâdır olacaktır: “Ârif, hiçbir bulanıklık olmayan temiz olan meşrebini bulandırmayan kimsedir. Çünkü ârif değişmez ve ona gelen her bulanıklık durulur.” Hz. Mevlânâ bu tanımlarında ârifin sûretten sîrete açılan bir bakışa sahip olduğuna dikkat çekerken, hiçbir ahval değişikliğinin ârifin gönül dünyasında bir dalgalanmaya sebep olmadığına da dikkat çekmektedir. Hz. Mevlânâ’nın ârife dair yaptığı birinci tanımın, Ebû Osman Mağrîbî’nin “ârif” tanımına muvafakat ettiği görülürken, ikinci tavsifin Ebû Türâb Nahşebî’nin yapmış olduğu “Hiçbir şey ârifi kederlendirmez, bulandırmaz, her şey onunla saflaşır, durulaşır.” tanımıyla örtüştüğü görülür. Sûfîler, “ârif-âbid”, “ârif-âlim”, “ârif-zâhid”, “ârif-evliyâ”, “ârif-mü’min” şeklinde kimi zaman mukayese ve tahlillere gitmişlerdir. Ancak tahlillerdeki bu farklar bu taifelerin birbirinden tamamen farklı ve birbirine zıt şeyler olduğunu göstermez, ârif aynı zamanda âlim, zâhid, âbid, velî ve mümindir. Ona ârif denmesi baskın niteliğinin ma’rifet ve irfân ehli olmasındandır. Buradan hareketle Hz. Mevlânâ da kendinden önceki sûfîler gibi “ârif”i kimi zaman diğer sûfî tipleriyle mukayese eder. Bu ikili tahlilleri şu şekilde sıralamak mümkündür:ARİF-ZAHİD,ARİF-ALİM,

24 Eylül 2022 Cumartesi

MESNEVİ-İ ŞERİF

 Mesnevî’nin ilham kaynaklarına gelince bunları, Kur’an-ı Kerim, hadis-i şerifler, siyer, tasavvufî, irfânî ve edebî eserler şeklinde sıralamak mümkündür. İçinde barındırdığı bu zengin muhteviyâtı Hz. Mevlânâ, “Bizim Mesnevî’miz vahdet dükkânıdır, orada Allah’tan başka ne görürsen o puttur.” beyitiyle özetlemiştir. Ona göre Mesnevî’nin manzum bir elbise ve hikâyeler sûretinde aktardığı Hakk’ın varlığından gayrı bir şey değildir. Elest bezminde verdiği sözü hatırlamak isteyen gönül yolcuları Mesnevî aynasında bu yolculuğun hangi durağında kaldıklarını ve asıl menzile nasıl ulaşacakları sorusunun cevabını bulurlar. Bununla birlikte Mesnevî, hikâyelerinin suretinde kalanlara Nil suyunun Fir’avn’ın kavmine karşı kana dönüşmesi gibi olur. Mesnevî’den fayda kesb etmek Hz. Musa’nın kavmi gibi sabır vasfının tâlibinde bulunma zaruretini iktizâ eder.

Mesnevî hikâyelerinin başlıklarına bakıldığında, yaklaşık olarak 950 başlıktan oluşan Mesnevî’nin elli küsur başlığını ayetlerin, elli üçünü ise hadislerin oluşturduğunu görürüz. Kimi zaman da beyitte geçen bir kelime doğrudan Kur’an’a işaret eden bir telmih olarak karşımıza çıkar ki bu nevî telmihlerin henüz bir tasnifi yapılmamıştır. Nitekim Mesnevî’de “‘Lâ nüferriku beyne ehadin min rusulih’ (Bakara, 2/285) hakkında”, “‘Nerede olursanız olun o sizinle beraberdir.’ (Hadid, 57/4) beyanındadır”, gibi müstakil ayetler konu başlıkları olarak karşımıza çıkarken kimi beyitlerde de Hz. Mevlânâ okuyucusunu, “‘Hel etâ’ suresi bu ma’nâya şâhittir”, “Eğer sen şu vuslat muhabbetinin şerhini istersen, ‘Ve’d-duhâ’ suresini oku!” gibi yönlendirmelerle Kur’an-ı Kerim’le okuyucusunu buluşturmaktadır. Öte yandan Kur’an-ı Kerîm’de adı ve mücadelesi anlatılan peygamberler ve kavimlerinin tutumları da Mesnevî’nin konu başlıkları arasındadır. Bu noktada Mesnevî’nin Kur’an tefsîri olduğunu söylemek onun hakkını teslimden öte bir şey olmaz, nitekim Mesnevî’ye “mağz-ı Kur’an” (Kur’ân’ın özü) ta’bîri, temelindeki bu sağlam irtibata müsteniddir.

ERENLERİN SÖZLERİ

 Modern dünyanın mânâya dair indirgemeci ve tüketici tutumuna karşı Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin sadrından dökülen hakikatleri zaman ve mekân üstü yapan, tedavülden kaldırmayan sır nedir? Bu soruya Mevlânâ Celâleddîn Rûmî: Tahkîkî ilmin müşterisi Hak’tır Bu pazârın harâreti hiç bitmez. diyerek cevap verirken, yine aynı meydânın büyük ismi Yunus Emre: Ma’nâ eri bu yolda melûl olası değil, Ma’nâ duyan gönüller hergiz ölesi değil. Ten fanidir can ölmez, gidenler geri gelmez, Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil.

ALPEREN TİPİNDE OLMASI GEREKEN VASIFLAR

 Âşık Paşa “alperen” tipinde olması gereken vasıfları şöyle sıralar: 1) Maddî olanlar: Muhkem yürek, pazıda kuvvet, gayret, at, zırh, yay, kılıç, süngü, dost sahibi olmak. 2) Manevî olanlar: Nefsini bastırma, Allah’ın emirlerinden çıkmama, aşk, kifayet, tevekkül, şeriat, ilim, himmet, doğru arkadaş. 


22 Eylül 2022 Perşembe

TASAVVUFİ TERBİYEDE ÇOCUKLAR

 din eğitiminde gelişimsel dönemlere göre öğrencilerin duygu ve davranışlarına yönelik hedefler belirlenirken bireyin Allah ile ilişkisi göz önünde bulundurulabilir. 4-10 yaş döneminde Allah’ın yarattıklarına iyi davranma, O’na güvenme, sorumluluk alma gibi somut olgular üzerinden hedef belirlenirken kendi kelimeleri ile Allah ile iletişim kurması amaçlanabilir. 11-15 yaş döneminde ise artık soyut kavramlar üzerinden hedef belirleme yapılabilir. Allah’a yakın olma yani onu hissedebilme, tevazu, şükür, sabır gibi kavramları (değerler) davranış haline getirebilme hedeflenebilir. 15 yaş ve üzerinde ise Allah hakkında düşünmenin ve onunla iletişime geçme yolları ile beraber tam bir ihlas ve güven duygusu içinde Allah’la bağlantı kurma becerisi öncelenebilir.

AVRUPANIN TERAKKİ ETMESİNİN SEBEBİ

  Bir görüşe göre  ;Avrupa kavimlerinin terakkîsinin sebebinin ise İslâm ahlâkının esaslarından adalet, teâvün, ictihad, sadakat gibi, “Meşrutiyet idaresinin esasatını bilfiil tatbik ve kanunlarına idhal etmeleri” sebebiyle olduğuna inanılmaktadır. İslâm’a tabi olmak mâni-i terakkî değil, maddî-manevî terakkînin, dünya ve ahiret saadetinin sebebidir.

KRİZ ZAMANLARINDA YÖNETİCİ TAVIRLARI-HZ.ÖMER (RA)

 Halkın Yemediği Yemeği Bana da Getirmeyin!

Bir defasında Medine ve civarında bir kıtlık (Ekonomik kriz) yaşanmıştı. Kıtlığın olduğu bu yıla “Kıtlık senesi” adı verilmişti. Hz. Ömer (r.a) bu esnada, durumlar düzelmedikçe yağ, süt ve et yemeyeceğine yemin etmişti. Ömer’in (r.a) hizmetinde bulunan birisi Ukkaz çarşısından onun için kırk dirhem yağ ve süt alıp getirmişti. Bunları alıp Ömer’in (r.a) yanına gelip de “Allah seni hayır üzere yaşatsın, sana ecrini bol bol versin, Ukkaz çarsına gitmiştim. Oradan taze süt ve Akka yağı satın aldım” dedi. Bunun üzerine Ömer (r.a) “Onları pahalı bir fiyata satın almışsın, her ikisini de götür tasadduk et, onları israf olur korsuyla yiyemeyeceğim, halkın başına gelen benim başıma gelmedikçe benim halim nice olur” dedi. Onun bu kriz zamanlarındaki durumu insanların içinde bulunduğu durumdan farklı değildi. Hatta yağlı şeyler yemediğinden karnı guruldardı. Bir seferinde kendisine güzel ve yağlı yemekler getirilmişti. Halkın bunlardan yiyemediğini öğrenince getirilen yemeği geri gönderip halk ne yiyorsa bana da ondan getirin dedi. Hizmetçi yemeği geri götürürken karnı guruldamaya başladı. Elini karnının üstüne koyup tebessüm ederek  “İstediğin kadar gurulda, insanlar yağ yemedikçe sen de yemeyeceksin” dedi 

Bir toplum çalışanlarına böyle davranırsa Allah yapacağını yapar: 

Hz. Ömer (r.a) hac için yolculuğa çıkmıştı. Misafir olduğu yerde Safvan b. Ümeyye ona yemek yaptı. Dört adam içinde yemek bulunan kocaman bir tepsiyi alıp getirdi. Onu orada bulunan insanların önüne koydular. Hizmetçiler yemeği koyduktan sonra çıkmak için dışarı yöneldiklerinden Hz. Ömer (r.a) : “Bunlar yemeyecekler mi?” diye sordu. Orada bulunan Süfyan b. Abdullah, “Hayır, ama onlara yemek ayırdık. Dışarıda yerler” dedi. Ömer (r.a) bu sözlere çok kızdı ve “Bir toplum çalışanlarına/hizmetlilerine böyle davranırsa Allah yapacağını yapar” dedi. Sonra hizmetlilere, “Siz de oturun yiyin” emrini verdi. Onlar da oturup beraber yediler. 

Halkım ne yiyorsa bana da ondan getirin!

Bir defasında bir deve kesilmiş ve Hz. Ömer’e etin iyi kısmından yemek yapmışlardı. Önüne yemeği koyduklarında onun nereden geldiğini sordu. Oradakiler, “Ey Mü’minlerin Emiri, bugün kestiğimiz devenin etinin en güzel yeridir” dediler. Bunun üzerine Ömer (r.a), “Bravo size! İnsanlar onun değersiz yerlerini yerlerken, benim bu devenin etinin iyi kısmından yemem ne de kötü olur! Bu sofrayı kaldırın, başka yemek getirin!” karşılığını verdi. Ona ekmek ve yağ getirdiler. O da ekmeği ufaltıp üzerine yağ döküp yedi.

Müslümanların ulaşamadığı şeyleri bana da ulaştırmayın!

Ömer (r.a), Utbe b. Ferkad’ı bir iş için Azerbaycan’a görevlendirmişti. Ferkad oraya ulaştığında önüne ikram olarak özel bir meyve tatlısı konmuştu. Yediğinde hoşuna gitti. Bunun üzerine, “Bundan iki sepet yapsanız da Mü’minlerin Emirine göndersek, O da tatlıyı çok sever” dedi. İki sepet hazırlandı ve deveye yüklenip Medine’ye gönderildi. Ömer (r.a) devenin üzerindeki yükü görünce ne olduğunu sordu. Meyve tatlısı olduğunu söylediler. Tattığında hoşuna gitti. Sonra, “Müslümanlar da bundan doyunca yiyebiliyorlar mı?” diye sordu. Hayır cevabını alınca. “Müslümanların ulaşamadığı bu iki sepeti de geri göndereceğim” dedi. Utbe’ye şu mektubu yazdı: “Bu gönderdiğin ne annenin ne de babanın el emeğidir. Bu gönderdiğini oradaki Müslümanlara doyuncaya kadar yedir!” dedi. 

Müslüman bürokratların ve yöneticilerin halklarına örnek olacak tavırlarına dair daha geniş bilgileri Ali Muhammed Sallabi’nin, Hz. Ömer (r.a) kitabında bulabilirsiniz.

RÜYA İLE İFSAD ETMEK

İnancında samimi, Peygamber’e aşkla bağlı, dinini duygu boyutuyla yaşamak isteyen temiz gönülleri yalan yanlış söylemlerle kandırmanın en kısa yolu,buna soyunan kişinin, ispatı objektif olarak imkânsız olan keşfî bilgilere sahip olduğu imajını vermesi ve Efendimiz’le veya başka İslâm büyükleriyle görüştüğünü iddia etmesidir. Bunu yapanlar söyleyeceklerini onlara söyleterek sözlerine inandırıcılık katmakta ve manevî tesir elde etmeye çalışmaktadırlar. Günümüzde insanları gördüğü rüyalar ile kandırmaya çalışan, Peygamber Efendimiz’le her gece görüştüğünü iddia ederek yaptığı yanlış hattâ haram işlere kılıf uyduran din simsarlarının sayısı giderek artmaktadır. Son devrin ünlü sûfîlerinden Mehmed Zâhid Kotku da kendisine rüya yolu ile irşad izni verildiğini iddia eden şeceresiz şeyh taslaklarına “tarîkat hırsızı” denildiğini aktarır. Ne ki bu durumun yeni bir hâdise olmadığı, tarih boyunca rüyaların çeşitli sosyal ve siyasî amaçlar için kullanıldığı Schimmel tarafından da ifade edilmektedir. Hatta onun ifadesine göre bazı rüyalar olan hâdiselere uygun biçimde sonradan uydurulmuştur. Hz. Peygamber kişinin görmediği bir rüyayı görmüş gibi anlatmasını “yalanların en büyüğü” olarak nitelendirmiştir (Buhârî, “Ta’bir”, 45; Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. II, s. 96, 119). Çünkü bu durum, doğrusunu ispat etmek için hiçbir yol ve şahit bulunmayan bir konuda yalan söylemek demektir. Öte yandan böyle bir kişi, rüyasında Hz. Peygamber’i veya toplum içinde itibar sahibi salih bir kimseyi gördüğünü iddia etmişse bu durumda onların itibarını kullanarak kendi emellerine ulaşmak isteme gibi katmerli bir çirkinlik söz konusudur. Yukarıdaki hadise ilaveten Hz. Peygamber şu üç hususta gerçek dışı beyanda bulunmayı yalanların en büyüğü olarak nitelemiştir: “Bir kişinin kendisini babası dışında birine nispet etmesi, görmediği rüyayı gördüm demesi ve Hz. Peygamber adına yalan uydurması.” (Buhârî, “Menâkıb”, 6). Bu durumda böyle bir rüya anlatan kişi, hem gerçek dışı bir beyanda bulunmak hem de bunu Hz. Peygamber’e isnad etmek suretiyle çifte ihanete imza atmış olmaktadır

İSTİHARE-RÜYA İLİŞKİSİ,

 stihare ve Rüya ile İlişkisi Bazı fıkıh kitaplarında, nasıl hareket etmenin doğru olacağı bilinemeyen mübah işlerde manevî bir işaret elde etmek için iki rekat namaz kılıp istihare duası okunduktan sonra kıbleye yönelerek yatılacağı, rüyada beyaz veya yeşil görmenin hayra, siyah veya kırmızı görmenin ise şerre delâlet edeceği belirtilmektedir. İstiharenin bu şekilde anlaşılıp uygulanması, rüya ile amel etme sonucunu doğurmaktadır. Halbuki rüya delil değildir. Bu sebeple, öncelikle istiharenin ne olduğunun açıklanmasına ihtiyaç bulunmaktadır. Aslında istihare, gerekli araştırma ve istişare yapıldıktan sonra karar verilen meşrû ve mübah bir işin hayırlı ise kolaylaştırılıp nasip etmesi, değilse nasip etmemesi için Allah’a dua etmektir. Fakat uygulamada, olumlu veya olumsuz bir işaret almak için rüyaya yatmaya dönüşmüştür. Halbuki istihare ile ilgili Hz. Peygamber’den gelen hadislerin hiç birinde rüyadan bahsedilmemektedir (Buhârî, “Teheccüd” 25, “Deavât” 48; Nesâî, “Nikâh” 27; Ebû Dâvûd, “Vitr” 31; Tirmizî, “Vitir” 18; İbn Mâce, “İkâmetü’s-Salât” 188).

CEZA HUKUKUNDA RÜYA DELİL DEĞİLDİR

 Muhakeme ve ceza hukukunda da rüya delil kabul edilmemiştir. Bunun için öldürülen kişi birinin rüyasına girip, kendini öldüren kimseyi söylese bu rüyaya itibar edilmez. İmam Şâfiî bu konuya örnek verirken bir kişinin rüyasında bir adamı gördüğünü ve onun kendisine, KIŞ 2019/1440 89 annesi ile zina ettiğini söylediğini, bunun üzerine adamın ertesi gün o kişiyi yakalayıp cezalandırması için Hz. Ali’ye götürdüğünü anlatır. Hz. Ali’nin bu talebe verdiği cevap rüya ile hüküm vermeye kalkmanın yanlışlığını göstermesi bakımından çok manidardır. Hz. Ali rüyayı gören adama, davacı olduğu kişiyi güneşe dikip gölgesine vurmasını söylemiştir. 

RÜYALAR BİLGİ KAYNAĞI OLABİLİR Mİ?

 Rüyalar Bilgi Kaynağı Olabilir mi? İslâm’da üzerinde ittifak edilen bilgi kaynakları üçtür: Doğru nakil, sâlim akıl ve tecrübe (duyular yoluyla elde edilen müsbet bilgi). Rüyaların -özellikle bir hükme medâr olacak şekilde- bir bilgi kaynağı olarak görülmesi zâhir ulemasına göre mümkün değildir.Mütekellimîn, muhaddisîn ve fukahâ rüya ile dinî bir hükmün sabit olmayacağı konusunda müttefiktir. Dinin esası ve ahkâmla ilgili olmayan konularda, rüya sahibinin kendi rüyasından yararlanabileceğini söyleyen bazı hadisçiler ise rüya ile bağlayıcı bir hüküm sabit olmayacağı gibi, hadis rivayet ve tashihinin de caiz olmadığı görüşündedirler.

Tasavvufî hayatta rüyalar çok merkezî bir rol oynar. Sufîlere göre rüya marifet ve hikmet kaynağı olabilir; sahibini irşad eder ve uyarır. Rüyalar seyr ü sülûkün önemli bir parçasıdır ve mürşidin öncelikle görevlerinden biri müridinin gördüğü rüyayı tabir etmektir. Rüyayı, bilgi yollarından biri kabul eden sûfîlerin bir kısmı daha da ileri giderek, rüyada hadis alınabileceğini veya tashih edilebileceğini iddia ederler. Aralarında Ebu Talib Mekkî, İbn Arabî, Konevî, İbn Hacer Heytemî ve Aclûnî gibi bilginlerin bulunduğu tasavvuf ehli, hadis rivayetinde rüyanın bilgi kaynağı olduğu görüşündedir. Bazı sûfî müellifler de eserlerini Resûl-i Ekrem’den aldıkları talimatla yazdıklarını ileri sürmüştür. Kaynaklarda bazı sûfîlerin virdlerini rüyada Hz. Peygamber’den aldıkları belirtilir. Muhyiddin İbnü’l-Arabî,  Muharrem’inde Dımaşk’ta Hz. Peygamber’i rüyasında gördüğünü, onun kendisine bir kitap uzatarak, “Bu Füsûsu’l-Hikem’dir, bunu al ve halkın faydasına sun.” dediğini, bunun üzerine kitabı alıp fazlasız ve noksansız halka sunduğunu ifade eder. Rüyaları uykuda mazhar olunan keşifler olarak gören Gazzâlî onlara bilgi kaynağı olarak önemli değer verir. Aynı şekilde Kuşeyrî rüyayı bilgi edinme yollarından birisi olarak değerlendirir. Sühreverdî ise insanın iç dünyasının nefsanî hevâ ve isteklerden, dünya sevgisinden temizlenmesinin, kin ve hasetten arınmasının sadık rüya görmeyi sağlayan bir temizlik olduğuna dikkat çeker. Rüyanın bir bilgi yolu olmakla beraber yorumunun mürşid tarafından yapılması gerektiğinin üzerinde durur. Rüyaya verilen büyük öneme karşın onu esbâb-ı ilimden saymayan sûfîler de vardır. Bazı tarîkatlerde “rüyâyı bırak ru’yete bak” anlayışı hakimdir. Hatta bazıları rüyaya “uyku pisliği” demişlerdir. Kur’an ve sünnetin çizdiği çerçevenin dışına çıkmayan büyük sûfîler zâhire zıt olan her bâtının bâtıl olduğunu söylemişler ve bu ölçü ile hareket edebilmek için gönüllerine doğan vâridâtın sağlamasını yapmadan söylememeyi prensip olarak kabul etmişlerdir. Ebu Süleyman Dârânî bazı keşfî bilgiler kırk gün kalbini sardığında iki şahit olmadan onların gönlüne girmesine izin vermediğini söyler. Onun ifadesi ile o iki şahit Kur’an ve sünnettir.

EFENDİMİZ(sav) DE RÜYA KONUSU

 Hz. Peygamber de gördüğü rüyaları ashabına anlatır, onlardan rüya görenlerin rüyalarını dinler ve yorumlardı (Buhârî, Ta’bîr, 48). Hadis mecmualarında “Kitâbü’r-Rü’yâ” ve “Kitâbü Ta‘bîri’r-Rü’yâ” başlığı altında Hz. Peygamber’in rüyalarına ve yorumlarına yer verilmiştir. Resûlüllah’ın sabah namazından sonra sahabîlere, “İçinizde rüya gören var mı?” diye sorduğu, varsa tabir ettiği (Buhârî, “Ta‘bîr”, 47; Ebû Dâvûd, “Îmân” 10), zaman zaman kendi rüyalarını da anlattığı ve tabir ettiği yahut ashaptan birine tabir ettirdiği, güzel rüyaların anlatılıp tabir edilmesini hoş karşıladığı, kötü rüyaların anlatılmasını ve tabir edilmesini istemediği belirtilmiştir. Hz. Peygamber görülen bir rüyanın, kişi onu anlatmadıkça bir kuşun ayağında asılı gibi olduğunu, ne zaman tabir edilirse o zaman zuhur edeceğini bildirmiş ve rüyalarımızı anlatacağımız kişinin akıllı, bilgili, bizi sevdiğini bildiğimiz ve güzel nasihatlerde bulunacak yani hayra yoracak kişiler olması gerektiğini söylemiştir (Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. XXVI, s. 103). Hz. Yâkub’un oğlu Hz. Yûsuf’tan rüyasını kardeşlerine anlatmamasını istemesi de bu gerçeği teyid etmektedir. Öte yandan yapılan yorumların mutlaka isabet etmesi gerekmediği, bazı bakımlardan isabet etmeme ihtimalinin her zaman mümkün olduğu geçmiş tecrübelerden bilinmektedir. Mesela Hz. Peygamber’e gelip rüyasını anlatan bir şahsın rüyasını Hz. Ebû Bekir yorumlamış ve Hz. Peygamber’e isabet edip etmediğini sormuştur. “Bazısında isabet ettin, bazısında ise hata ettin.” cevabını alınca yemin vererek isabet ve hata ettiği hususların açıklamasını istemiş, fakat Hz. Peygamber “Yemin etme!” diyerek onu uyarmış ve isteğine cevap vermemiştir (Buhârî, “Ta’bir”, 47; Müslim, “Rü’yâ”, 17). Hz. Ebû Bekir gibi sahabenin en faziletlisi kabul edilen bir şahsiyetin rüya yorumunda hata ihtimalinin bulunması diğer insanların yorumlarının değerinin ne olacağını göstermesi bakımından son derece önemlidir. Bu olayda dikkate değer ikinci husus, hatalı dahi olsa yorum üstüne yorum yapılmasının Hz. Peygamber tarafından uygun bulunmamış olmasıdır. Hadis kaynaklarında bolca rastlanan benzeri örneklerden anlaşılıyor ki, rüya yorumunu talep eden ve yorumu yapan kişiler asla çıkan sonuca kesin gözüyle bakmamalıdırlar. Nitekim Hz. Peygamber’in ashabıyla umre için Hudeybiye’ye doğru yola çıktıkları sırada gördüğü rüyanın o yıl gerçekleşmeyeceği anlaşıldığında, rüyasının yanlış çıktığına dair münafıklar tarafından yapılan nezaketsiz yorumlar karşısında Yüce Allah Fetih Suresi 27. ayeti inzal buyurarak münafıklara karşı Hz. Peygamber’in rüyasının yorumunu yapmış, fakat yorumun içine ihtimal bildiren ve her şeyin Allah’ın iznine bağlı olduğunu ihtar eden “Allah izin verirse” (inşâallah) ifadesini eklemiştir. Ayette bu şekilde bir ara cümleye yer verilmesi, rüya yorumunda ihtiyatlı davranılmasını öğretmek ve yorumun başına veya sonuna mutlaka Allah izin verirse anlamına gelen “inşallah” kaydının konulması uyarısında bulunmak içindir.

RÜYALAR-ELMALILI AHMET HAMDİ

 Elmalılı Hamdi merhum da Yûsuf Suresi tefsirinde bu gerçeğe işaret eder ve sözün hakikati, mecazîsi, sarihi, kinayesi, iyi tanınmışı, garibi, îmâlısı, remizlisi olduğu gibi, rüya da öyledir, der. Ona göre rüyalar daha ziyade kişinin kendi iç dünyasındaki, benliğindeki gizli şuur algılamaları özelliklerine göre söylenen bir muamma, bir lügaz ve bir bilmece niteliğinde ledünnî birer remiz ve ilâhî birer semboldürlBundan dolayı onların te’vîli de kesbî ilimler ile değil, vehbî ilimler ile bilinir ki, bunun en aşağı derecesi ferâset ve ilhamdır, zirvesi ise vahiydir. Ve bundan dolayı peygamberlerden başkasının rüyası ya da rüya tabiri, ilm-i yakîn ifade etmez. Ancak görenin ve görüşün özelliklerine göre basit bir vehimde başlayarak yüzde yüz kesinlik ifade eden cezme kadar varabilecek çeşitli mertebelerde ferdî anlamda bir bilgi husûle getirir. er.slâm kültüründe rüya kadar rüyanın yorumu da önem arzeder. Yorum için te’vîl ve ta’bîr kelimeleri kullanılır. Te’vîl Arapça’da “dönmek” anlamına “evl” kökünden; “ta’bîr” “geçmek” anlamına gelen “ubûr” kökünden alınmıştır. Görülen rüyanın aslına döndürülmesi te’vîl, rüyanın zâhirinden bâtınına geçmek ise ta’bîrdir. Kur’an’da rüyaların yorumu için ta’bir ve te’vîl (Yûsuf, 12/6, 21, 43-44, 100) kelimeleri yanında “iftâ” (hüküm açıklama) kelimesinin çeşitli türevleri (Yûsuf, 12/43, 46) kullanılmıştır. Hz. Yûsuf’a rüyaların yorumunun öğretildiği (Yûsuf, 12/6, 21), Hz. İbrahim, Ya‘kūb ve Yûsuf’un gördükleri rüyaları tabir ederek bu yorum ışığında hareket ettikleri (Yûsuf, 12/4-6; Sâffât, 37/102) belirtilmektedir.


RÜYALAR

 Sûfîler ise rüyayı, uykuda misal âlemini seyreden ruhun gördüklerini uyanınca hatırlaması şeklinde açıklamaktadır. Gazzâlî İhyâ’da rüyayı, uykuda insan ruhu ile levh-i mahfûz arasındaki perdenin kalkmasıyla levhte yazılı olan şeylerin bazısının insan kalbine yansıması olarak açıklar. Ona göre kalp eşyanın asıllarını gösteren bir ayna gibidir. Ne var ki kalbin şehvet ve dünya ilgisi, onun perdelenmesine sebep olur. Nasıl esen bir rüzgâr perdeyi savurursa kalp aynası üzerindeki perde de zaman zaman savrularak açılır. Böylece rüyalar keşfî bilgi için bir vesile olur.

Rüyalar, rüya gören şahsın özelidir.Bir başkası için delil ve hüccet olabileceğini iddia etmek biraz cesurca iddiadır.Rüyalar bir imtihan vesilesi de olabilir.manevi ağırlığı olan bir rüyayı gören kimse "her halde bende bir şey oldum" diyebilir

RABITA

 Sürekli Mevdûdî’nin Tefhim’ini ve diğer eserlerini okuyan talebelerin, zaman içinde tamamen veya kısmen onun şahsiyetine dönüştüklerini müşahede ederiz.. Bundan sonra Mevdûdî gibi müsbet insanlarla akıl, ruh irtibatı kuranlar ile negatif insanlarla irtibat kuranların, kişilik yapısına göre o kişiye olan dönüşümlerini  sürekli müşahede ederiz.; “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.” sabitesiyle karşılaşırız. Bu benzetiş  fıtrî/kozmik bir kanundu hiç şüphesiz… Konuyla ilgili bütün problemlerin, “iyi” örneklerle beraber olup olmamak noktasında odaklandığını görürüz. Kısaca, bu durumu anlamayanların, rabıtayı, “insana tapmak” şeklindeki oldukça sığ antropomorfik anlayışa sığdırma çabalarını, entel-ironik bir keyfiyet olarak düşünmek gerekir.

21 Eylül 2022 Çarşamba

TIP-RUHANİ TIP

 Tasavvuf kitaplarına göre, et-Tıbbu’s-Sûrî/Fizyolojik Tıp olduğu gibi et-Tıbbu’r-Rûhânî de vardır. Tasavvuf literatüründe terimi en belirgin şekilde kullananlar, İbnü’l-Arabî ekolü sûfîleridir. Bu ekol terimi, “sağlıklı bir rûhânî kalbin hakîkî ve manevî sıhhatinin, itidâlinin korunması; sağlıklı bir ruhânî kalbe sahip olmayanlar için ise manevî sıhhat ve itidalin nasıl elde edileceğini, nefsin azgınlığını dizginlemek için az yemek, az içmek, az uyumak ve çok ibadet etmek şeklinde nasıl riyâzet ve mücâhede yapılacağının ilmi” olarak tanımlar. Bunları bilen kişi, tabîbu’l-ervâh/ruhların tabîbi veyâ et-tabîbu’l-ilâhîdir. İbnü’l-Arabî, müzik ve güzel ses gibi manevî tedavi yöntemlerinde öncelikle hastalığın kan, safra, balgam gibi hangi hıltın gâlipliğinden ortaya çıktığını anlamak, ondan sonra tedaviye geçmek gerektiğini ve bundan anlamak için de “ruhanî tıbb”ı bilmek gerektiğini ruhanî tıbbın sûrî tıbbı yani bedenin tıbbını veya fizyolojik tıbbı da içerdiğini ya da, sûrî tıbbı bilen ama tedavi metodu olarak bedeni yöneten ruhu ihmal etmeyen bir tedavi metodunu benimseyen tıp anlayışına bu ismi vermiş görünmektedir. Bu konuyu en açık örneklerle işleyen tabip Ubeydullah İbn Bahtişû (ö. 450/1058)’dur. O, et-tıbbu’s-sûrî/ fizikî tıp tabibinin, nefsin hallerini birçok yönden bilip araştırması gerektiğini, aksi takdirde başarılı olamayacağını Risâle fi’t-Tıb ve’l-Ahdâsi’n-Nefsâniyye, Kitâbu Tıbbi’n-Nefs ve Müdâvâti’l-Ahlâk gibi kitaplarında işler. Ona göre, insan sağlığını etkileyen şeyler, kendisini çevreleyen hava, yiyip içtikleri, uyku ve uyanıklık derecesi, hareket ve durağanlığı, tıkanma ve yayılması ve psikolojik halleridir. Haddizâtında eski tıp kitaplarında ele alınmayan ama “ruh sağlığını” ilgilendirmesi açısından sadece bazı İslâm tabiplerinin eserlerine girmiş olan öfke, hüzün, kin gibi günümüzde psikoterapiye ihtiyaç duyan kötü huylar, doğuş devrinden (II/VIII. asır) beri tasavvufun ele aldığı ve ileride ele alınacağı üzere birer tabip gibi davranan kâmil şeyhler vasıtasıyla uygulanan nefis tezkiyesi/terbiyesiyle tedavi etmeye çalıştığı “manevî hastalıklar”dır. Konuya bu açıdan bakmak, tasavvuf ilmini tamamen ruhanî/manevî tıp ilmine dönüştürür. Müzmin hastalıklara yakalanmış olanları bir tarafa koyarsak, genel itibariyle bedenî hastalıklara zaman zaman yakalanan insan, ruhsal rahatsızlıklarla da her an karşı karşıyadır ve üstelik bunlar bedenî rahatsızlıkları tetiklemektedir. Binâenaleyh her insan, fizyolojik tıbba olduğu kadar bu tür bir tedaviye/terapiye, yani tasavvufa, muhtaçtıR

TASAVVUF VE TIP

 T asavvuf ve genel olarak fen bilimleri, birbirleriyle ilgisi olmayan iki alan gibi görülebilir. Oysa ikisi de farklı açıdan varlık ve kâinatın kanunlarıyla/sırlarıyla ilgilenirler. Bilim adamlarının yaptığı, kâinatın kanun ve sırlarını çözmeye yönelik araştırmalar gerçekleştirmekten başka bir şey değildir. Yapılan her bilimsel çalışma, kâinatın başıboş olmadığını, her şeyin şu veya bu şekilde olmasını isteyen yüce bir varlığın olduğunu düşündüren sonuçlara götürür. Böyle bir sonuç, bilim adamlarının zaman zaman dinî inançlardan da faydalanmasına sebep olur; çünkü zaten dinlerin üzerinde durdukları en mühim konu, kâinatın bir yaratıcısının olduğudur. Kur’ân-ı Kerîm’de, “O, her şeyi yaratmış ve yarattığı şeyleri bir ölçüye göre takdir etmiştir.” gibi birçok ayette belirtildiği üzere Allah, her şeyi belli bir orantı içinde ve “miktarlara, mîzânlara/ölçülere” uygun olarak yaratmıştır. İnsan vücudundaki organların birbirlerine mesafelerinden, bir ağacın dallarındaki yaprakların dizilişine kadar, birçok varlıkta (özellikle güzel olanlarında) bulunan ve altın oran denen 1, 618…. sayısı (Fibonacci dizisi) bunun kanıtlarından sadece birisidir. Ebu Hâmid Gazzâlî’ye (ö. 505/1111) göre, tıp ilmî, ilâhî bir ilim olarak addedilebilir. Çünkü onun verdiği bilgiler deneyle değil, ilâhî ilhamla elde edilebilecek bilgilerdendir. Yaşadığı Osmanlı hekimi Sabuncuoğlu Şerefeddin tarafından kaleme alınan “Cerrâhiyye-i İlhâniyye” (1465) adlı eserden dönem ve öncesinde tabiplerin herhangi bir canlı veya kadavra üzerinde çalışmadıkları göz önüne alındığında, Gazzâlî’nin sözlerinin doğru olduğunu söyleyebiliriz. Râzî’nin tefsirinde de bu görüşü doğrulayan tespitler yer almaktadır: Ünlü hekim Galen/Galinos (M.Ö. 200- 131), gözün kısımları hakkında yazdığı kitapta, Allah’ın aynı yerde karşılaşan iki sinir yaratmasındaki hikmeti, kullarından esirgeyip yazmadığı için rüyasında bir melek tarafından uyarılır. Galinos, uyandığı zaman o konuda da bir kitap yazar. Râzî, Galinos’un, kendi dalağının büyümesine karşı çareyi yine bir melek aracılığıyla öğrendiğini yazdıktan sonra şöyle der: “Tabâbetle ilgili (tıbbî) bilgilerin çoğu başlangıçta bu tür uyarılara ve ilhamlara dayanır.” Sûfînin bir adı da “hakîm”dir ve hakîm, İbnü’lArabî’nin deyimiyle ilâhî, tabiî, riyâzî ve mantıkî ilimleri kendinde cem’ eden/toplayan kimseye denir. Bazı sûfîler, Hz. Peygamber’in “bedenlerin ilmi, sonra dinlerin ilmi” sözü sebebiyle, tıbbın, din ilimlerinin dengi olabilecek tek ilim olduğunu düşünürken, bazıları da tasavvuftan sonraki ikinci seçenek olarak görürler. Meselâ, Mevlânâ Celaleddin Rûmî’nin babası Bahâeddin Veled (ö. 628/1231), Maârif adlı eserinde kendisinden söz ederken, tasavvufa çok küçük yaşlarda ilgi duyup zikir ve riyâzetle meşgul olduğunu, zikir yapmaktan yorulduğu bir sabah, Hârizm’e gidip İmâduddîn Tabîb adlı alimden tıp ilmi tahsil etmeyi düşündüğünü söyler. Tıp ilmi, tasavvufta çok önemli bir yeri olan “kendini tanıyarak Rabbini tanıma” düsturuna da en çok katkısı bulunabilecek bir ilimdir. Sûfîler arasında en yaygın kabule göre insan, beden ve ruhtan meydana gelir. Bazı sûfîler, buna bir de hevânın kaynağı olan “nefs”i eklerler. (Diğer gruba göre nefs, ruhun kirlenmiş hali olduğundan ayrıca sayılması gerekmez.) Bu haliyle, insanı ruhu ne kadar ilgilendirirse bedeni de o kadar ilgilendirir. Birçok tasavvuf kitabının “Nefsini/kendini bilen Rabb’ini bilir.” sözüne sıkça başvurmalarının sebebi de budur. Hatta bazı sûfiler sırf bunun için tıp tahsil etmişlerdir. Meselâ Azîz Nesefî (ö. 700/1300) “kendisini fizikî ve ruhî bakımdan tanımak” için tıp tahsil etmiş ve akabinde tabiplik yapmıştı. Sultan Veled “Bütün acâyib, garâib şeyler insanın vücûdunda mevcûttur. Hiçbir şey O’ndan hâlî değildir. Bunun delili ‘Görmüyor musunuz ki sizin nefislerinizde ibret alınacak âyetler vardır.’2 ayet-i kerîmesidir.” ve Hz. Ali “‘Nefsini bilen Rabbini de bilir.’ fakat sen ham olduğun için göremiyorsun” derken aynı noktaları vurgulamaktadırlar. Bu sebeple, seyr ü sülûkde/Allah’a doğru mânevî yolculukta ilk yapılacak şeylerden birisi, nefsi tanımaktır. Bedene yönelmek, onun idaresi, kemâle ermesi ve faydası olan şeylere hemen ve bilahare ulaşmak için nefsi güzel bir şekilde yönlendirmek gerekir. İnsan bunu, idrak ve algı organları vasıtasıyla yapar. Buradaki seyr, “bidâyât/başlangıç halleri” olarak nitelendirilir. İnsanın bilmesi gereken ilimler arasında, Allah’ın isimleri, sıfatları, tecellîleri, gönderdiği şerîat/din gibi konulardan sonra “vücûdun kemâli ve noksanlığı, insanı hakîkatleri açısından bilmek” konuları da vardır. İbnü’l-Arabî, “mârifet makamı”nın yedi türlü bilgiyi kapsadığını düşünür. Bunlardan dördüncüsünü varlıktaki kemâl ve eksiklikleri bilmek; beşincisini insanın kendisini hakîkatleri açısından bilmek olarak ifade eder. Ona göre her ikisi de insanın bedenini tanımasını içine almaktadır. Bu tanıma, fizyolojik tanımla başlar ki işte bu, Anatomi/ İlmü’t-Teşrîh’tir. İlmü’t-Teşrîh’i, sûfîlerin kelimeleriyle, “bedenlerin yapısını bildiren ilimdir” diye tarif edebiliriz. Organların teşrîhini/vücuttaki açılımını bilmek, zarûrî bir ilim doğurur. Gazzâlî, insanın nefsini tanımasının önemli bir parçası olarak, İlmü’t-Teşrîh’in büyük bir ilim olduğunu ama insanların çoğunun bundan gafil olduklarını söyler: Nefsine ve orada Allah’ın yaratmış olduğu harikulâdeliklere bakan, yaratıcısının kemâlini, hiçbir şeyden aciz olmadığını, lütfunun, rahmetinin ve inâyetinin bütün varlığı kapsadığını görür. Ona göre: “İlmü’t-Teşrîh kemiklerin sayısını, yapısını vs. bilmek için değildir. Bu etibbânın/tabiplerin ve müşerrahûnun/anatomistlerin görevidir. Basîret ehli, bunların yaratılışındaki celâlete, sâni’in/yaratıcının gücüne götüren vasıtalar olarak bakar.” Kutbuddîn Şirâzî’ye göre de İlmü’t-Teşrîh, Hakîm/hikmet sahibi bir Hâlık’ın/yaratıcının varlığını itirafa ve O’nun Tıp ilmi, tasavvufta çok önemli bir yeri olan “kendini tanıyarak Rabbini tanıma” düsturuna da en çok katkısı bulunabilecek bir ilimdir.  rubûbiyetine/rabliğine imana götürür. Bu ilmi yaparken, ihtiyaç duyulan hey’et, hesab, mantık gibi diğer ilimler de tabibi daha başka delillere ulaştırır. Anatomi, Allah’ın kudretinin kemâline delâlet etmekte ve O’nun yarattığı varlıklara verdiği büyük nimetlere, vücûdun bütün cüzlerinin şehâdet etmesi anlamına gelmektedir. Nitekim insan vücûdu tabiplerin kullandığı birçok olağanüstü fizyolojik olgularla doludur. Bunun içindir ki insan vücudunun harikulâde yaratılışından bahseden sûfîler, bu konuyu anlattıkları bölümleri, “Öyleyse, Alîm ve Hakîm olan Allah’ı tesbîh ederim.” gibi Allah’ı tazîm eden cümlelerle bitirmişlerdir. 

HALYVET VE UZLET-ETHEM CEBECİOĞLU

 “Halk içinde Hak’la beraber olmak”, “halvet”, “uzlet” gibi kavramlarla ilgili olarak neler söyleyebilirsiniz? Halvet uygulaması bir zamanlar tasavvufta vardı. Ancak son zamanlarda helâl lokma olmadığı için halvet uygulaması hemen hemen bütün tarîkatlerde kalkmış gibi gözüküyor. Halvetin temeli toplumdan uzak kalmak, Hak ile baş başa kalmak şeklinde çerçevelenir. Ama bu, halktan geçici bir süre olmak kaydıyla uzak kalmaktır. Ben mizantrop bir insanım, topluma uzağım. İslâm, flantrop bir din, yani toplum içinde olmayı yeğleyen bir din. Peygamberimiz (s.a.v.) kendisine tebliğ farz-ı ayn olduğu halde Ramazan’ın son on gününde itikâfa giriyor mu? Giriyor. Hz. Musa Tur Dağı’nda 40 gün itikâfa giriyor mu? Giriyor. Peygamberimiz’in (s.a.v.) peygamber olmadan Hira’ya uzun süreli tehannüs için gidiş gelişi varsa, Hz. İsa’nın Zeytin Dağı’nda itikâfı varsa insanlar için de zikir, saflaşma ve fabrika ayarlarına dönmek üzere aynı uygulamayı yapmak mümkündür, diye düşünüyorum. Sanırım buna oto-güncelleme de denebilir, bir bakıma. Ben, bunu hayatımda bir defa denedim. 10 gün boyunca, zikr, tesbih, ibadet… Halvetten çıkınca bu dünya bana eskisi gibi görünmedi. Geçiciliğini, faniliğini fark ettirerek gölge gibi ve soğuk göründü. Dünya vardı ama gölge oluşunun farkındalığıyla vardı, bende… Yani dünya merkez değildi, herşey değildi… Geçiciydi… Bu yapı oluşunca dünyayı putlaştırma denen, maddeperest, kapitalist, para dostu bir insan olmaktan uzaklaşır mıyız? Elbette uzaklaşırız. Dünya kontrolümüz altında olur. Biz dünyanın kontrolü altında olmayız. Kısaca modern aklın sekülarist duruşu, itikâf karşısında erir, tükenir. Bir başka bakış açısıyla halvette sınırlı miktarda yemek yeme, su içme var. Yani çok az. Ayrıca eşlerimizle birlikte olmak da yok. Halvet insanın kendisini tartmak, tanımak üzere, fabrika ayarlarına dönmek üzere kenara çekilip, tek başına Allah ve Ben’i yaşaması, yani öznesini inşa etmesi, Allah’ı içselleştirmesidir. Ayrıca mizantropik olarak ömür boyu bu şekilde hayat yaşayan bir tasavvuf erbabı, hemen hemen yok gibidir. En ağır halvet yaşayan Abdülkadir Geylânî’dir (k.s.). “Bana 20 yıl konuşmak yasaklandı, konuşmadım. Hep çöllerde yaşadım.” diyor. Ancak hep çöllerde değil. Ara sıra şehre de gidiyor, bir süre tefsir, hadis ve fıkıh dersleri dinliyor. Kendisi Hanbelî fakihidir. Sonra tekrar çöle açılıyor. Sonra dönüyor, yine ilim dinliyor. Hızır geliyor, konuşuyor, O’nu dinliyor. Ricalden birileri geliyor, konuşuyor, O’nu dinliyor. Konuşmuyor, sadece dinleyen kulak oluyor (üzünü hayr). İbn Arabî; “60 gün Mukattam Dağı’nda kalırdım. Hiçbir şey yemez içmezdim.” diyor, bu açılışların ardından ortaya çıkan tekâmülden sonra Fütühat-ı Mekkiye gibi bir şaheser vücûd buluyor. Esasen insanın, bazen ve ara ara kendi kendine çekilmesi, kendini tartması lazımdır. İslâm sosyal bir dindir ama sosyal hayatta başkalarını buluyoruz. Kendimizi bulamıyoruz, hatta kaybediyoruz. Ayette Allah (c.c.); “İnsanları kötülükten men ederken kendilerini unuttular.” diyor. Yani Kur’an’da bireysellik parantezinde kendimizi unutmamamız da emrediliyor. “Ben” sabitliğinin, sosyo-fenomenal değişkenliğinin tam ortasında korunması isteniyor. Halvet uygulaması realite olarak var ama başta da belirttiğimiz gibi yaşadığımız dönemde artık kendi kendine kalmak, halvete çekilmek gibi bir uygulama hemen hemen hiç yok. Modern insan o kadar meşgul ki kendine kalamıyor, kendine ulaşamıyor. Bu yüzden sabitesini kaybediyor. Yitik merkezli, adressiz, serseri mayına dönüşüp uzaklara savruluyor. İşte bu denli meşgul modern insan için tasavvufta özgün ve merkezî bir çözüm var… Halk içinde Hak’la beraber olmak… Kalabalıktasın ama kendini ve Allah’ı yaşıyorsun. Halk içindesin ama Allah’la berabersin. Tasavvufta işte bu terbiye verilir, öğretilir tasavvufta. Nur suresi 36-37. ayetlerde “Allah’ın, yüceltilmesine ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerde hiçbir ticaretin ve hiçbir alışverişin kendilerini, Allah’ı anmaktan, namazı kılmaktan, zekâtı vermekten alıkoymadığı birtakım erkekler, buralarda sabah akşam O’nu tesbih ederler. Onlar, kalplerin ve gözlerin dikilip kalacağı bir günden korkarlar.” buyuruluyor. Yani onları toplumsal hayatta hiçbir ticaret, hiçbir faaliyet Allah’ı anmaktan alıkoymaz. Yani kalbimi Allah’a sabitleyip meyve sebze fiyatlarına bakabilirim. Sosyal hayata açılabilirim. Kuantum ilkesi zıdların armonisi, kozmik denge böyle değil miydi? Zıtların tevhidi... Kelime-i tevhid’de Lâ ilahe de var illallah da var. Tevhid bunu gerektirir. Kelime-i tevhid’de “ilah” da var, “Allah” da var. İkisiyle aynı anda yüzleşip ilahın reddini Allah’ın ıspatıyla beraber yaşamak… İki var oluşta da kendimizi inşa etmek, işte gerçek tevhid bu… Hem kalpçi, hem de akılcı olacağız. Akıl çevrede dünya ile kesrette, kalp Allah’la beraber vahdette merkezde olacak. Birisinden birisini ihmal ettiyseniz dengeyi bozmuş olursunuz. Bozulan denge, dengeyi bozandan intikamını çok acı bir şekilde alır. Uyanık olmak gerek. “ve-lâ tuhsiru’l-mîzân

20 Eylül 2022 Salı

BİR LOKMA BİR HIRKA-ETHEM CEBECİOĞLU

 Benim yaşım 68. Şu ana kadar tek tük birkaç istisnasıyla “bir lokma bir hırka” diyerek yaşayan bir tek derviş görmedim. Herkes kapitalist, herkes ticaret aklıyla lifestyle kurguluyor, altın fiyatlarını, dolar fiyatlarını takip ediyor, arsa peşinde, ev/villa, araba, devremülk, rant peşinde. Ben dünyayı tamamen terk ettim, diyen bir tek Bağrıyanık Mustafa Amca’yı gördüm. Allah rızası için malının tamamını hayra verdi, gitti Medine’ye yerleşti. Karamanlı rahmetli Kamber Amca vardı. Bir de Sami Efendi Hazretleri’ni (k.s.) gördüm. Adana ovasında yüzbinlerce dönümlük verimli araziyi bırakıyor, basit bir muhasebecilik ve helâl para, alın teri ile hayatını idame ettiriyor. Ömür boyu riyazetten dolayı vefat ettiğinde 28 kilo imiş. Bu üç, beş istisnai şahsiyet dışında, demek istiyorum ki bir lokma bir hırka felsefesinin reel olarak artık bugün bir karşılığı yoktur. Kapitalist olmayan derviş kalmadı, sekülerleştik, maddîleştik. Şikâyetimiz bizim bundandır. Yıkılış da buradan oluyor. Yani hadisteki “ya’budûne’d-dînâr” meselesi… “Bir lokma bir hırka”nın arka planında günlük yaşama, yarına para biriktirmeme vardır. Bugün çarpık modernist akıl buna da karşı çıkıyor. Adam bugün çalışıyor akşama kadar 3 dirhem elde ediyor. Bunun 1 dirhemini yiyor, 2 dirhemini de hediye ediyor. Yarına hiçbir şeyi yok. Modern travmatik akıl bunu okuyamıyor. Peygamber Efendimiz buyurmuş: “Allah’a gereği gibi tevekkül etseydiniz, Allah kuşları doyurduğu gibi sizi de rızıklandırırdı. Kuşlar sabahları kursakları boş olarak çıktıkları halde, akşam doymuş olarak dönerler.” (Tirmizî, Zühd, 33). Negatif gibi görünen bir örnek vereyim. Mesela dikkat edin paranız yok, acınızdan öleceksiniz, bu durumda şer-i şerife göre bir günlük dilenme hakkınız bile var. Biri sana 10 lira verdi. Bu bir gün yeter mi yeter. Bundan sonra dilenme yok. Konunun bir başka yönü de şöyle… Bugün İngiltere’de memurlar maaşlarını haftalık alıyorlar, biz ise aylık alıyoruz. Ancak onların usûlü İslâm’ın ruhuna çok uygun. Niye? İşçi çalışır alnı terler… o ter yere düşmeden devlet parasını ödüyor. Şu an Türkiye’de çalışmadan parası aylık olarak peşin ödeniyor. O da yanlış bir şey. Haftalık maaş alanların birikim yapamadığı, hemen harcadığı, yani paranın çabucak ekonomi döngüsüne katıldığını tespit eden konu uzmanları, bunun ekonomiye kuvvet ve ivme kazandırması yönünden iyi bir uygulama olduğunu söylüyorlar. Aylık maaş uygulamasında bu husus, söz konusu değil… Bir lokma bir hırka geçmiş dönemlerde kaldı. Bu modern çapta hiç aza kanaat eden gördünüz mü? Yok. Dolayısıyla şu an “bir lokma bir hırka”yı konuşmanın aktüel bir değeri olmadığını düşünüyorum. Azla geçinmek, ihtiyacından fazlasını biriktirmemek, tevekkül etmek Osmanlı aklında geçer akçe idi. Mal o dönemde, modern çağdaki kadar putlaşmamıştı. Ve o akılla devlet sürekli büyüyordu. Şimdilerde artık o sinerjiyi yitirdik. Modern insan kapitalist iştahlı tüketici, tüketmeye yönelik insandır. Yani o, kapitalist tüketim çılgınıdır. ABD’nin Ohio eyaletinde bir lokantaya oturduk. Önünüze bir tam paket peçete koyuyorlar, iki peçete kullanıyorsun. Geriye kalanı çöpe atıyorsun. Burger veriyor, bir parça yiyorsun geri kalanını yine çöpe atıyorsun... İhtiyacın bir kibrit sana elli tane aldırıyor. On gazoz ihtiyacın varsa 50 gazoz aldırıyor. Bir çift elbise yeter iken moda imparatorunun emriyle bir gardrop dolusu elbise almaya kışkırtıyor. Bu durum, bugün moderniteye esir düşen İslâm âleminde geçerli mi, evet aynen geçerli. Bir tek Bangladeş ve Nijer’de geçerli değil bu... Onlar da dünyanın en fakir iki devleti. Her sene bazen Bangladeş, bazen de Nijer sonunculuğu yakalıyormuş. Sonunculukta iki İslâm ülkesi yarışıyor. Burada bir lokma, bir hırka konusu istesen de var, istemesen de var. İkisi de yokluk ülkesi… Keçileri gördüm Niamey’de… ot bulamadığı için sokağa atılan gazeteleri yiyorlar, gazete yedikleri için de mürekkebi sebebiyle etleri insanları zehirliyordu. Bu durum biraz da iktisatla alâkalı. Ayetlerde “Allah israf edenleri, saçıp savuranları sevmez.” (En’am, 6/141)  buyuruluyor. Modern insan savurgan mı? Evet. Hani İslâm’da azla yetinme, kanaat vardı? Peygamberimiz’in (s.a.v.) yaşadığı hayat, “bir lokma, bir hırka” hayatı idi. Bir akademisyen arkadaşımız şöyle demiş: “Peygamberimiz (s.a.v.) zamanında yoktu o yüzden bir lokma bir hırka yaşıyordu.”. Hayır yanlıştır. Hz. Aişe (r.a.) annemize soruluyor: “Siz Peygamberimiz (s.a.v.) zamanında ne yer ne içerdiniz?” diye. O da iki parmağını kaldırıp “Esvedân, esvedân” yani iki siyah diyor. Birisi su, diğeri hurma. Artık hurma yemek ve su içmekten o kadar melâl gelmiş ki, iki siyah diye cevap vermiş. Aslı öyle mi öyle değil. Muhammed Hamidullah ve diğer tarihçilerden öğreniyoruz. Efendimiz’in (s.a.v.) Hayber’de hurmalıkları var, toprakları var ve hayattayken bunları vakıf haline dönüştürüp kamuya mal etmiştir. İnce bir hesap yaptık, O, her hanımına senevî yaklaşık 300 kilo buğday, 400 kilo hurma veriyordu. Onlar da geleni hemen tasadduk ediyorlar, elde bir şey kalmıyordu. Peki, bundan başka geliri ne? Gazalarda elde edilen ganimetin 1/5’i âyette (Enfâl, 8/41) ifade edildiği gibi, Efendimiz’e (s.a.v.) kalmıştır ancak O, bu hakkını şehitlerin yetim ve dullarına, ashâb-ı suffaya dağıtmıştır. Yine elde bir şey kalmamıştır. Dolayısıyla O’nun fakrı gayr-ı iradî değil irâdî idi. Yok değil, vardı ama varlığını tamamen muhtaçlara dağıtmıştı. Peygamberimiz’de (s.a.v.) elindekini bir kenara ayırma düşüncesi yoktu. Günlük tevekkülle yaşıyordu. Kafasında yarın yok, bugün vardı. Annelerimiz için de öyle. Annelerimiz bir keresinde Efendimiz’den (s.a.v.) Şam kadifesi istemişlerdi. Efendimiz (s.a.v.) dünyalık istediler diye onlardan bir ay uzaklaşmış, (ilâ ve tahyîr) sonunda annelerimize uyarı mahiyetinde ayetler inmiştir. Ayet annelerimiz için “Siz başka kadınlara benzemezsiniz.” (Ahzab, 33/32) diye uyarıda bulunmuştur. Ve onlar hayat boyu toplumun en fakirinin yaşadığı gibi yaşamışlardır. Hatta bir keresinde Ebu Eyyub el-Ensarî (r.a.) bir oğlak pişiriyor ve Efendimiz’i (s.a.v.) davet ediyor. Efendimiz “Bunun yarısını annelerinize götürün.” diyor. Çünkü 7 günden beri hurma da yok, sadece su içiyorlar, diyor. Bunun üzerine Ümmü Eyyub el-Ensarî (r.a.) yemeği onlara götürüyor. İşte bu gibi örneklerden hareketle Efendimiz’in (s.a.v.) bir lokma bir hırka hayatı iradîdir, tespitini yaptıktan sonra konuyla ilgili çıkış noktamızdan birini buradan itibaren başlatabiliriz, diye düşünüyorum. Konuyla ilgili olarak Mustafa Özkan’ın Liberte yayınlarından çıkan “Hz. Muhammed Fakir miydi?” isimli kitabına bakabilirsiniz. İslâm’da zenginlik yasak değil... Ancak doktora derslerimizden birinde dünyaya yaklaşmayı ya da dünyadan uzaklaşmayı, hem öven hem yeren ayetlerle ilgili bir atölye çalışması yaptık. Hatırımda kaldığına göre 110 civarında ayet bulduk. 55 ayet dünyadan kaçındırıyor. 5 ayet dünyaya teşvik ediyor. 50 ayet ise nötr. Kur’an’ın yol haritası da işte bu. Öyleyse bu manzara karşısında, değerlendirmeyi buyurun siz yapın. Yani Kur’ân’ın genel yaklaşımı, Müslümanların dünyacı olmalarına veya dünyacı olmalarına sebep olacak zenginliğe vize vermez niteliktedir. Ayetteki “fahzerû”yu (Teğâbun, 64/14) burada biraz fehmetmek gerek… Peygamberimiz’in (s.a.v.) hayatı işte bu ayetlerde çizilen şekildeydi. Bunu örnek alan dervişler de O’nun gibi bir lokma bir hırka yaşadılar. Bu bir tembellik tablosu değil, kanaat ve tevhid tablosuydu. Geçmiş insanların vahşi tüketim gibi, vahşi kapitalizm gibi çılgınlıkları yoktu. Çünkü Kur’an’da israf bazlı tüketim değil, iktisatlı tüketim emrediliyordu İktisat cimrilik değildir, en az ile ve denge ile yetinmektir

TEKKE-ŞEYH-DERVİŞ

 Tarikatın vazgeçilmez üç unsuru olan “tekke”, “şeyh” ve “derviş” kavramları muhtevası itibariyle modern dünyada müslümanlara İslâm’ın yaşanması noktasında ne tür imkânlar sağlar? Tasavvuf, bilindiği gibi olgun insan veya tabir-i âharla kul insan inşâsını hedef alan bir eğitimi kurgular. Bu eğitimi şeyh yaptırır, mekânı tekkedir. Talebesi de derviştir… Akılsız kalp (gönül/aşk) ne kadar problemli ise kalpsiz (aşksız) akıl da o kadar problemlidir. Her ikisi de ayrı ayrı başına buyruk dengesiz olarak gelişirse insan, ideal dengeli kişilik özelliğinden uzak, yabancı bir çevreye travmatik bir şekilde savrulur. Hiç şüphesiz günümüzde August Comte pozitivizmi, Kant rasyonalizmi, modern dünyada aklı, ilmi putlaştırıp öne çıkarmakla insanın gönül dünyasını fakirleştirmiştir. Ben buna bir tür “insana yapılan örtülü suikast veya ihânet” demek istiyorum. Biz vasat ümmet olarak, Yahudi akılcılığı (mağdubi aleyhim) ile Hıristiyan aşkçılığının (ed-Dâllîn) tam ortasında (sırat-ı müstakim üzere) olmak zorundayız. Aşk veya buna, “vellezine âmenü eşeddü hubben lillah” ayetine dayanarak iman da diyebiliriz… Bu aşk ve iman cem merkezinde sol ayak sabit, sağ ayak bu sabite etrafında, akılla fark çevresinde olmak üzere aynı anda 360 derece sema etmeli. İşte bu yapı içerisinde oluşturulacak denge, akıl-kalp dengesinin en güzel metaforik anlatımı olarak görülmelidir diye düşünüLmelidir.

 Muhammed Abduh Zikrayât’ında (hatıralarında) biraz da yakınarak şöyle der: (Mealen) “Ezher’i ıslah ümidini yitirdim. Kuzeye Tanta’ya gideceğim. Orada bir cami inşa edeceğim. Sağına İslâmî ve modern bilimlerin hepsini okutan bir üniversite kuracağım, aklı orada kemâle erdirip ilmi inşa ettireceğim. Caminin sol tarafına tekke inşa edip orada da kalbî eğitim verip irfanı geliştireceğim. Camide ilimle irfanı, yani akıl ile kalbi cem ederek insan inşa edeceğim.” Abduh bu ideali ile bize aşırı akılcılığın fakirleştirdiği insanı, iç dünya zenginliği ile yani tekke ile onaracağını söylemek istiyor. Kendisi de akılcı olan Abduh, artık akıldan şikâyetçidir. Bu şekilde o, çıkış yolunu kadim irfan geleneğinin öğretildiği tekke denilen eğitim kurumunda yani tasavvufî sistemin öğretildiği müessesede buluyor.

 Abduh örneğinden hareketle tekke, şeyh ve dervişin modern ama fakirleşmiş insan zihnine yapacağı katkıyı epeyce bir düşünmek gerek. Özellikle aydınlanmış akıl yapılanması üzerinden. E. Durkheim dediği gibi modernite ile büyüsünü, cazibesini kaybetmiş bir dünya ile karşı karşıyayız. Her şey soğuk, ruhsuz, sahte, mekanik ve yapay… Hilmi Ziya Ülken iki ciltlik Türk Tefekkürü Tarihi adlı eserinde tekkelerin kapatılışını (Kasım-1925) değerlendirirken mealen şu tespiti yapıyor: Tekkeleri kapattık. Artık sosyal muaşereti öğretecek müesseseler kalmadı. Halkevleri bu ihtiyacı karşılamak üzere açıldıysa da sonuç alınamadı… Bu ifadesiyle o sosyo-kültürel bir fakirliğe dûçâr olduğumuzu vurgulamak istiyor. Ülken’in dediği gibi sosyal muaşereti kaybedince kadın, erkek, çocuk, ihtiyar, karı, koca, kardeş, akrabalık gibi sosyal yapıların hepsi, bilinmedik ufuklara savruldu gitti. Toplum kendi özüne, merkezine yabancı kaldı, yabanda kaldı ve yabanileşti, artık ehlî değil… Ancak, biz, modern insan, ne zaman yabandan, yabancılaşmadan kurtulup ehlîleşecek diye düşünürken, tarihten gelen tekke terbiyesi ile ilgili sosyal tecrübe, birikim ve deneyimimizi irfanî gelenek doğrultusunda yeniden düşünmek için vaktin geç olduğu kanaatinde de değilim. Merhamet, vefakârlık, yardım, îsâr, hizmet, dünyaya aşırı bağlılık vs. gibi insanı insan yapan özelliklerini kaybeden mekanik ve soğuk modern insana,  tasavvufî eğitimin sahih temellere oturtulmuş tekke üzerinden hayat soluğu üflemek artık kaçınılmaz olmuştur.

RABITA

 Rabıta, müridin zihnî planda tefekkür ve muhayyile gücünü kullanarak, mürşidi ile “beraberlik” halinde bulunmasını ifade eder. Ruhî terbiye için bu mânâ beraberliğine ihtiyaç olduğu kaydedilir.

Rabıta her şeyden önce psikolojik muhtevası ile insanî/ fıtrî bir olaydır. Kundaktaki çocuğuna duyduğu aşırı sevginin anneye süt ve gıda ihtiyacını hafif bir göğüs sızısı ile hissettirmesi gibi vakıalar, rabıtanın insanî, fıtrî ve tabiî bir olay olduğu hususunu kolayca anlaşılabilir, kılar. Bir insanın, öğretmenine, annesine, babasına, eşine, dinine, Kur’an-ı Kerim’e ve âlemlerin Rabbi olan Allah’a (c.c.) duyduğu sevgi bir rabıtadır. Sevgi, insanın etrafını kuşatan afak, nesne (obje) ile enfusî/derunî (öznel) temasını ve yakınlaşmasını sağlayan önemli bir araçtır. Bu sevgi olmasa varlığın devamı mümkün olmazdı. Rabıta, tasavvufî planda hiçbir mutasavvıf tarafından, insanın insanı tanrı edinmesi şeklinde açıklanmamıştır. Ancak, müridin şeyhine olan aşırı sevgisi tasavvuf psikolojisini tatmamış kişiler tarafından farklı biçimde  yorumlanmıştır. Bu bilmemişlik, tatmamışlıktan gelen farkındalık noksanlığıdır. Nakşibendîlikte rabıta önemli olmakla birlikte asıl değildir. Müridin şeyhine olan rabıtası murakabeye kadardır. Murakabe (derin tefekkür) derslerine ulaşınca artık rabıta terkedilir. Ondan sonra müridin sadece Allah’a (c.c.) rabıta yapması gerekir. Ancak ihtiyaç duyulunca yapılır. Murakabe aşamasına geldiği halde, yine şeyhine rabıta yapmaya devam eden kişi, manevî açıdan gerilemeye dûçâr olur. Zira şeyhe rabıta yapma, nihaî rabıta olan Allah’a rabıtanın bir ön hazırlayıcısı hüviyetindedir. İlki (yani başlangıçta şeyhe rabıta yapmak) havuzda yüzme eğitimi alan, ikincisi de yüzme eğitimini tamamlamış denizde bilfiil yüzen kişinin durumuna benzer. Tıpkı bunun gibi Allah’a rabıta, şeyhe rabıtadan elbette daha ileri ve daha kemâl noktadır. Birisi küçük havuz, diğeri kıyısı olmayan umman… Diğer tasavvuf okullarında da ismen olmasa bile mânâ olarak rabıta vardır.

Ama sonuçta rabıta; hal transferi yoluyla kâmil insan yetiştirmek hedefine kilitlenmiş irfanî bir uygulamadır

AKIL RUH BEDEN NEFİS İSTİBATI

 Tasavvuf nazarında akıl ruh beden ve nefis irtibatı nasıl kurulur? Bu dört kavramı tasavvuf nasıl açıklar? İslâm genel ontoloji anlayışı, öncelikle Allah (c.c.) merkezli bir varlık bütünlüğü inşa eder ve insanı o bütünlük içinde transandantal bir şekilde Allah’a (c.c.) bağlayan yapıya işaret eder. Tevhidî bir yapıdır bu. “Hepimiz Allah’a (c.c.) aidiz ve O’na döneceğiz.” (Bakara, 2/ 156) “Yerin göğün mirası (yani tüm varlık) Allah’ındır.” (Âl-i İmrân, 3/180) “Bugün mülk(ün tamamı) kimindir? Vahid ve Kahhar olan Allah’ındır.” (Ğafir, 40/16) ayetlerinde tüm kâinatın Bir’e ait olduğu vurgulanır. Ruh ve beden, vahdet ve kesrette birbirine zıt iki yapıdır. Ruh zamansız, mekânsızdır, mahiyeti “illâ kalîlen” (İsrâ, 17/85) yani çok az olarak bilinir. Yaratılmıştır ama ölümsüzdür “emr” âlemine aittir. Bir anda yaratılmıştır. Beden ise zamanlı, mekânlı, mahiyeti tefekkür, ilim, akletme ile bilinebilen geçici (corperelle), ölümlü ve halk alemine ait bir varlıktır. Ruh bedene hâkimdir, sultandır. İşte bu iki zıt varlığın birbiriyle buluşması, ancak bir ara varlıkla yani nefsle mümkün olmaktadır. Nefs mahlûk, zamanlı ve ölücüdür. Azrail (a.s.) vefat anında nefsi öldürür. Nefs ölünce, ölümsüz olan ruh bedeni terk eder. Öncelikle nefsin ölümü ve onun ölümüyle bedenla ilişkisini kaybeden ruhun terki nedeniyle beden ölür ve unsurlar âlemine, “toprağa” karışır gider. Kur’anî bir vakıa olarak basite irca ederek anlattığımız bu terimlerin tasavvuf kaynaklarında izahı da şöyledir: Ruh, idrak eden ve diri olan bir latifedir. Ana karnında tesviyenin (şekillenmenin) tamamlandığı 4. ay sonunda bedene üfürülür. Bedendeki ruh, sütte gizlenmiş yağa benzetilir. Buna latîfî sirayet veya bir tür nüfuz da denebilir. Akletme, idrak etme özelliği, ruhun kabiliyetlerinden biridir. Bu nedenle ruh, ilahî hitaba yani emir ve nehiylere birinci dereceden muhataptır ve sorumluluk sahibidir, mükelleftir. Anne karnında ilahî/insanî ruh üfürülmeden önce insan varlığı, bildiğimiz et ve kemikten, bir de ona izafet halinde bulunan cemadî, nebatî ve hayvanî ruh ile diri bir organizmadan ibarettir. Beden, aslında ruha giydirilmiş geçici bir elbise olarak da görülebilir. Nefs; ruh üfürülmeden önce rahimdeki ilk döllenmeden (zigot) itibaren vardır. Maddî organizma; nebatî ruh özelliği ile hücresel çoğalma ve büyüme, hayvanî ruh özelliği ile diriliğini sürdürme, cemadî ruh ile de cismaniyetini koruma durumundadır. Hayvanî, nebatî ve cemadî ruh şeklinde anlatılan bu kavramlar, orijini itibariyle Mısır’da Hz. İdris’e (a.s) kadar dayanır. Tasavvuf, İslam Felsefesi, Eski Yunan, Mısır ve zincirin son halkası Hz. İdris (a.s) dir. İşte bu üç özelliğe sahip nefs; ilahî ruhun üflenmesi ile şehvetler ve arzuların idrak merkezli olarak kinetize olmasının önünü açar. İlahî ruh yok iken nefse ait arzu, istek, şehvetler, potansiyel halde işlevsizdir. Ruh ile nefs arasındaki ilişki, temeli itibariyle bu minval üzeredir. Bedene bağlı olarak başlangıçtan beri var olan bu nefs olmasa, ilâhî ruh bedenle irtibata geçemez. Zümer sûresi 42. ayete göre ruh, uykudayken, ölen kişideki gibi bedeni terk eder. Akıl/idrak özelliğine sahip ruh uyku sırasında bedende bulunmadığı için uyuyan insanda nefsin şehvet ve arzuları durağanlaşır. Görme, duyma, tatma, dokunma gibi duyuları çalışsa da ruh olmayınca pasiftir ve bu yüzden beyinde bu duyular idrake dönüşmez. Bu idrakin olmayışı sebebiyle kulak canlıdır ama duymaz, göz canlıdır ama görmez, dil canlıdır ama tatmaz, el canlıdır ama hissetmez durumdadır. Ruh ise ait olduğu âlemde kendine özgü idrak bazında duyma ve görmesiyle rüyaları ru’yet etmektedir. Beden, nefsin istek, arzu ve şehvetlerinin kullanılması suretiyle ruhun yönetimi altında olarak dünyadaki hayatını/varlığını sürdürme durumundadır. Nefs, ruhla metafiziğin de ötesinde bir irtibat halinde olduğu gibi bedenle de aynı şekilde belli bir irtibat halindedir. Nefsin ruhla irtibat halinde olduğu yer, metafizik kalp (gönül) iken nefsin bedenle irtibatta bulunduğu yer, fizik olarak beyindir. Bir örnekle basite indirgeyerek bu keyfiyeti şu şekilde açmak istiyorum. Eğer mesela diyelim, mercimek çorbası içiyorsam, bu bedenimin hayatını devam ettirmeye yönelik faaliyetidir, derim. Yemeği nasıl yiyeceğimi ise beynimin direktifleri tayin eder. Beynin direktiflerini nefsin arzu ve iştahı şekillendirir. Nefsin arzularını, idrak, akıl ve bilinçli irade olarak ruh yönlendirir. İşte bu basitçe çizmeye çalıştığımız tablo, insanın beden-nefs-ruh bütünlüğü içindeki fonksiyonelliğini gösterir. İnsan, özetle bu üçünün determine edilmiş, rast gele değil planlı olarak belli bir armoni halinde toplamıdır. Nefs ruhla da interaktif ilişki halindedir. Bu ilişki ve irtibat ağı içerisinde akıl/beyin yemeği yedirir. Çorba içmeyi, ruha ait iradenin istemesi gerekir. Bu istek, nefsin iştahı etkisiyle olabildiği gibi, irade de nefse ait bu iştahı şekillendirebilir/yönlendirilebilir. Geleneksel insiyatik eğitim, insanı bu bütünlüğü içinde ele alıp parçalara bölmeden terbiye eder, eğitir ve ortaya kâmil insan portresi çıkarır. Tarîkatlar da bu eğitimi veren okullardır.

MEVLANA MUHİBBİ BİR ORYANTALİST:REYNOLD NİCHOLSON

 Mevlânâ Muhibbi Bir Oryantalist: Reynold Alleyne Nicholson (ö. 1945) Eserleri açısından oryantalistler içinde tasavvuf araştırmalarına en çok katkısı olan ve batıda tasavvufu, Mevlânâ’yı sevdirenlerin başında Nicholson gelir. Nicholson, akademik hayata ilk adımını 1898 yılında Mevlânâ’nın Dîvân’ından seçtiği şiirlerin çevirilerini yayımlayarak atmıştır. Daha sonra, Mesnevî’den de seçmeler yapmış ve bunları tercüme ederek yayımlamıştır.18 Onun bu sahadaki en büyük başarısı ise, ömrünün sonlarına doğru Mesnevî’nin tenkitli neşrini yapması ve tüm ciltleri İngilizce’ye çevirmesidir.19 Bugün Batı dünyasında onun çalışmalarına referans vermeden Mevlânâ’dan bahsetmek neredeyse imkânsızdır. Mevlana dışında da onun pek çok eseri vardır. Nicholson, 1905-1914 yılları arasında tasavvufla alâkalı dört temel eserin yayın ve çevirilerini hazırlamıştır. Bunlardan ikisi Farsça olup, Attâr’ın Tezkiretü’l-Evliyâ’sı (2 cilt, 1905, 1907) ile Hucvîrî’nin Keşfü’l-Mahcûb’udur (1911).20 Onun şaheserleri arasında A Literary History of the Arabs (Arapların Edebî Tarihi) adlı eseri de özel bir yere sahiptir. Arberry’ye göre bu eser Batı dillerinde sahayla alâkalı yapılan araştırmaların en iyisidir.21 Bir oryantalist olarak Nicholson’ın tasavvuf sahasındaki araştırmaları gerçekten muazzamdır. O tasavvufun düşünce sistemini sadece akademik seviyede derinlemesine incelemekle kalmamış, bu bilgileri halk kitlelerine de aktarabilmiştir. Onun gayretleri sonunda Cambridge, İslâm araştırmaları hususunda önemli bir merkez haline gelmiştir. Ayrıca Nicholson meşhur Mısırlı araştırmacı Afifî’nin de hocasıdır, bu sebeple onun etkileri hem batı hem de doğuda kendini göstermiştir. Netice olarak İngiliz oryantalizmi hem neşir hem de tercüme sahasında tasavvufî araştırmalara ciddi katkıda bulunmuştur. Bu kısa makalemiz sadece başta gelen oryantalistlerin isimlerini ve eserlerini örnek olarak ele almıştır. Yoksa daha pek çok isim ve eser bulunmaktadır. İngilizler sadece tasavvuf değil İslâm’ın diğer ilim dalları ile de ilgili yüzlerce eser kaleme almışlardır. Görüldüğü üzere bu eserler çoğu zaman ilmin dışına çıkarak siyasî, ticarî ve askerî amaçlara da hizmet etmişlerdir. Bu sebeple oryantalistlerin eserleri dikkatle okunmalıdır, maalesef bazı akademik çevrelerde oryantalistlerin, dinimizle ilgili görüşleri tartışılmaz birer gerçek gibi kabul görmekte ve müslümanlar arasında kafa karışıklığına sebep olmaktadır. Bunun için oryantalist çalışmaları yakından takip eden ve onlara doyurucu cevaplar veren eserlere ihtiyaç vardır.

EHLİ TASAVVUF'UN DİKKAT EDECEĞİ HUSUSLAR

  1. Zühd, takva, verâ, fakirlik, zevk ve Allah aşkını hayatın merkezine koyan tasavvuf İslâm’ın özü, kalbi ve ruhudur. Bu açıdan son derece öneme sahiptir. Her şeyden önce tasavvuf güzel ahlâktır, ahlâkî ve manevî kemâli amaçlar. Kettânî’nin dediği gibi, “Tasavvuf ahlâktır, ahlâken senden önde olan tasavvuf bakımından da önde olur.”

 2. “Hakikat tarafından teyit edilmeyen hiçbir şerîat makbul değildir. Şerîatla mukayyet olmayan hiçbir hakikat de makbul değildir.” Şerîatı aşılması gereken bir şey gibi telakkî eden ve hakikate erdikten sonra tüm dinî ve ahlâkî mükellefiyetlerden ârî olduğunu iddia eden birisi ya kelime oyunu yapmakta ya da düpedüz şarlatanlığa soyunmaktadır. Allah’a vasıl olan bir velî için dinin; Kur’an ve sünnetin hükmünün kalmadığını iddiâ etmek dini yozlaştırmaktan başka bir şey değildir. 

3. Allah’ın varlığında fâni olma ya da Allah’la bir olma (fenâfillah) hâli asla Allah ile ontolojik mânâda bir ve özdeş olma biçiminde anlaşılmamalıdır. Fenâ ya da birlik, Allah’ın huzurunda hiçliğini ve acziyetini idrak etme, hep onunlaymış gibi bir his taşıma, Onun varlığının beşerî varlığımızı kuşatması ya da Onun varlığında kaybolma, Allah’ın sıfatlarına bezenmeye çalışma anlamında bir duygusal ve irâdî birliği ifade eder. “Fenâya işaret edenler, bununla tâat ve amelleri görmekten fâni olmayı, kulda ‘Hak ile kâim olma’ düşüncesinin bâkî kalmasını murat ederler.” Gazzâlî’nin sözleriyle, “ . . . Sekr halleri gidip de Allah’ın yeryüzündeki mizanı olan akıl hükmüne döndükleri zaman, bunun hakiki birleşme olmadığını, fakat ittihada benzediğini anlarlar.” Cüneyd-i Bağdâdî, “Gaybdan gelen bir şeyle kendi beşerî varlığından yok olduğun zaman rûhî ferdiyetini kaybetmezsin.” derken, Ene’lHak’ı ile meşhur Hallâc-ı Mansur da “Siz bilmeyenler, bir tutmayın ‘benim’ ile ‘Tanrısal ben’i (ne şimdi, ne geçmişte ne de gelecekte) . . . Ben, ondanım ama o değilim.” sözlerini sarfeder.

 4. Aklın ve ahlâkın önemsizleştirildiği ya da bütünüyle iptal edildiği bir yerde mutlaka yanılmaz otorite hegemonyası, keyfilik ve istismar vardır. Bir şeyhin dürüstlüğünü ve güvenirliğini ancak aklın ilkeleri, ahlâkın genel geçer normları, yüzlerce alimin Kur’an, hadis, icma ve içtihat ile ilmek ilmek ördüğü sahih geleneğin otoritesiyle denetleyebiliriz. Bu denetimden kendini muaf sayan hiçbir şeyhin güvenilirliği yoktur. Gazzâlî’nin çok güzel ifade ettiği gibi, “Şeriat güneşe akıl da göze benzer. Güneş olmazsa göz görmez, göz olmazsa güneş bir anlam ifade etmez”. Yine Muhâsibî’nin sözleriyle, “Akıllar, Yüce Allah’ın kalplere koyduğu nurlardır. Kul içinden geçen bütün düşüncelerin, şeytanının telkinlerinin, nefsinin kuruntularının hepsinde ve kulluk içinde gözettiği her hususta doğruyu yanlıştan işte bu nur ile ayırır.”

5. Kerametlere asla itibar edilmemelidir. Kerametler bir şeyhin ya da tarîkatın doğruluğunun ve güvenilirliğinin ölçüsü olarak değerlendirilmemelidir. Tasavvuf tarihinin büyük sûfîleri ya kerametlere itibar etmemişler ya da kerametleri kulu Allah’a ulaştıran yol üzerindeki tuzaklar olarak görmüşlerdir. Bu konuda en açık kuralı Musa b. İsa’nın anlattıklarından öğreniyoruz: “Bâyezid’in şunu söylediğini babam bana anlatmıştı. Bir adamın havada bağdaş kurup oturacak kadar kerametlere sahip olduğunu gözlerinizle görseniz, o adamın Allah’ın emirlerini, nehiylerini ve hudutlarını muhafaza ve şerîata riayet hususunda nasıl hareket ettiğini tetkik edene kadar ona aldanmayınız.

6. “Kişi bu dünyayı mal biriktirip yığma, böbürlenme, makam ve mevki peşinde koşma, yükselme ve şöhret olma ve yoksul düşerim korkusuyla zenginlik üstüne zenginlik katma şeklinde değerlendirirse, onun dünyası yerilecek bir dünya olur. Buna karşılık, kul bu dünyadan meşru yollarla gerekli olanı, haysiyetini ve dinini koruma için vazgeçilmez olanı edinirse, onun dünyası yerilecek değil, övülecek bir dünya olur.” Fakirlik sûfînin aslî halidir. Bişr b. Haris Hafî’nin sözleriyle, “Makamların en faziletlisi, mezara varıncaya kadar fakirlik için sabırlı olmaya azmetmektir.” Ve yine Ebu Derdâ’nın anlattığına göre, “Ölülerle düşüp kalkmaktan sakının!” diyen Resulullah’a “Ölüler kimlerdir?” diye sorulduğunda, “Zenginler.” cevabını vermiştir. Buraya kadar aktarılan sözlerin sebeb-i hikmetine gelince, her nerede para ve çıkar ilişkileri kurulmuş, dünyevî haz ve menfaat güdülmüş, lüks ve şatafata kaçılmış, mevkî, makam ve mal biriktirme sevdasına düşülmüş, zenginlerin eteğine yapışılmış ise orada gerçek irfan ve hakiki sûfîlikten eser yoktur. 

7. İster Allah’ın rızasını gözetmeye isterse göz boyamaya, teşvike veya muhatapta hayranlık uyandırmaya hizmet etsin her tür itidalden sapmalara, sergilenen aşırılıklara dinen kıymet atfedilmemelidir. Bu konuda Osman ibn Maz’un’un anlattıkları hepimiz için ders niteliğindedir: - Ya Resulallah! İçimden Havle’yi boşamak geçiyor. - Yavaş ol! Çünkü evlenmek benim sünnetimdir. - İçimden kendimi hadım etmek geçiyor. - Yavaş ol! Çünkü benim ümmetimde hadımlık (ve böylelikle şehevî arzulardan kurtulmak) oruca devamla sağlanır. - İçimden keşişler gibi yaşamak geçiyor. - Yavaş ol! Çünkü onun yerine benim ümmetime yakışan hac ve cihattır. - İçimden et yemeyi terk etmek geçiyor. - Yavaş ol! Çünkü ben eti severim, bulabildiğimde de yerim. 

USULÜ AŞERE-ON USUL/NECMEDDİN KÜBRA

 Necmüddin-i Kübra’nın Usûl-i Aşere’deki dökümü şöyledir: 1. Tevbe 2. Zühd 3. Allah’a tevekkül 4. Kanaat 5. Uzlet 6. Devamlı zikir 7. Tamamen Allah’a yönelme 8. Sabır 9. Murakabe 10. Rıza 28 Necmüddin Kübra’nın Risale ile’l-Haim’deki dökümü ise şöyledir: 1.Beden Temizliği 2. Halvet 3. Devamlı susmak 4. Devamlı oruç 5. Devamlı zikir 6. Teslimiyet 7. Hatıra bir şey getirmemek 8. Kalbi şeyhe rabtetmek 9. Ancak mecburiyet halinde uyumak 10. Yemede içmede orta yolu izlemek 29

HALLER-KAŞANİ,KUŞEYRİ

  Hallerin devamlı olup olmadığı konusu sûfîler arasında tartışmalıdır. Abdurrezzak Kâşânî’ye (ö. 1329) göre “Bir nitelik sabit ve yerleşik olmadığı sürece haldir; aynı nitelik yerleşik, sabit ve devamlı hale geldiğinde makam haline gelir.” Buna karşılık Kuşeyrî’nin formülasyonu şöyledir: “Sûfîlerden bazıları hallerin bâkî ve daimî olduğuna işaret ederek demişlerdir ki: Haller devamlı olmaz.ve peş peşe gelmezse hal değil levâih ve bevâdih adını alır. Levâih ve bevâdih sahibi henüz hallere ulaşmış değildir. Ancak bu sıfat, devam ederse o zaman hal ismini alır.” Kuşeyrî sonuçta “Hallerin devamlı olduğunu savunan sûfîlerin sözleri doğrudur” der.