20 Eylül 2022 Salı

TEKKE-ŞEYH-DERVİŞ

 Tarikatın vazgeçilmez üç unsuru olan “tekke”, “şeyh” ve “derviş” kavramları muhtevası itibariyle modern dünyada müslümanlara İslâm’ın yaşanması noktasında ne tür imkânlar sağlar? Tasavvuf, bilindiği gibi olgun insan veya tabir-i âharla kul insan inşâsını hedef alan bir eğitimi kurgular. Bu eğitimi şeyh yaptırır, mekânı tekkedir. Talebesi de derviştir… Akılsız kalp (gönül/aşk) ne kadar problemli ise kalpsiz (aşksız) akıl da o kadar problemlidir. Her ikisi de ayrı ayrı başına buyruk dengesiz olarak gelişirse insan, ideal dengeli kişilik özelliğinden uzak, yabancı bir çevreye travmatik bir şekilde savrulur. Hiç şüphesiz günümüzde August Comte pozitivizmi, Kant rasyonalizmi, modern dünyada aklı, ilmi putlaştırıp öne çıkarmakla insanın gönül dünyasını fakirleştirmiştir. Ben buna bir tür “insana yapılan örtülü suikast veya ihânet” demek istiyorum. Biz vasat ümmet olarak, Yahudi akılcılığı (mağdubi aleyhim) ile Hıristiyan aşkçılığının (ed-Dâllîn) tam ortasında (sırat-ı müstakim üzere) olmak zorundayız. Aşk veya buna, “vellezine âmenü eşeddü hubben lillah” ayetine dayanarak iman da diyebiliriz… Bu aşk ve iman cem merkezinde sol ayak sabit, sağ ayak bu sabite etrafında, akılla fark çevresinde olmak üzere aynı anda 360 derece sema etmeli. İşte bu yapı içerisinde oluşturulacak denge, akıl-kalp dengesinin en güzel metaforik anlatımı olarak görülmelidir diye düşünüLmelidir.

 Muhammed Abduh Zikrayât’ında (hatıralarında) biraz da yakınarak şöyle der: (Mealen) “Ezher’i ıslah ümidini yitirdim. Kuzeye Tanta’ya gideceğim. Orada bir cami inşa edeceğim. Sağına İslâmî ve modern bilimlerin hepsini okutan bir üniversite kuracağım, aklı orada kemâle erdirip ilmi inşa ettireceğim. Caminin sol tarafına tekke inşa edip orada da kalbî eğitim verip irfanı geliştireceğim. Camide ilimle irfanı, yani akıl ile kalbi cem ederek insan inşa edeceğim.” Abduh bu ideali ile bize aşırı akılcılığın fakirleştirdiği insanı, iç dünya zenginliği ile yani tekke ile onaracağını söylemek istiyor. Kendisi de akılcı olan Abduh, artık akıldan şikâyetçidir. Bu şekilde o, çıkış yolunu kadim irfan geleneğinin öğretildiği tekke denilen eğitim kurumunda yani tasavvufî sistemin öğretildiği müessesede buluyor.

 Abduh örneğinden hareketle tekke, şeyh ve dervişin modern ama fakirleşmiş insan zihnine yapacağı katkıyı epeyce bir düşünmek gerek. Özellikle aydınlanmış akıl yapılanması üzerinden. E. Durkheim dediği gibi modernite ile büyüsünü, cazibesini kaybetmiş bir dünya ile karşı karşıyayız. Her şey soğuk, ruhsuz, sahte, mekanik ve yapay… Hilmi Ziya Ülken iki ciltlik Türk Tefekkürü Tarihi adlı eserinde tekkelerin kapatılışını (Kasım-1925) değerlendirirken mealen şu tespiti yapıyor: Tekkeleri kapattık. Artık sosyal muaşereti öğretecek müesseseler kalmadı. Halkevleri bu ihtiyacı karşılamak üzere açıldıysa da sonuç alınamadı… Bu ifadesiyle o sosyo-kültürel bir fakirliğe dûçâr olduğumuzu vurgulamak istiyor. Ülken’in dediği gibi sosyal muaşereti kaybedince kadın, erkek, çocuk, ihtiyar, karı, koca, kardeş, akrabalık gibi sosyal yapıların hepsi, bilinmedik ufuklara savruldu gitti. Toplum kendi özüne, merkezine yabancı kaldı, yabanda kaldı ve yabanileşti, artık ehlî değil… Ancak, biz, modern insan, ne zaman yabandan, yabancılaşmadan kurtulup ehlîleşecek diye düşünürken, tarihten gelen tekke terbiyesi ile ilgili sosyal tecrübe, birikim ve deneyimimizi irfanî gelenek doğrultusunda yeniden düşünmek için vaktin geç olduğu kanaatinde de değilim. Merhamet, vefakârlık, yardım, îsâr, hizmet, dünyaya aşırı bağlılık vs. gibi insanı insan yapan özelliklerini kaybeden mekanik ve soğuk modern insana,  tasavvufî eğitimin sahih temellere oturtulmuş tekke üzerinden hayat soluğu üflemek artık kaçınılmaz olmuştur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder