Tasavvuf, İslam kültür ve medeniyet havzasında ortaya çıkan önemli tefekkürî ve amelî tezahürlerden biridir. İnsanın iç dünyasını inşâ eden, kalbin güzel ahlâk ile teçhîz edilmesine önem veren, dinî tecrübeleri zenginleştiren bir yaşama, düşünme ve yorumlama şekli olan tasavvuf, zamanla dinî ilimlerden biri olmuştur.
Tasavvuf kâl ilmi değil, hâl ilmidir. Sûfîler, tasavvufî şuurun kâl ile değil hâl ile elde edileceğini sıklıkla vurgulamışlardır. Bu yüzden tasavvuf, tecrübî bir ilimdir ve bu tasavvufî tecrübe doğrudan yaşanılarak elde edilir. Dolayısıyla sûfilikle ilgili marifetin bu tarz bir tecrübe yaşamayanlara aktarılması oldukça zor olduğu gibi, bazen de imkânsızdır. Bu duruma işaret etmek üzere “tatmayan bilmez” denilmiştir. Yaşadıkları ruhî tecrübeyi, batınî halleri dile dökerken kelimelerin kifayetsizliği sebebiyle sufîlerin güçlük çektikleri, birtakım sıkıntılarla karşılaştıkları anlaşılmaktadır. Kullanılan dil ne kadar zengin olursa olsun, tasavvufî tecrübe çoğu zaman dilin sınırlarını aşmakta ve terminolojiye sığmamaktadır. Bu durumda sufîler yaşadıkları tasavvufî halleri birtakım sembollerle ifade etmektedirler. Onlar, içinde bulundukları halin ifade edilemez olduğunu hissettiklerinde ima, teşbih, temsil, telmih, istiare gibi edebî sanatlara, şiire veya musikiye müracaat etmektedirler. Sufîlerin kullandıkları birtakım ifade ve semboller, tasavvufa hakkıyla aşinâ olmayan veya sufî tecrübeye sahip olmayan bazı kimseler tarafından yanlış anlaşılabilmektedir. Ancak bu tür ifade ve semboller, mana derinliğine vâkıf olamayan “kâl ehli” tarafından anlamsız ve saçma gibi görülse de, tasavvufun sembollerine aşinâ olan ehil kimseler için apaçık bir anlam taşımaktadırlar. Bu yüzden, sufîlerin bizzat yaşayarak, tadarak ulaştıkları tasavvufî tecrübeleri başka insanlara anlatmak amacıyla kullandıkları birtakım ifade ve sembollerin zahirî manasına bakarak bunları anlamsızlıkla suçlamak dar bir bakış açısının eseridir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder