Mahmud Erol Kılıç, İbnü’l-Arabî’nin yapmış olduğu şeyin, nebinin kalbine inen vahyin insanlığa inmesinde tercümanlık veya aracılık etmek olduğunu şöyle ifade etmektedir: “Bir açıdan ona bağlı olduğunu iddia edenler ve diğer açıdan da ona karşı olduğunu söyleyenler özellikle bilsinler ki Şeyh-i Ekber: ‘Açtığım bütün sırlar Hz. Kur’an’dan, yani Kur’an mertebesinden alınmış ve tamamen Muhammedî mirasın açılımından ibarettir. Yani düşüncelerimin kaynağı, ne Aristo’dur ne Platon. Herhangi bir felsefi okul içinde eğitim alarak onların görüşlerini naklediyor değilim. Ben bana ne ilka ediliyorsa –ki ona ilka-i ilahî ve imlâ-i Rabbanî diyor- onu naklediyorum’ demektedir. Bu surette o ‘Tercümân-ı Hak’ vazifesini yerine getirmektedir. Yani ilhamlanarak gerçeğin bilgisine ulaştığını sık sık söyler İbnü’l- Arabî. Ortaya koyduğu orijinal ve evrensel fikirleriyle, hem Batı felsefesini hem de Doğu felsefesini etkileyen İbnü’l-Arabî, tasavvuf felsefesinde önemli bir mîlat olarak kabul edilmektedir. O, İslâm kültür ve medeniyetinin en parlak simalarından birisi olduğu gibi, tasavvuf tarihinin “kendisinden önce” ve “kendisinden sonra” olmak üzere ikiye ayrılmasına sebep olan ve tasavvuf felsefesi ile ilgili görüş ve düşünceleriyle kendisinden çokça söz ettiren ender şahsiyetlerden biridir. İbnü’l-Arabî’nin tasavvuf felsefesinin temelini, “vahdet-i vücûd” düşüncesioluşturur. Ancak İbnü’l-Arabî “vahdet-i vücûd” ifadesini kullanmamış, onu bir
kavrama yakın
anlamda ilk kez kullanan, Sadreddin-i Konevî (ö.673/1274) ve
talebesi
Saîdüddin el-Fergânî (ö.699/1300) olmuştur. İbnü’l-Arabî’nin vücûd ve
mertebeleri ile
ilgili görüşleri, Sadreddin-i Konevî başta olmak üzere çeşitli
müellifler
tarafından derlenerek tanzim edilmiştir. İbnü’l-Arabî’nin fikirlerinin
yayılmasında Konevî’nin rolü inkâr edilemez. Konevî’den sonra, Müeyyedüddin el- Cendî (ö.691/1292), Abdürrezzak-ı Kâşânî (ö.730/1330) ve Davud-i Kayserî (ö.751/1350) gibi müellifler bu düşüncenin takipçisi olmuşlardır. Osmanlı döneminde ise Abdullah Bosnevî (ö.1045/1644), Niyâzî-i Mısrî (ö.1106/1694), Abdülganî en- Nablûsî (ö.143/1731), İsmail Hakkî-i Bursevî (ö.1137/1725), Abdullah Salâhî-i Uşşakî (ö.1196/1781) ve Muhammed Nûru’l-Arabî (ö.1305/1888) vb. sufiler, vahdet-i vücûd düşüncesini takip etmiş ve çeşitli eserlerinde bu konuyu ele almışlardır. Aynı dönemde “vahdet-i vücûd” adı altında müstakil eserler de kaleme alınmıştır. Görüldüğü gibi bu isimler, İslâm tefekkür tarihinin en önemli
simalarındandır. Birçok araştırmacının ortaya koyduğu gibi İbnü’l-Arabî, kendisinden sonra tasavvuf tarihinin seyrini önemli ölçüde etkilemiştir. Bu açıdan başta Osmanlı düşünürleri olmak üzere, İslam dünyasındaki tasavvuf hareketlerini anlayabilmek için İbnü’l-Arabî’nin düşünce dünyasına vakıf olmak gerektiğini söyleyebiliriz. O, ilk sufilerin görüş ve düşüncelerini yorumlamış ve bunları belirli bir nazariyeye doğru sistemleştirmiştir. İbnü’l-Arabî’nin görüş ve yorumları, kendisinden önceki tasavvuf ile sonrasını birleştiren bir niteliğe sahiptir ki, bu sayede tasavvuf homojen ve yeknesak bir bütünlüğe ulaşmış, bunun neticesinde bütün sufiler “taife” haline gelebilmişlerdir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder