"Ama e er sabrederseniz, muhakkak ki O sabredenler için daha hayrlıdır" [Ve le in sabertüm le hüve hayrün lissâbiriyn] (XVI/126) Bu âyette All h [çektikleri] çilelerinde sabırlı olan kullarını bizzât, Kendisi' nin onların ho larına gidip de kaybetmi olduklarının vekili ve bedeli oldu unu be yân ederek, teselli etmektedir. Sabırlı olmak, aslında, nefsi ona ho gelmeyen bir eyi kabûle zorlamak demektir; ve nefs hâl-i hâzırdaki istidâdı ile uyumlu olmayan her eyden, ve hattâ bunun daha sonraları kendisi için bir hayr olaca ını bilse dahî, nefret eder. Nefslerin zora koulduklarında hissettikleri bu nefsânî ve tabiî ızdırab ancak güçlü ve hâkim bir mânevî hâl onları zabtetti i ve ızdırablarına neyin sebeb oldu u nu ve neyin bir lezzet vermi olaca ını unutturduu zaman def edilebilir. Zîrâ insan, en büyük evliyâların dahî kendinden uzak olması için a layıp, inleyip, âh ettikleri ve yardım taleb ettikleri bu kabil ızdırabdan kendili inden kaçamaz. Aynı ey insanın defetme e muktedir oldu u rûhânî ızdırab için geçerli de ildir. Onun içindir ki evli yâların kendilerine erimi olan bir belâ kar ısında, derûnlarında: mes'ûd, mutmain, All h'ın kendileri için seçmi oldu unun en iyi oldu undan emin ve sâkin oldukları görülür. Aslında hiçbir ey bizâtihî de il fakat yalnızca "kaplara" ve eyânın fizikî is tidadına göre ikrâh verici ve de kötüdür. Eer eyâ, hâl-i hâzırda, Gaybî Hakîkatları açısından göz önüne alınacak olursa bunların ba ına gelen aslında bunlara uygun o landır. Dahası da var: onların ba ına zâtî hüviyetlerinin zorunlu kıldı ından baka hiçbir ey gelmez. u hâlde All h sa lık, zenginlik, ikbâl güvenlik, çoluk-çocuk sâhibi olmak gibi insanların houna giden eylerin kaybına sabırla tahammül edenlere "O"nun [Hû'nun], onların kaybettiklerinden daha hayrlı oldu unu beyân etmi tir. Zîrâ bunlar "O"nun [yâni "Hû"nun] kendilerinin ayrılmaz Hakîkatı ve zorunlu melceleri oldu u nu ve kezâ kaybettikleri ho larına giden eylerin ise vehim ve hayâlin umûrundan baka bir ey olmadı ını bilmektedirler. All hu Teâlâ burada le hüve "muhakkak ki O" ibâresini kullanmı bulunmak tadır. Hâlbuki Hüve isimlendirilmesi de ya da tasvîr edilmesi de mümkün olmayan, kavranamayan ve bilinemeyen Hakîkat'tır. O, her tecellînin tecellî etmemi olan Asl'ı, her e'niyetin [realitenin] Hakîkat'ıdır. O, ne ınkıtâaya u rar ne dönüür, ne bir yere gider ne de de i ir. Burada hüve hazır bulunmayan fakat konumakta olan bi rinci ahsa ve kendisine hitâb edilen bir ikinci ahsa dilbilgisi bakımından ba lı olan bir ahıs için üçüncü ahıs zamiri olarak kullanılmı de ildir1. All h le ene "muhak kak ki Ben" demi de ildir; zîrâ ene zamirinin hazır olmayı gerektiren belirleyici bir rolü vardır. Hâlbuki belirli olan her ey zâten bundan ötürü sınırlıdır da. Hayr ibâresine gelince bu, [dilbilgisi açısından] biribirileriyle ortak bir eyleri olan iki ey arasında mukyeseyi varsayan bir terimdir. Burada ise ortak herhangi bir 1 Dikkat etmek gerekir ki bu durum fizik-ötesi bir hüve ile te'lif edilmesi mümkün olmayan bir kesret demektir. ey ve hiçbir muk yese söz konusu olamaz: ama All h kullarına onların tanıdı ı bir dille hitâb etmekte ve onları alı ık oldukları bir biçimde yönlendirmektedir. Böyle olmasaydı Varlık ile Adem arasında ortak ne vardır ki? Ve de Hakîkat ile vehim nasıl muk yese edilir ki? All h'ı bulmu olan hiçbir ey kaybetmi de ildir; ve All h' kaybeden ise hiç bir ey bulmu de ildir. bn Atâull h'ın Hikmetler'inde öyle yazmaktadır: Ne buldu ki Seni kaybetmi olan? Kezâ ne kaybetmi ki Seni bulan? 220. Mevkıf
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder