18 Ocak 2021 Pazartesi

SURP SERKİSTEN İSTİMDAT

Adanalı İsmail Emre hazretleri anlatır:Vaktiyle bir Ermeni kadın komşumuz vardı; kocası kunduracıymış, güzel bir evleri varmış; o anlatırdı: (Çocuklarımız olmadı; çocuk sevgimizi de birbirimize verdik, çok güzel geçinirdik. Kocam çalışır, boğazımızdan artan paradan bana altın, bilezik, ziynet eşyası yapardı. Birgün altınlarımı hamamda unutmuşum; gittim, baktım ki yok. O anda başıma bir ağrı yapıştı. “Ben şimdi kocama ne diyeceğim?” diye üzülüyordum. Kocam: “canın sağolsun, ne zararı var…” dedi ama, ağrı geçmedi. Bu başağrısı hiç durmadı. Üç sene sonra gözlerim de görmez oldu. Adana’da doktor bırakmadık. Evvelce iğne yoktu; onun için doktorlar hep ilâç verirlerdi. Nihayet felç oldum… Bir karyolada yatardım. Doktorlardan ümidi kesince, çareyi “Surp Serkis”ten istemeğe başladım. Gece gündüz “Yâ Surp!” diye yalvarırdım. Hastalık yedinci seneyi buldu: Artık kendimi tutamıyor, altıma da ediyordum. Kocam bile kokudan yanıma yaklaşamıyordu. Kulaklarım da işitmez olmuştu. Ama ben hiç durmadan Surp’a yalvarıyordum. Bir yaz günü, içerde yatıyordum; kapı gacırt diye açıldı. Hah! dedim, ses işittim. Kendimi yokladım ki, hiçbir tarafımda ağrı kalmamış. Nûranî yüzlü, sakallı bir ihtiyar içeri girdi. “Bu nûranî yüzlü ihtiyar, kendisinden doğuyor, kendi icad ediyor”. Bana: “Kalk kızım! Yedi seneden beri beni çağırıyorsun; hele son günlerdeki çağırışların, beni artık durdurtmadı…” dedi ve gözlerimi elledi, gençliğimdeki gibi görmeğe başladım… Kulağımı elledi, sesleri işitmeğe başladım. Kalbimi elledi, her yerim iyi oldu. Bana tekrar “Kızım, dedi, artık bitti. Ben seni iyi ettim; öp elimi bakayım?” ; öptüm; öbür elini de öptüm; çıktı, gitti. Beni bir keyf aldı ki sorma… Müjde vermek için kocama gitmek istedim amma, baktım ki ayaklarım tahta gibi olmuş. Senelerden beri kocamı görmediğim, sesini de işitmediğim için, “acaba kocam da ihtiyarlamış mıdır” diye merak ediyordum. Yavaş yavaş yürümeğe başladım. İki dam arasına bir tahta koymuşlar; ben onun üstünde yürürken beni gördüler; telâşa düştüler, gelip beni tuttular. Ortalık ay ışığıydı amma, lâmbayı yaktılar. Sevinçlerinden ağlamağa başladılar; kocam ağlar, kaynanam ağlar… “Acaba delirdi mi? diye sükût, yüzüme bakıyorlar, ağlıyorlar. Bu sefer ben onlara acımağa başladım. Neyse, oturduk, kimisi diyor: “filân ilâçtan iyi oldu”, kimisi diyor: “filân şeyden”. Onlar böyle konuşurken, ben acıktığımı hissettim. Baktım ki orada bir kab içinde zerdali var, “şu zerdaliyi getirin de yiyeyim” dedim; “Aman! essahtan görüyor…” dediler. Zerdalinin tozlarını yıkattım, başıma geleni anlattım.) İşte bu da bir mucize, amma, mucize devresinde kalmak iyi değil, Hz.Îsâ mûcizeye saplandığı için ordan öteye gidemedi. Hastaları iyi ederdi amma, bu Allah’ın işine müdahale etmek değil midir? Allah bilmiyor mu o hastayı iyi etmesini? Allah’ın şefkat ve merhameti Îsâ’dan daha mı azdı yoksa? Hâlbuki her hastalıkta başka bir hikmet vardır. Birçok hastalıklarımız, bedenî ağrı ve arızalarımız ilerde gelecek daha büyük bir hastalığı önlemektedir. Îsâ, bu varlığın bu hastalıkların dışı ile uğraşmış; içinden haberi yok. Haberi de var da, hâli tecellî etmemiş. Îsâ’dan tecellî eden “Kudret”, bir zaman sonra da Muhammed’den tecellî etmiştir; büyümüş, tekâmül etmiştir, durmadan da büyüyor. İnsanlar o “Kudret”e doğru tekâmül ediyor, akılları büyüyor da, biz de zannediyoruz ki Allah’ın kudreti küçüklükten büyüklüğe doğru tekâmül ediyor. Zannettiğimiz gibi değil. Tekâmül, insanlara aittir; o Kudret her zaman için mükemmeldir. Şimdiki konuştuğumuzu, bir sene evvel kimse konuşmamıştır. Bizi konuşturan da aynı kudrettir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder