18 Aralık 2020 Cuma

SOHBETLERDEN

önceki sohbetin devamıdır. Emre – Hâ… Buraya gelince: Hiçbir kimse hâlinden memnun değildir, insanlar, memnuniyetsizliklerinden, bir hâlden diğer bir hâle doğarlar, geçerler. Siz de, durmadan doğuyorsunuz. Aklınız değişiyor. S. – Sizi tanıdıktan sonra düşüncemde belki bir değişiklik olabilir. Bu bir doğuştur. Başka bir şey görseydim, başka doğuşlar olacaktı. Şimdi yine eski mevzuya gelelim: Ben, ölenler için “Öldü!” diyeyim; siz “ev değiştirdiler!” diyorsunuz, bize materyalizme göre Allah’ı tanıttılar. Tabiat Tanrı’dır. İnsan ölür, tekrar dirilir, yaşar dediler. Emre –Hayır, Allah, tabiatın fevkinde bir kudrettir. İnsan zekâsı burada âcîz kalır. Tefekkür etmek lâzım ki anlayalım. Biraz uykumuz kaçmalı. S. – Tabiat, Allah’ın bir sıfatı değil mi? Emre – Sıfat ama, Allah değil. Tabiat, bir kanundur. Cemiyetin akıllı insanları toplanıp kanun yapmışlardır. Bu kanuna göre, adam öldüreni asarlar. Yâni her kanunun neticesi bellidir. Hâlbuki iki dakika sonra başımıza ne geleceğini biliyor musunuz? S. – Hayır. Emre – İşte şimdi iş, tabiatlıktan çıktı, Allah’a intikal etti. Ne tabiatçılarla karşılaştık… Fakat cevabı makul alınca, işi anlıyorlardı. S. – Öbür dünyayı nasıl görelim? Ona nasıl isbat edebiliriz? Emre – İsbat, müşâhedeyle olur. Her insanın müşkülü de budur. Fakat bu, bedava olmaz. Bunu görmek için canınızı vermeğe râzı mısınız? Şu kurşun kalemini bile bedava vermeyiz. Bu sorgunun bedeli senin canındır. S. – ………… Emre – Bu sırra vâkıf olman lâzım. Fakat bu da birdenbire olmaz. S. – Ben olamam. Emre – Olursun, ümidini kesme. S. – Olurum belki, fakat anlatamam. Emre – Anlatamazsınız, evet. S. – Hayır, siz anlatabilirsiniz. Emre – Size birşey söyleyeyim mi? Ben yalan söylemem. Şu Küre’de benden âcîz bir ferd göremedim. S. – Siz kendinizi küçüklükle bile ifade edilemeyecek kadar küçük görüyorsunuz; bizimse kendimize göre ne değerlerimiz, nice meziyetlerimiz var gûya… Hâlbuki siz o âleme âgâhsınız. Bize oranın meyvalarından verseniz. Ben o meyvalardan yemek istiyorum. Emre – O âlemin meyvalarının tohumlarını henüz ekiyoruz. Meyva birdenbire olur mu? Bir erik bile muayyen bir zamanda olur. Senin istediğin meyva ise ezelî ve ebedîdir, zamana tâbi değildir. S. – Ya beklerken kurursak? Emre – O bahçıvan kurutmaz. S. – Bir muz bahçesi sahibi, veriyor gübreyi, veriyor suyu, Ağustos’da alıyor meyvayı, isterse. Siz de böyle yapsanız… Emre – Bak aydan bahsediyorsunuz. Hiç olmazsa ay mühleti girdi, araya. S. – Ben çabuk olsun istiyorum. Emre – Acele etme. Zamanı var. Bak Küre ne kadar sür’atle tekâmül ediyor… Ama, yarınki keşifler ve icadlar bugün oluyor mu? Her şeyin bir zamanı var. Dünya daha ne kadar çok şeylere hamile… Öyle kuvvetler doğuracak ki… Koca bir binayı havada tutacak kudretler geliyor. Aydaki, yıldızlardaki hayat görülecek, bilinecek. Şimdiye kadar gelmiş, geçmiş insanların sesleri, resimleri tesbit edilecek. S. – Ay’a, yıldızlara gidilebilir mi? Emre – Hayır, oralara gidilemez. Küre, doğurduğunu bırakmaz. S. – Bazı anneler çocuklarını bırakıyorlar. Küre yapmaz mı bunu? Emre – Hayır yapmaz. Siz benim kalbime girebilir misiniz? S. – Arzu edersem, giremez miyim? Emre – Hayır, arzuyu bırakırsanız girersiniz. S. – Bu da bir arzu değil mi? Emre – Hayır; arzuyu bırakanın arzusu olur mu? Arzuyu bırakan, Allah’ın emrindedir, Allah’la beraberdir. Allah da her şeyi muhittir. Onu seven, arzuyu bırakıp onun emrine tâbi olur. Fakat insan, görmediği kimseyi sevemez. S. – Hayâl kuvveti vermiş Allah insanlara. Hayâlimizdeki birine âşık olamaz mıyız? Emre – Hayâle âşık olanın kendisi de hayâl… S. – Hocalarımız bile cennet için ne hayâller kurmuşlardır… Emre – Cennet hayâli bile insanların arzularına göre değişir; gençlere kadın, ihtiyarlara yemek. Daha ihtiyarlar ise her şeyden geçerler. S. – Edison’u takdir eder misiniz? Emre – Takdir ederimi bir tarafa bırakalım; o elektriğin dirisi idi; ona hamileydi, doğurdu. S. – Onun elektriği birçok insanları öldürdü. Bu bir cinayet değil mi? Emre – İyi etmiş. Onlar Edison’un değil, cehillerinin kurbanıdır. Elektrik beri tarafta nice insanları ihyâ ediyor. Birkaç adam ölecek diye elektriği kullanmayalım mı? Bu kazâlar olacak. İnsanlar bir taraftan ölecek, bir taraftan dirilecek. Sen konuşurken dudaklarında, vücudunda ne kadar hücreler ölüp duruyor. S. – İşte hayatın esrârı burada. Fakat cevabını tatmin edici olarak alamıyorum. Emre – Cevap, sualin maksadına göre çıkar, bizden. Nemize lâzım kömürcülerin, demircilerin, elektrikçilerin ölümü? S. – Niçin sebep olalım onların ölümüne. Emre – E öyleyse onları öldürmeyecek şeyi sen bul. Bul da onlar ölmesin, çoğalsınlar, seni yesinler. Bu dâvâ bitmek tükenmek bilmez. Nene lâzım senin “Şu niye ölüyor, bu niye hastalanıyor?” demek… S. – Ben hayatta birkaç defa Kemâl Atalay’ı öldürdüm, değiştim. Emre – Sen aklının değişmesini “ölüm” zannediyorsun. Bu ölüm mü? Ölüm, “Nerden geliyorum? Nereye gidiyorum?” sualine cevap vermeğe çalışmaktır. S. – Bu suale niye cevap vermiyor da, bizi hep bu sualle baş başa bırakıyorsunuz? Hâlbuki öğretmenler talebeyi müşkil bir mevkide bırakmazlar. Ben size sual sorsam bilemezsiniz. Emre – Ben sizden bir sual sorayım? S. – Peki. Emre – “Et içine, hep içine”. Bil bakalım; bu bir bilmecedir. S. – ……….. Emre – Sen düşüne dur, ben bir hikâye anlatayım: Eskiden, tımarhanedeki deliler, akıllandıklarını iddia edince, hekimler onların önüne bir posteki atarlar: “Şu postekinin kıllarını say; kaç tane olduğunu bize söyle, seni bırakalım” derlermiş. Deli, postekiyi saymağa başlarsa, daha akıllanmamış diye bırakmazlarmış. “Postekinin kılları saymakla biter mi?” diyenleri bırakırlarmış. Yâhûtta tımarhaneden çıkmak isteyen delilere deniz kenarında dalgaları saydırırlarmış. Bir Allah delisi, deniz kenarında bir tımarhanede bir müddet kaldıktan sonra iyi oluyor. Hekimlere “Ben iyi oldum artık…” diyor. “Hadi öyleyse şu dalgaları say!” diye deliyi deniz kenarına götürüyorlar. Deli “Bir, iki, üç..” diye sayacağı yerde, “Gelen gitti, kalan bir!” diyor. “Ne yapıyorsun böyle?” diyorlar. Allah delisi: “Kesret dalgalarından bana ne… Dalga gitti, fakat Deniz bir!” diyor. Bu kıllar, dalgalar, sualler biter tükenir mi? Bunları bitirmek için onlardan vazgeçmek lâzım. Onları terk edip “Deniz”le meşgul olmalı. Sorayım, söylesin; yorayım, yorulayım dersen, bitmez. Biz bunları senin hatırın için konuşuyoruz. Eskimo’lardan bize ne? Deveye soruyorlar: “İnişi mi seversin, yokuşu mu?” , “Düz yola ne olmuş?” diyor. S. – Ben böyle düşünmüyorum. Biz onları düşünmeğe mecburuz. Emre – Biz onların maddî ihtiyaçlarını temin edemeyiz. Buna kimsenin gücü yetmez. Baksana, her şeye kadîr olan Allah bile senin düşündüğün gibi yapmıyor. Demek ki bir bildiği var. Nemize gerek… Biz ancak onların mânevî iyiliğini düşünürüz. Bu sözleri annenle, babanla bile konuşamazsın. Sen kendini kurtarmaya çalış. Olabilir, insan nâtık olur, söyler, sorar, ama yorulur. S. – Bakın, siz büyük sanatkârlar kadar çilekeş olamıyorsunuz. Büyük sanatkârlar “neme lâzım” demez; insanlara nûr verir. Emre – Gözü olmayana nasıl nûr verirsin? Körün eline lüks lâmbasını versen, bir tarafa çarpıp kırar. S. – İyi bir doktor kapalı gözleri açar. Emre – Ama, râzı olursa. Gözü dururken, “kulağıma bak!” derse, ne yapsın doktor? S. – Doktor ona “Senin kulağın değil, gözün sakat” demeli. Emre – Der de duymazsa, dinlemezse? S. – Kulağı sakat demektir. Emre – Eh, kulak doktoruna gitsin. Eskiden bir doktor her hastalığa bakardı. Şimdi ihtisâsa ayrıldı doktorluk. Herkesin hastalığı neresindeyse, oranın derdinden anlayan doktora gitsin. Bildin mi o bilmeceyi? S. – Size birşey söyleyeyim mi? Cevap vereceğim zaman aldanmayacağıma kaani olmalıyım; hâlbuki sizin sorduğunuz, nihayet bir bilmecedir. Emre – Sizin sorduklarınızın hepsi bilmeceydi. Hani öyle bir bilmece ki Eskimolara, kutuplara kadar yayıldı. Bütün bu bilmecelere cevap vermemiz mi lâzımdı? Bak, kaç gündür konuşuyoruz? S. – Beş gündür. Emre – Siz mektepde sekiz senede öğrendiklerinizi bir anda öğrenmek ister gibi bu meseleleri hemen öğrenmek istiyorsunuz. Hele bu konuştuklarımızı hazmet. Bu sözler, hazımsızlıktan. Bu kapıdan benlik girmez, sâfiyet ve teslimiyet girer. S. – İnsan neye teslim olacağını bilmezse, teslim bayrağını çekmez. Emre – Çekmezse, değnek kalır elinde. Allah bile cebretmez. Bu iş cebirle değil, gönül rızâsiyle olur. (Bu sırada Selçuk Yaşaroğlu “Nice güneş, nice aylar göz ağımda gizlidir…” diye başlayan doğuşu okudu. Doğuşu bitirdikten sonra B. Kemâl Atalay’a sordu): – Bilmem bu doğuş size istediğiniz cevabı verebildi mi? K. Atalay – İdrâk edebildiğim kadarını anladım. Fakat bu, Tanrı dilidir; biz insanların diliyle konuştuk. (Konuşmanın bundan sonraki kısmı zaptedilememiştir) Gençler ve çocuklar bilmece oyununda bu bilmeceyi de sorarlar: – Et içine, hep içine? Bilmeceyi bilemeyen sorar: – Köfte mi? – O da içine. – İnsan mı? – O da içine. – Allah mı? – O da içine. Nihayet, “nedir, hadi söyle” deyince bilmeceyi çözerler: – Kulak. derler. Hakîkaten her söylenen şey, onun içine girer. (Not:Bu sohbetin gerçekleştiği 1950 li yıllarda henüz Ay'a ayak basılmamıştı.Hazret vaktine göre söylüyor.Yoksa geleceği kısıtlamış olur ki Hak Teala'nın ilminde kısıtlılık olmaz)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder