18 Aralık 2020 Cuma

SOHBETLERDEN

Bu sohbet Adanalı İsmail emre hazretleri ile Kemal Atalay arasında geçmiştir.Yıl 1957 S. – Ölümsüzlük devrinde ikinci bir ev varmış. O ölümsüzlüğü tasvîr edebilir misiniz? Emre – Ölümsüzlük burda başlamalıdır; orda değil. Burda meseleyi hâlletmeyince, işte artık ne bileyim.Sorduğunuz, bir şeye benzemez ki… Misli yok ki misâl getirelim, görmediğimiz memleketi bize nasıl göstersinler… Oraya hiç gitmemiş olan bir kimse o âlemi bilemez, göremez. Biraz emek lâzım. S.- O âlemi bize emeklerinizin hikâyesi olarak tasvîr etseniz tatminkâr olamaz mı? Emre – Olur ama, zamanı gelirse. Zamanı gelmeden yüz yirmi dört bin peygamber bir adam için uğraşsalar, onun gözünü açamazlar. S. – Kitap nâzil olan peygamberlere “Peygamber”, öbürlerine “Nebî” diyoruz galiba. Emre – Peygamber, “haber verici” demekmiş. Onlar da haber vermişlerdir. İlk kitap Dâvut’un galiba öyle değil mi Nail efendi? Nail Ölmez – Bütün peygamberlerin suhufları var. Dört tanesinin de kitabı. S. – Bir şeyin kitap olabilmesi için, yazı ile tesbiti lâzım. Âdem ilk insan olduğuna göre onun devrinde yazı olamazdı. Emre – Âdem meselesi de ayrı bir şey olmakla beraber, o suhuflar kafadan kafaya yazılmıştır. Kitap dörttür. Diğer peygamberler onları tasdik etmişlerdir. S. – Ölümsüzlüğün bu dünyada başlayabilmesi için bazı şeyler yapmak lâzım, diyorsunuz. Bunları yapmayanların ölmesi lâzım. Ölürlerse ne olacak? Emre – Herkes ne akıldaysa, ona benzer bir şey olur. S. – Siz “Tanrı, kâinatın hey’et-i umûmiyyesidir” demek istiyorsunuz değil mi? Emre – Hayır. Tanrı, hükmeden bir kuvvettir ve bir sıfatıdır Allah’ın. Şeytân da Allah’ın bir sıfatıdır. S. – Dinî kitaplara göre, Şeytân’la Tanrı arasında bir anlayış mesafesi olmak lâzım; sizse Şeytân, Allah’ın bir sıfatıdır, diyorsunuz. Emre – Evet. Melek de Allah’ın bir sıfatıdır. İnsan, Şeytân sıfatına mazhar olmamalı. İnsanların kötü sıfatları, kötü fiilleridir Şeytânlık. Şeytânlık sıfatları kimden zuhûr ediyor? S. – İnsanlardan. Emre – Rahmânî sıfatlar? Yâni Allah, sözlerini kimden söylüyor? S. – İnsanlardan. Emre – Öyleyse şeytânî sıfatlara mazhar olmayalım. S. – Bazı kitaplar şeytânla Tanrı’nın mücadelesinden bahsederler? Emre – Böyle bir şey olamaz. Şeytân Allah’ın mahlûkudur; onunla mücadele edemez. Şeytân ancak Âdem’le mücadele edebilir; bu da bir rümûzdan ibarettir. S. – Tevrât bir mûcize kitabıdır. Gerçek midir Tevrât? Emre – Hakîkattır. S. – Mûsâ birçok mûcizeler gestermiş. Buna nasıl inanıyorsunuz? Emre – Siz Hind fakirlerinin kerâmetlerine nasıl inanıyorsunuz? Bütün kudret, “ÂS” da diyorlar değil mi? S. – Evet. Emre – O bir değnek midir acaba? Hayır, o bir “ilim”dir, “Mânevî İlim”dir. Âsâ, Mûsâ’nın vücududur. İlmi, hâli yâni peygamberliği de Allah’tandır. S. – Konfüçyüs’ü ismen tanır mısınız? Emre – İsmen duydum da şeyinden haberim yok. S. – Buda’yı? Emre – Eh, bir parça. S. – Buda ile Konfüçyüs arasında mesafe yoktur. Neden birini fazla, birini noksan tanıyorsunuz? Emre – Ne yapalım, her şeyi tanıyamayız. Buda bir peygamberdir. Fakat onun ismini peygamberler arasında söylememişlerdir; çünkü Buda, Allah’ın kudretlerini kullanmıştır, İstediği zaman bir işaretle yağmur yağdırırdı. Hâlâ Adana’da çocuklar, yağmur yağmasını istedikleri zaman toplanırlar, sokaklarda gezerek “Bodi! Bodi!” diye Buda’dan yağmur isterler, ama bilmeyerek.Hz. Muhammed ise iç âlemi dış âleme karıştırmamıştır. Mûcizeyi görenler, onu yapmaya çalışırlar. Hâlbuki gaye bu değildir. Hint fakirleri, Buda’nın yaptığı mûcizeleri yapmaya çalışanlardır. Bunun için de uyuşup kalmıştırlar. Var mı memleketlerine bir faydası bunların? Siz bile heves ediyorsunuz. Hâlbuki böyle şeyler, “Hakîkat”a karşı bir çocuk oyuncağıdır.” S. – Niçin oyuncak olsun? Emre – Vahdet ilmine karşı oyuncak. Çocuklar küçükken sanatkâr olabilirler mi? S. – Hayır. Emre – Ancak oyuncakla oynarlar. S. – Tabâbet oyuncak mıdır? Emre – Hayır. S. – Peki, tabâbetin cevap veremediği şeyleri bir Yoka papazı yapıyor. Emre – O Yoka papazının yaptığı kabahattir. Bir insan isterse ölüyü bile diriltir ama, bu, Tanrı’nın işine karışmak değil midir? S. – Doktor hastayı tedavi edince Allah’ın işine karışmış olmuyor da, Yoka papazı aynı işi yapınca niçin Allah’ın işine karışmış oluyor? Emre – Doktor, kendi emeğinin ilmiyle çalışıyor. Yoka papazı Allah’ın kendisine teslim ettiği, emanet ettiği kudreti “Ben işte böyle şeyler bile yaparım!” diye bir benlik iddiasiyle sarfediyor… Yoka papazları bir nihayet iki hastalığı tedavi eder, Allah’ın emanet olarak verdiği kuvveti sarfedip bitirince boşalır kalırlar. Tasavvufçular her hastalığı tedavi edebilirler; fakat yapmazlar. S. – Öyleyse bu bir suçtur. Emre – Bir insan Küre’nin bütün hastalarına yetişebilir mi? Hem onlar “Allah’ın irâdesinden hâriç hiçbir iş yapmazlar.! S. – İnsanların ölmemesini ister misiniz? Emre – Hayır. Benim isteğim, arzum, Allah’ın arzusundan ibârettir. S. – Allah: “Hepinize uzun ömür vereceğim” dese? Emre – Ne yapacaksın uzun ömrü? Eğer sen büyümeseydin, annen seni kaldırıp atardı. Büyüyen, mutlaka ihtiyarlayacak, ölecektir. Tabiat kanununun icabı budur. 400 sene ömrün olsaydı; ihtiyarlığında gözün kör, kulağın sağır olsaydı, ister miydin? Allah’a teslim olan, her şeyi Allah’ın istediği gibi ister. Bu da zor galiba. Ne zaman insandan “Her şey, Allah’ın dediği gibi olsun!” diye bir “rızâ” zuhûr ederse ona göre bir “hâl” zuhûr eder ki, tarifi mümkün değil… S. – Dinler, mezhepler kullar arasında öyle mesafeler açmış ki… Hattâ bu mesafe ezelî ve ebedî denecek derecededir diyenler var. Emre – Hz. Muhammed Dâvud’u, Mûsâ’yı, Îsâ’yı inkâr ediyor mu? O “Her din haktır!” diyor. Diyor ama, o hak olan dinler büyüyüp geliyor. (Bu sırada B. Kemâl Atalay bir yanık kokusu almış olmalı ki telâşla): – Müsaade edin, bir yer yanıyor galiba…Dedi. Emre – Yananı Allah görür: Sen yanıyorsun. (Devamla) Muhammed dinine öbür dinlerin hepsi dahildir. Din artık daha fazla büyüyemez. Fakat iş Muhammed dininin hülâsasını, özünü, rûhunu bilmede. Bak demin çocuk mevlid okurken Hz. Muhammed için “Ledün İlminin Sultanı” diyordu; anlaşılsa… Mezhep ve din kavgaları cehilden doğmuştur. Haçlı savaşları, cehlin Muhammed’e, yâni ilme hücumudur. S. – Peki; mezhepleri meydana çıkaranlar bu mücadeleleri düşünmemişler mi? Geçen gün “Hayatı böyle tabii ve aydın görüşümüze rağmen mutaassıplar bile bile cephe aldılar” dediniz. Onları dinlerseniz kendilerine göre onlar da haklı. Herkes “ben haklıyım!” diyor. Hangi taraf haklı, bilemiyoruz. Asıl düşünen baş, bu mesele için ne der? Emre – Vaktiyle bir Türk bir yolda giderken bir Arab’a rasgeliyor. Selâmünaleyküm! Aleykümselâm! Fakat o kadar… Çünkü birbirlerinin dillerinden bilmiyorlar. Biraz sonra bir adam daha katılıyor bunlara; o da Kürdmüş. Biçarelerin paraları yok. Karınları da acıkmış; yol da uzun. İçlerinden birisi bir kuruş buluyor. Türk diyor ki: “Ekmek alalım” Arab diyor: “Hubûz alalım”, Kürd diyor: “Nan alalım”. Birbirlerinin dillerini bilmedikleri için başlıyor kavga. Bunlar kavgadayken, üçününde dilinden anlayan bir adam geliyor. Kavganın sebebini anlıyor ki ekmektir, hemen onları yatıştırıyor; ekmeği alıp ellerine veriyor. İşte bu kavgalar bu yüzden, yâni cehildendir. Bundan sonra kavga olmaz. Çok sürmez, beş sene sonra bütün dinler birleşir. S. – Misâliniz çok kuvvetli. Biz ekmek diyoruz; öteki hubûz diyor; beriki nan. Bunun için anlaşamıyoruz. Bizi ancak üç dilden bilen biri barıştırabiliyor ki bunun dili de Tanrı’nın dili olmak lâzımdır. Emre – Zaten konuştuğumuz hep Tanrı dili. S. – Sebep ne kavgalarına? Emre – Dedik ya: cehil. İnsanlar münevverleştikçe din kavgası kalmaz. S. – Din kavgası bitince başka davalar başlıyor… Siyaset, harpler, darpler… Bir Kıbrıs meselesi çıktı meydana; bazı milletler Yunanistan’ı destekliyor, bazıları da bizi. Emre – Dünya kavgası din kavgası değil. Buna karışmayız. Başka şeyden sor. S. – Bir Hıristiyana gâvur diyoruz da, bir Arab’a diyemiyoruz. Emre – Hıristiyana, gâvur diye siz söylüyorsunuz, ben diyemem. Hz. Muhammed kendine tâbi olanlara “ümmetim!” diyor. Allah: “Bunlar Muhammed ümmeti; öyleyse ancak bunlar benim kulumdur, diğer peygamberlerin ümmetleri benim kulum değildir…” demiş mi? Allah böyle bir tefrîk yapmaz… İlâhî gözle bakarsak, biz de diyemeyiz. S. – Ama “Allah bizde” diyoruz. Emre – Diyoruz ama, tam bir îmânla kaani olarak mı söylüyoruz? Tam kaani olsak, hiç sesimiz çıkmaz. Hayranlık âlemine geçer gözgöze konuşuruz. Güneş tefrîk etmez. S. – Güneş bile tefrîk ediyor. Kutuplara ışığını vermiyor. Emre – Kabahat kutuplarda. Yüzlerini güneşe döndürseler, onlar da güneş alırlardı. Güneşin hâlinde değişiklik yoktur. Değişiklik bizim hâlimizdedir. Arkamızı güneşe dönersek elbette karanlıkta kalırız. Allah: “Kulum bir karış gelirse, ben bir arşın giderim!” diyor. Bu bir söz değil, bir “hâl”dir; giden bilir. S. – Peki kutuplardaki insanlar da güneş alsalar daha iyi değil mi? Emre – Güneş istiyorlarsa buraya gelsinler. S. – İşte demin ben insanlar uzun ömürlü olsun derken, bu uzun ömür sayesinde oradaki insanlar buralara gelme imkânını bulabilirler belki, diye düşünmüştüm. Emre – Onlar hayatlarından memnun değiller mi zannediyorsunuz? Belki burada rahat edemezler. Sen onların dava vekili gibi konuşuyorsun ama, bakalım onlar râzı mı? Onlar konuşsun. Hem Allah böyle yaratmıştır. Bir hikmeti var ki böyle yaratmış… S. – Kutuplardaki Eskimolar sizin gibi düşünürlerse, hâllerinden memnun olurlar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder