16 Nisan 2021 Cuma

MEVLEVİ BİR AŞIK:EVA DE VİTRAY MAYEROVİÇ

 ÖLÜM ASUDE BAHAR ÜLKESİDİR BİR RİNDE ŞABAN KUMCU “Hafızın kabri olan bahçede bir gül varmış, Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle, Gece; bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış, Eski Şiraz’ı hayal ettiren ahengiyle. Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde, Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter. Ve serin serviler altında kalan kabrinde, Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter.” Yahya Kemal Beyatlı Havva Hanım, Prof.Dr. Eva de Vitray Mayerovitch; “…Medine’yi çok sevdim…Orası bana Konya ile Assie (Asiz) şehirlerini hatırlatır. İşte artık ben, Mescid-i Nebevi ‘de, Peygamber Camii’ndeydim… Hazreti Peygamber’in kabrini mümkün olduğu kadar yakından görmeyi arzu ediyordum. Haşin ve kaba bir muhafız vardı. Elindeki iri sopayla insanların fazla yaklaşmasını engelliyordu. O adam bizi kabir etrafında dolaştırırken, Mısırlı dostum profesör hanım kendisine; “bırakın da geçsin, o Fransız bir bayan hacda! Dedi. Muhafızın yüz hatlarının dehşet içinde gerildiğini gördüm. “Bir Fransız bayan hacda!” diye bağırdı. Dimdik onun gözlerine baktım ve onun duyacağı şekilde, Arapça olarak, Peygamberimize “Esselatü vesselamü aleyke ya Rasülallah…! “Salat ve selam senin üzerine olsun ey Allah’ın elçisi!” Diyerek salavat getirdim. Bir anda muhafız elindeki sopayı yere bırakıverdi, hemen elimden tutup beni Peygamberimiz Aleyhisselam’ın kabrinin demir parmaklıklarına yapıştırdı ve kendiliğimden ayrılıncaya kadar beni orada öylece bıraktı… …Ben Mutlak’ın susuzluğunu çekiyordum, karşılaşmanın veya bir kitabın hayatınızı altüst edebilmesi için önceden hazır olmanız gerekir. Zaman Allah’ın büyük bir lütfudur. Zaman bir yandan ölümü ve yıkımı getiriyorsa da diğer yandan yaratmanın ve verimliliğin kaynağıdır. Her şeyin gizlenmiş imkanlarını ortaya çıkaran zamandır. İnsanın en büyük zenginliği, şimdiki şartları değiştirme imkanıdır. İnsan niçin şahittir…? Dünyaya gelmeden önce yaşanılmış olan kemali hatırlattığı içindir.” “Neye, nasıl ve niçin inanıldığının bilinmesi yönünden imanın oluşumunda bilgi unsuru önemli olmakla birlikte, bilinen şeyin imana dönüşebilmesi için his ve kalp yoluyla benimsenmesi gerekmektedir. Muhyidd İbnül-Arabi’ye göre maddi, manevi bütün varlıklar Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellisinden ibarettir. Var olan her şeydeki güzellik, O’nun cemil isminin bir yansıması; güzele yönelik muhabbet de yine O’nun vucud isminin tecellisidir. Şu hâlde hakiki sevilen sadece Hak’tır. Gazali’ye göre; muhabbet nihai makam ve en yüksek değerdir. Şevk, üns (alışma) ve rıza gibi tasavvufi, ahlaki makamlar bunun sonucudur. Tövbe, sabır, zühd, şükür, takva, tevazu, cömertlik, adalet ve merhamet gibi erdemlerin özünde “sevgi” vardır. Dini davranışlar ve ahlaki erdemler sevginin meyvesidir. Mevlâna (k.s.) sevginin; acıyı tatlı, bakırı altın, bulanıklığı duru, derdi deva, dikeni gül, zindanı gülistan, narı nur, üzüntüyü neşe, kahrı lütuf, ölüyü diri, kralı kul haline getiren bir güce sahip olduğunu belirtir. Sufiler ahlaki özelliklere sahip olarak ilahi muhabbete erişmeye çalışırlar. Bu anlayışa dayanan ahlak her şeyden önce bir sevgi ahlakıdır…” TDV İslam Ansiklopedisi. Havva Hanım, Prof. Dr. Eva de Vitray Mayerovitch, 1909 yılında Paris’te doğdu. Zengin, aristokrat ve dindar bir aileye mensuptur. Soyadındaki “de” eki, Fransa’da belirli bir yasal zemini olan, çeşitli mali haklar ve ayrıcalıklarla donatılmış elit, sosyal bir sınıfın sahip olabileceği, asalet ünvanıdır. Honore de Balzac, General Charles de Gaulle örneklerinde olduğu gibi. Anglikan bir büyükanne tarafından, Katolik mezhebinde yetiştirilir. Bir rahibe okuluna verilir. Latince ve Grekçe bölümünü bitirerek liseden mezun olur. Sonra hukuk eğitimini tamamlar. Eflatun’da Simgeler” adlı felsefe doktorasını yazarken kafası karmakarışıktır, normal simge-sembol düşüncesiyle, marazi simge düşüncesi arasında bir ayrım yapabilmek için üç yıl psikiyatri okumuştur. “Ne gariptir ki, bende dahil Roger Garaudy gibi birçok Fransız filozof İslam Felsefesi’ni tanımadan Sorbonne Üniversitesi’nde felsefe doktorası yaptık,” diye yazar, İslam’ın Güler Yüzü Kitabında… Yirmi iki yaşında kendisi gibi öğrenci olan Yahudi bir gençle evlenir. Bu evlilikten iki oğlu olur. Unutamadığı olaylardan bir tanesini, İkinci Dünya Savaşı’nda, Paris’in Almanlar tarafından işgal edildiği yıllarda yaşar. Fransızlar, Yahudi komşularını “Gestapo’ya” (Alman İstihbarat Polisi) ihbar etmeye başlarlar...Bu durum Fransızlar adına utanç vericidir. Nihayet bir gece yarısı saat üç’te “Gestapo” Havva Hanım’ın evinin kapısını çalar. Evde üç yaşındaki çocuğuyla yalnızdır. Polisler, direnişçilerle beraber olan kocasını sorarlar; Havva Hanım, “İçimden gelen bir iç sesin cesaretiyle, biraz Kant ve Hegel Almancası biraz da Berlin ayaktakımı ağzıyla konuşuyordum, halbuki ben böyle konuşmayı bilmiyordum. Adamlar bu kadın dalga geçiyor, gizleyecek bir şeyi yok dediler ve gittiler. Yakındaki bir kasabada, kadın ve çocuklardan oluşan 642 kişiyi kilisede toplayıp diri diri yakan tümenleri gördükten sonra; “Mutlak’ın susuzluğunu çekiyordum ve hakikaten çok huzursuzdum…” diye anlatır, o günlerdeki duygularını… Havva Hanım, 1935 yılında nükleer fizik dalında Nobel ödüllü Frederic Joliot ve eşi İrene’nin laboratuvarında yönetici olarak çalışmaya başlar. Bir arkadaşı, yıllar önce birlikte Sanskritçe öğrendiği, sonradan İslamabad Üniversitesi Rektörü olan, Muhammed İkbal’in “İslam’da Dini Düşüncenin Yeniden İnşası” isimli kitabını hediye eder. “Bu kitabın benim bütün sorularıma cevap verdiği hissine kapıldım. Evrenselliği buldum. Kitapta, vahyin ancak bir tane olduğu, iki kere ikinin her yerde dört ettiği ve ister Aztekler’in harfleriyle yazılmış olsun ister Çince ister Arapça, bütün bu rakamların her zaman tek ve aynı hakikati ifade ettiği anlatılıyordu. Evet tek bir hakikat… Zaten Kur’an’da başka bir şey demiyordu ki... Roma’da toplanmış beylerin doğmalarını bir tarafa bırakıyordum… O kitapta sürekli “Üstadım” diye kendisinden söz edilen Mevlâna’yı (k.s.) öylesine çok sevdim ki…” “Sevgi düşünmenin ilk ve vazgeçilmez şartıdır.” Cemil Meriç Mevlana’yı (k.s.) ve eserlerini daha fazla tanımak için Paris’te Millî Kütüphane ’ye gider, orada, Mevlana’yla ilgili sadece Almanca ve İngilizce eserler vardır. Mesnevi’yi ve diğer eserlerini orijinal metinlerinden okuyabilmek için, klasik Farsça öğrenmeye başlar. Üç yıl süren dil eğitimini başarıyla tamamlar. Önce Muhammed İkbal’in kitaplarını Fransızca ‘ya çevirir. “Mevlâna Celaleddin’i Rumi, Mistik Düşünce ve İslam’da Şiir” konulu doktora tezini bitirir. İslam’ı öğrenme sürecinde, Mısır’a gider (1969-1973) Ezher Üniversitesi’nde Profesör olarak görev yapar, daha sonra Libya, Kuveyt, Suudi Arabistan’da da görevler alır. İran, Sudan, Fas ve Türkiye’ye sayısız ziyaretler yapar. Havva Hanım’ın düşünceleri olgunlaşmaya başlar… “Mevlana’nın inanılmaz derecede modern olduğunu düşünüyorum. Çok net olarak söyleyebilirim ki, benim aradığım da budur; bir toplamacılık oradan buradan devşirmecilik değil, bir dini birlikteliktir. Çünkü biraz İslam’dan, biraz Hristiyanlık’ tan, biraz Budizm’den veya Hinduizm’den alıp, bunlardan acayip bir karma yapmak her zaman kolaydır. Hakiki dini birlikteliğin, katiyen böyle olmadığını inanıyorum. Her inanan, kendi geleneği içinde sonuna kadar gitmelidir. Ancak o zaman, merkeze ulaştığımızda, diğerleriyle buluşabiliriz. Ben biraz fazla entellektüelim, bununla birlikte, Allah’ın nasıl olduğunu bilmekten acizim. Onu zihnimde şekillendiremem ve böyle bir şey yapmayı da istemem. Ama bilirim ki, bilebileceğimiz veya hayal edebileceğimiz bütün şeylerin ötesinde bir Mutlak (Varlık) vardır...” Doksan yıllık ömrü içinde yirminci yüzyılın bütün olaylarını görmüş ve yaşamıştır. On dokuzuncu yüz yılda gerçekleşen sanayi devriminden sonra, bir pazar kavgası olarak başlayan “Harbi Umumi” (1914-1918) Birinci Dünya Savaşı, onun çocukluk yıllarına rastlar. Bu savaşta yenilen Almanların yirmi yıl sonra başlattığı İkinci Dünya Savaşı’nda da (1938-1945) genç bir akademisyendir. Paris’in işgal edilmesi, Nazilerin başlattığı insan avı, savaşın acımasızlığı Fransız Halkı’nda büyük travmalara sebep olmuştur. Bütün dünyadaki enerji kaynaklarının bölüşüldüğü, insan onurunun yok sayıldığı emperyalist, sömürgeci vahşi kapitalizmin, Rusya’dan başlayan Marksist işçi, köylü, proletarya iktidarı teziyle, milyonlarca insanın emeğini sömüren ve ülkeleri işgal eden komünizmin, Almanya ve İtalya’nın başlattığı ırkçı, kafatasçı Nazizm’in yıkıcı sonuçlarına, ölüm kamplarına şahitlik etmiştir. Havva Hanım, yokluk ve sefalet yıllarını yaşamış, bir bilim aşığı olarak, çalışmalarını aksatmadan devam ettirmiştir. Cemil Meriç “İzm’ler idrakimize giydirilmiş deli gömlekleri, itibarları menşeilerinden belli, hepsi de Avrupalı” der, “Bu Ülke” kitabında. Bu buhran döneminde; ilahi ve ahlaki prensipleri reddeden bireyci, faydacı, materyalist, pozitivist, sosyalist (Egzistansiyalizm) varoluşçular; savaş sonrası boşluğa düşen gençlerin ve aydınların beynini uyuşturmaya devam etmiştir. Onlara göre: “Dünyanın bir hakikati yoktur. O yalnız bana göre, benim için, benim gördüğüm gibidir. Biz kendimizi seçerken, dünyamızı da seçiyoruz…” Fikir babaları Nietzsche, Heidegger, Jean Paul Sartre, Simone de Beauvoir’dır. Peyami Safa’ya göre; “Allahsız varoluşçuluk saçmalığın felsefesi olduğu kadar, saçma bir felsefedir. Daha sonraları “hümanizme” dönüş yapmak zorunda kalsalar da bir hırpanilik felsefesi olarak kahvelere düşmüş, kaldırımlardaki veya pazar yerlerindeki değerini de kaybetmiştir.” Hak ve hakikat yolcusu, Havva Hanım, bu karanlık dönemlerde aydınlığın ve huzurun arayışı içindedir… Fransa’nın en saygın bilim ve araştırma kurumu, “İlmi Araştırmalar Milli Merkezi’nde” (CNRS) yönetici ve uzman olarak çalışır. 20. Yüzyıl’ın en ünlü bilim ve fikir adamlarıyla beraber ortak çalışmalar yapar. Ünlü Fransız düşünür Roger Garaudy’ de Müslüman olduktan sonra yazdığı “İslam ve İnsanlığın Geleceği” Kitabı’nda şunları yazar; “İslam imanına giriş formülü, kelimeyi tevhit, yani, Allah’tan başka ilah yoktur ifadesidir. İslam tasavvufu da Hristiyan mistisizmi, Hint bilgeliği veya Yeni Eflatunculuk’tan kaynaklanmaz; tasavvufun kaynağı Kuran’dır. İslam’ın doruk noktasında Gazali’nin tasavvufta bilginin en üst derecesini “tevhidin dördüncü derecesi” olarak görmesi (ihya cilt,4, s.212) anlamlıdır. Dördüncü derece, bir tek varlıktan başkasını görmemektir, bu da sıddıkların ve ermişlerin tefekkürüdür. Bu bilgi anlatılmaz, ancak “semboller” kullanılarak ifade edilebilir. Mişkat’ül Envar’ın ikinci bölümünde bunun kurallarını verir ve şu açıklamayı yapar: “Yaşadığımız bu alemde hiçbir şey yoktur ki, gayb aleminin bir sembolü olmasın…” Havva Hanım, “Bir insanın, yeryüzündeki en küçük hareketi, henüz keşfedilmemiş galaksilere ait güneş sistemleri içinde kaydedilir”, sözünü okuyunca, kendisinden geçip, vücuduna bir çimdik atar. Einstein’ın talebesi olan bir fizikçi arkadaşının; “Mesela siz bir kahve fincanına dokunduğunuzda Einstein bu hareketin, diğer güneş sistemleri tarafından algılandığını ifade eder,” sözünü hatırlar. “Bunun daha 13. Yüzyıl’da söylenmiş olmasından çok etkilendim” diyecektir. Kilise’nin Tanrı adına yetki kullanmasını kabul edemez- “Hangi hakla…!” Diye sorgular. Teslis, aforoz, azizlerin masumiyeti, İncil’in gerçek olup olmadığı, günah çıkartma gibi doğmalar onu büsbütün çıkmaza sürükler. Bütün bunlara rağmen, kendi kendine: “Dur bakalım! Sayıları iki milyarı bulan Hristiyanlar’ın hepsi yanılıyor da bir tek sen mi yanılmıyorsun? Ya Hristiyanlık senin şimdiye kadar tenkit ettiğin ve sandığın gibi değilse…? Acele etme! Şu atalarının dinini bir kere daha incele ve onu derinlemesine araştır bakalım,” der. Temkinlidir. Sorbonne Üniversitesi’nde Oscar Culmann isimli bir profesörün, üç yıl süren Hristiyanlıkla ilgili verdiği tefsir derslerine katılır. İncili yorumlamaya çalışır. Sorularına hiçbir cevap alamaz… ……….. ………. “Ben ki toz kanatlı bir kelebeğim, Gece bir hendeğe düşercesine, Minicik gövdeme yüklü Kaf dağı, Birden kucağına düştüm gerçeğin, Bir zerreciğim ki, Arş’a gebeyim,, Sanki erdim çetin bilmecesine, Dev sancıların budur kaynağı! Hem geçmiş zamanın hem geleceğin. …………. …………. Atomlarda cümbüş, donanma şenlik, Kaçır beni ahenk, al beni birlik, Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur. Artık barınamam gölge varlıkta. İç içe mimari, iç içe benlik, Ver cüceye onun olsun şairlik, Bildim seni ey Rab, bilinmez meşhur! Şimdi gözüm büyük sanatkarlıkta… Necip Fazıl Kısakürek, / ÇİLE “Yaptığım dualarda şöyle niyaz ettiğim olurdu: Allahım! Bana ne yapmam gerektiğinisen söyle, bana bir işaret gönder...! Bu işareti ben, bir rüya görerek aldım. Rüyamda kendimi kabre konulmuş gördüm ve bir tür kişilik ikileşmesiyle, kendi mezarımı kendim dışarıdan görüyordum. Hiç mi hiç görmediğim bir mezardı bu. Mezar taşımın üstünde Eva adım Arapça veya Farsça bir yazıyla yazılmıştı ve bu da “Havva” şeklindeydi. Bu bana çok garip görünüyordu hem uyuyor hem de “hadi canım sende, ben ölmedim ki” diyordum. Bundan emin olmak için ayak parmaklarımı oynatıyordum. Uyandığımda bana, aynen şöyle denildiğini hatırladım; “Bak yavrum, sen bir işaret istedin, işte senin işaretin, sen Müslüman bir hanım olarak gömüleceksin.” “Rüyasını anlattığı kişilere “anladım ki Allah Fransızca da biliyor,” diye espri yapar…” Prof. Dr. Abdullah Öztürk. “İslam’a girmek istediğimde Louis Massignon’a (Lüi Masinyon) gittim. İlk İkbal tercümeme önsöz yazıp beni şereflendirmiş büyük bir alimdir. İslam’ı çok iyi bilmesine rağmen ihtida etmemiş olmasına, İslam dünyasındaki insanların son derece hayret ettiğini biliyorum. O da beni, Strasburg’daki piskopos olan dostuna gönderdi. Bir süre sonra, kendisine Müslüman olduğumu söyledim. O dönemde kırk yaşındaydım…” “Bu anlattığım rüyayı unuttum, çok tabii bir şekilde İslam yoluma devam ettim. On beş sene sonra İstanbul’a ilk seyahatimi yaptım…Müze durumundaki seki bir Mevlevi tekkesininde, bana rüyamda gösterilmiş mezar taşını gördüm. Benim rüyamda gördüğüm mezar taşı, bunun tıpatıp aynısıydı. Üzerinde sadece bir isim eksikti…Mezarlık Mevlevi hanımların mezarlığıydı, birkaç yıl sonra, bu mezar taşı üzerindeki Havva ismi, artık tamamen resmi bir şekilde benim adım oldu… Hacca niyet ettiğim zaman, Ezher Üniversitesi’nden izin almaya gitmiştim, karşıma tanıdığım bir profesör çıktı. Müslüman olduktan sonra hangi adı aldınız? Diye sordu. Kendisine Müslüman adımın olmadığını söyleyince, mutlaka bir Müslüman adı almam gerektiğini söyledi. Her şeyi öylesine kendi başıma öğrenmiştim ki, bu durumu hiç bilmiyordum. Şaşırıp kaldım ve kendisi buna bir çözüm buldu. “Şimdiki Eva adınızı İslamileştirmeniz yeterli, zaten bu isim Kur’an’da geçen bir kelime” dedi. Böylece Eva’dan Havva oldum. Zaten Havva, rüyamda mezar taşımın üzerinde gördüğüm kendi ismimdi…” Havva Hanım, İslam’ın Güler Yüzü kitabında, İslam’ı ve tasavvufu şöyle anlatır; “Tasavvuf, İslam’ın çerçevesi içinde, yaşanmış bir içselleşmedir. (Dinin derunileştirilmesi, dini emir ve yasakların gönülden yaşanmasıdır.) Şüphesiz çok büyük bir düşünce özgürlüğüyle birlikte, zaten bu düşünce hürriyeti, asıl İslam’ın temel niteliğidir. Eğer bir kural varsa, o da şudur; herkes Kur’an’ı, sanki şu an kendisine vahyediliyormuş gibi anlamalıdır.” Fas’ta yaşayan Şeyh bin Tunis’ in fikirlerinden de etkilenir. - “Bazen kendi kendime Şeyh bin Tunis Paris’te olsaydı da bir taksiye atlayıp ziyaretine gitseydim dediğimi hatırlarım.” “Cihat mücadele etmek manasına gelir ve İslam’da sahih anlamıyla bu mücadelenin günahlarımıza karşı, bizzat kendimize karşı yapılması gerekir. Şu hâlde söz konusu olan deruni mücadeledir. Müslüman olunmadan sufi olunmaz, fakat sufi olmadan Müslüman olunur. İslam’da, ruhlar bedenlerden önce vardır, o yüzden ruhlar (geçmişi) hatırlar. İki yaratılış arasında unutma vardır. Kur’an, insanın unutkan olduğunu, sadece Allah’ı değil, gerçekte kendi kendisini bile unuttuğunu anlatır. Namaz kılarken yanıldığımızda ve daldığımızda unutma (sehiv) secdesi yapılır. Gerçekten de bu; gafletimizden af dilemedir.” “Her şey, tarifi icabı, kendiliğinden olması gereken bilinçlenmeye doğru gidiyor. Böylece karşımıza o zamansızlık, imtiyazlı an kavramı yeniden çıkıyor. Kur’an’da Allah, “beni anın (zikredin ki), bende sizi anayım” Bakara Suresi (12/152) buyurur. Demek ki, zikir bir hatırlamadır. Namazda insan, bütün kâinatı eline alır ve onu insanlık adına takdim eder. Yeni doğmuş bir bebeğe ilk sesleniş, kulağına okunan ezandır. Ruhunu teslim etmek üzere olana son fısıldanan dua da Kelime-i Şehadettir. Namaz bitirildiğinde, baş iki yana çevrilerek Allah’ın rahmeti üzerinize olsun denir, böylece dünyaya bir tür barış çağrısı yapılır. Çölündeki bedevi, gölgelere bakarak namaz saatini bilir, Ramazan ayının gelişini hilal belirler… O yüzden diyeceğim odur ki; İslam’da ibadet, kâinatla tam bir uyum içindedir… Havva Hanım, kendi ülkesi için de şu değerlendirmeyi yapar; “Cezayirliler değildir Fransa’ya gelen, aksine Mağrip ülkelerini (Fas, Tunus, Cezayir’i) ardından Çinhindi’ni zorla ele geçirenler Fransızlardır. Ya Afrika’da yaptıklarımıza ne dersiniz…?” 1989 yılında Konya’da verdiği bir konferansta, vefat ettiğinde, Konya’da Mevlana’nın (k.s.) yanında bir yere defnedilmek istediğini söyler. Büyük oğlu bir tıp profesörü, küçük oğlu da ünlü bir avukattır. Fakat annelerine karşı çok ilgisizdirler. Ancak Paris’te yaşayan Müslümanlar Havva Hanım’ı bir an bile yalnız bırakmazlar. Bütün hayatı boyunca, Mevlevi dervişleri ve onu tanıyan, bilen Müslüman gençler, adeta etrafında pervane olmuşlardır. 1999 yılında, Paris’te, evinde vefat eder. Orly Havaalanı yakınında Thiais ilçesinde bulunan mezarlıkta Müslümanlar için ayrılan bir bölümde, dik dörtgen taşlarla sınırı belli edilmiş bir mezara defnedilir. Fransa’da kanun gereği mezarlar on yıllığına ücreti karşılığında kiralanır. Eğer arayanı soranı olmaz ve ikinci on yıl için ücreti ödenerek yeniden kiralanmazsa, mezarlar boşaltılır, ölüler ortak bir çukura atılır. Havva Hanım’ın mezarının, on yıllık kira süresiyse, dolmak üzeredir. Manevi oğlum dediği Selçuk Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı Profesörü, Abdullah Öztürk, Havva Hanım’ın büyük oğluna bir mektup yazar. Annesinin Thiais’de bulunan mezarının Konya’ya taşınması için izin ister. İzin alınır. Prof. Dr. Abdullah Öztürk ve dostları, mezarı son gördüklerinde, isminin yazılı olduğu bir mezar taşı bile yoktur. Allah kendilerinden razı olsun, Abdullah Öztürk Hocamızın ve dostlarının gayretleriyle vasiyeti yerine getirilir. Bu büyük insan, büyük alim, Mevlâna (k.s.) dostu, Havva Hanım’ın cenazesi, 2008 yılında Konya’ya getirilir. Konya Halkı Havva Hanım’ı bağrına basar. Göz yaşları arasında Mevlana’nın (k.s.) Türbesi’nin yanında bulunan Üçler Mezarlığı’na defnedilir. 1980’li yıllarda, Paris’te Üniversite eğitimi yaptığım dönemlerde, hafta sonlarında, cumartesi akşamları gittiğimiz bir Mevlâna Derneğimiz vardı. Türk, Arap ve Müslüman olmuş Fransız dostlarımızla bir araya gelir, tasavvuf musikisi eşliğinde ilahiler söylerdik. Sorbonne Üniversitesi Edebiyat Fakültesi ’inden Fransız hocalarımızı da davet ederdik. Onlarda vakitleri müsait oldukça gelirlerdi. Tasavvuf musikisi dinlenir, sohbetler yapılır, beraberce Özbek pilavı yenir ve çaylar içilirdi. Böylece haftanın yorgunluğu atılır, ruhlarımız dinlenmiş olarak oradan ayrılırdık. Havva Hanım da vakti müsait olursa, davetlerimizi kabul eder, dergahımıza gelirdi. Bir köşede oturur, sohbetlere katılır, ilahileri huşu ile dinlerdi. “Zaman olur ki, hayali cihan değer.” Yaşlı ancak dinçti. Halim selim, nur yüzlü, Allah dostu Havva annemizi hiç unutmuyor, Fatihalar gönderiyoruz. Havva Hanım’ın başlıca çevirileri; Altı ciltlik Mesnevi, / Mecalis-i Seb’a, / Fihi Ma Fih, / Rubailer, /Divan-Mevlâna Celaleddin-i Rumi gibi eserleriyle, / Mevlana’dan, Muhammed İkbal’in Cavidname’sini Farsçadan Fransızcaya, / yine İkbal’in İslam’da Dini Düşüncenin Yeniden İnşası, eserini İngilizceden, Fransızcaya çevirmiştir. Havva Hanım’ın Mevlâna ve Tasavvuf, / Konya ve Kozmik Raks, isimli iki eserini Prof. Dr. Abdullah Öztürk ve eşi Melek Öztürk, / İslam’ın Güler Yüzü ve Duanın Ruhu, isimli iki eserini de Cemal Aydın, Fransızcadan Türkçeye çevirmiştir. Diğer eserleri de Tasavvuf Antolojisi, Mekke, / Evliya Menkıbeleri, / İslam’da İbadettir. Faydalanılan Eserler; İslam’ın Güler Yüzü / Duanın Ruhu, Fransızcadan çeviren Cemal Aydın

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder