23 Aralık 2020 Çarşamba

ŞERİATTAN ANLAŞILMASI GEREKENLER

– Peygamberimizin hadîsleri, “kelime, söz” şişesi içine konmuş “mânâ” esansına benzer. Biz bu mânâ esansı şişesini elimize almışız, dönderip aktarıyoruz, fakat bir türlü esansı şişeden çıkarıp da üstümüze süremiyoruz, istifâde edemiyoruz. Peygamberimizin ne kadar hadîsi kitaplar, ciltler halinde toplandı… Birçok hadîsleri de şundan bundan işitip duruyoruz. Bunlardan bir şey anlamazsak, istifâde etmezsek neye yaradı hadîs? Peygamberimiz o sözleri kitaplara yazalım diye değil, istifâde edelim diye söylemiş. Demin bir hadîs seylendi: (Şeytan, Hz. Muhammede: “15 kimseyi sevmem. Birincisi seni sevmem” ) demiş ve sevmediği kimseleri sırayla saymış. Sonra da sevdiği kimseleri saymış. Bunların başında da Hz. Muhammedi sevmeyenler varmış. Hz. Muhammed’in, sevginin, sevmemenin ne olduğunu bilmezsek bu sözden istifâde edebilir miyiz? İstifâde edemezsek, bu sözü, musluğun suyu sadece naklettiği gibi naklederiz; o kadar. Hâlbuki iş, istifâde etmede. Ama istifâde için de anlamak lâzım. Ali Efendi kuyumcudur, altını nerede görse tanır ve ondan istifâde eder. Biz şimdiye kadar Peygamberimizin sözlerini gereği gibi anlayamadık; onlardan faydalanamadık. O “El-fakru fahri” dedi; biz bunu dilencilik zannettik, köşe başlarına oturup el açtık, zillete düştük. Hâlbuki bu hadîsteki “fakr” kelimesi, maddî mânâdaki “fakirlik” değil, mânevî fakirlik, yani Allahın kudreti, büyüklüğü karşısındaki âczimiz mânâsına gelen “yokluk”tur. Âczini anlayan insan, (talep, isteme, dileme) yoluna girer. En büyük makam “dilemek”tir. Bizimkiler bunu “dilenmek” zannetmişler. Hâlbuki talebenin dilediği gibi dilemek lâzım. “Talebe” tâlibler demek değil mi? Yani “isteyenler”, “dileyenler”. “Tâlip” dilenci değil, dileyicidir. Yani hocasından ilim isteyecek ki o da versin. İstemeden verirler mi? Bir talebe eline değnek alsa da öğretmene (Şimdi senin kafanı kırarım. Çabuk bu dersi bana öğret!) dese öğretir mi? Öğrenmek isteyenin, mutlaka mütevâzi ve mahviyyetkâr olması lâzım. İnsan ilim dileyicisi olmalı, para dilencisi değil. “Derviş” kelimesini de böyle yanlış anlamışız. “Derviş” demek, “kapıya döşenen kimse” demekmiş; yani gönül açıklığı demek. Tasavvuf ilmi gururla, şiddet ve cebirle öğrenilmez, tevâzû ve tenezzülle öğrenilir. Çünkü bu ilmi “gönül”den koparacaksın. Demin de söylediğimiz gibi, en büyük makam, tevâzûdur, alçakgönüllülüğü süflîyet zannetmişler; beşeriyete zararları dokunuyor. Kanun bunların zararını görünce, onlarla mücadeleye başladı. Etmese, irticâ ve süfliyyet devam edip gidecek. Ama zamanı geldi artık. Kulaklarımız yavaş yavaş deliniyor; Peygamberimizin sözlerini ve büyüklüğünü anlayacağız. Peygamberlerin en büyüğü Hz. Muhammed’dir. Peygamberlik yukarıdan aşağıya doğru iniyor; indikçe büyüyor. Öbür Peygamberlerden tecellî eden hâl, sırayla dizilmiş Hz. Muhammed o hallerin iyisini alıyor, kendi zamanında işe yaramayacak olanlarını almıyor. Meselâ Mûsevîlikten sünneti almış. Îsâ bunu görüp alamamış. Yaptığımız işin hikmetini bilmezsek, emeğimiz boşa… Bir hazineye girdik; fakat oradan beş kuruş bile almadan çıktık, neye yaradı? Namazda, abdestte hep birer hikmet ve mânâ var. Şeriat sadece minareye çıkıp ezan okumak değil, nefse hâkim olmaktır; nefisteki “şeri” “at”maktır.“Beşer”, şeriat potasından geçmedikçe “insan” olamaz. Fakat şeriat “Kuyuya kedi düştü, acaba kaç helke su çekmek lâzımdır?” diye düşünmek değil, nefsi öldürmektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder