31 Ekim 2025 Cuma

BAHRİ BABA

İbrahim Ethem anlattı: 

Bir gün 6 veya 7 kisi Bahri Babamın evinde zikire gitmistik evinin alt katında oturuyorduk. Cay içerken sohbet ediliyordu. Bi abi Bahri babama ."ya baba her yerimizi sinek ısırdı bakıyorum senin üzerine bi tane sinek bile konmadı,  sinekleri sen mi üzerimize saldın der gibi latife de bulundu. Bahri babam "ben onlara karışmam onlarda bana karışmaz dedi." Mahlukatı hoş eylemek gerektiğini yıllar sonra anladım

BAHRİ BABA

 İbrahim Ethem mardeşimiz anlattı:Yine bir gün Bahri Babamın ziyaretine evine gitmiştik.ziyaret bittikten sonra beni yolcu ederken. Evin girişinde lavabo vardı. Lavabonun önünü gösterek "birgün abdest almak icin burada bulunduğum sırada lavaboya girmeden lavabonun önünde ruhum bedenden ayrıldı. Bedenim yere yığıldı. Yerde yatan kendimi seyrettim.kendim kendi  gözüme çok çirkin göründü. Bedene geri dönmek istemedim. Ama bir süre sonra tekrar bedenime döndüm. Bu hali daha önce bir kere daha yaşamıştım " dedi ve bizi uğurlayana kadar kapıdan ayrılmadı.

HER ÜMMETE KENDİ İŞLERİ CAZİP GÖSTERİLMİŞTİR.

 Bu Hak Teala'nın bir mekridir(hilesidir).En'am suresi 108 ayetinde belirtilmiştir:"Allah'dan başkasına tapanlara ( ve putlarına) sövmeyin; sonra onlarda bilmeyerek Allah'a söverler.Böylece biz her ümmete kendi işlerini cazip gösterdik..."

Burada ümmet tabiri, aynı şeye inanan insan topluluğudur.Bu bir siyasette parti olabileceği gibi,inanç ve amel noktasıyla bir araya gelmiş insanlar olabilir.Çünkü, her insana inandığı lider, tabi olduğu amel yönü cazip gösterildiğinden herkes kendini en doğrusu ve hakikat yolcusu sanır.Dolayısıyla insanların inandıklarına sövme, karşılık vermek suretiyle hakkı bırakıp batıla dalarlar.

Bu ayet, bir taatin eğer bir günaha sebeb oluyorsa , terk edilmesinin vacibliğine delildir.Çünkü şerre sebeb olan şeyde şerdir.Putlara sövmek ve onları kötülemek esas taatlerdendir.Ne var ki büyük bir günaha sebeb olduğu için Allah Teala onu yasaklamıştır. 

TULİ EMEL BESLEMEK ŞEYTANDANDIR

 Hikaye edildiğine göre abidlerden biri Allah Teala'dan şeytanı kendisine göstermesini istiyordu.Ona Allah'dan afiyet  iste denilhdiyse de o dediğinden dönmedi.Bunun üzerine Allah ona şaytanı gösterdi.Abid şeytanı görünce ona vurmaya davrandı. Şeytan: " Eğer sen yüz yıl yaşayacak olmasaydın seni öldürür, cezalandırırdım" dedi.Abid şetanın bu sözüne aldanarak  kendi kendine ' Nasıl olsa ömrüm uzun, istediğimi yapar sonra tevbe ederim.' dedi. Sonra yoldan çıkarak , ibadeti terk etti ve helak oldu.

LATİF SIFATININ VASFINDAN KULA DÜŞEN PAY

 Hak teala'nın el-Latif ismi şerifinden kula düşen pay , Allah Teala'nın kullarına yumuşak  davranmak, onları yumuşaklıkla Allah7a davet etmek, onları kabalıkla değil rıfakla ahiret saadetine ulaştırmak ve bunları yaparken de taassub ve düşmanlık göstermemektir.Bu konuda latif olmanın en güzel şekli , inisanları beğenilecek tavır , hareket, yaşayış ve salih amellerle hakkı kabule cezbetmektir.Şüphesiz böyle yapmak süslü sözlerden daha tesirlidir.

İbni Arabi hazretler şöyle demiştir::Rasulullah SAV " Benden gördüğünüz şekilde namaz kılınız" buyurmuş "Benim söylediğim gibi namaz kılın " dememiştir.

29 Ekim 2025 Çarşamba

DOĞACAK ÇOCUĞUN GÜZEL OLMASI İÇİN

 aYVA'NIN FAZİLETİ  HAKKINDA BİR RİVAYET VARDIR:pEYGAMBERLERDEN BİRİ ÜMMETİNİN ÇOCUKLHARININ ÇİRKİNLİĞİNDEN aLLAH'A ŞİKAYETTE BULUNDU.aLLAH DA ONA " oNLARA EMRET Kİ KADINLARINA HAMİLELİKLERİNİN ÜÇÜNCÜ VE DÖRDÜNCÜ AYLARINDA AYVA YEDİRSİNLER" DİYE VAHYETTİ.çÜNKÜ CENİN O ZAMAN ŞEKİL ALIR VE AYVA ÇOCUĞU BU DEVREDE GÜZELLEŞTİRİR.

İLAHİ RUH SADECE BEŞERE ÜFÜRÜLMÜŞTÜR

 Kur©ân©da da hadîslerde de Cenâb-ı Hakk©ın herhangi bir başka mahlûka daha Rûh©undan üfürmüş oldu una dair hiçbir bilgi yok. Ayrıca dikkat edilmesi gereken bir husûs da şudur ki Cenâb-ı Hakk, beşere Rûh©undan üfürür üfürmez bütün meleklerin beşere secde etmelerini yâni beşerin içine Allah tarafından bırakılmış olan bu lâhî Emânet'e kar ı tıpkı Allah'a gösterilmekte olan üstün saygı gibi bir saygı gösterilmesini emretmektedir.

 İnsana üfürülen şey AllAh©ın Rûh'u yâni Rûhullah imiş ,ki insanı Eşrefü-l Mahlûkat yâni yaratılmışların en şereflisi ve Allah'ın Arzdaki Halîfesi kılan da bu emânetmiş. bunun idrâkinde olmak, bu idrâki her daim zinde tutmak insana, kim bilir, ne büyük sorumluluklar yüklemektedir!

VEHİM AĞACI

 Cenâb-ı Hakk'ın Âdem ile Havvâ'nın meyvesinden yemelerini yasaklamı olduğu ağacın da Vehim Ağacı olduğu rivâyet edilmiştir. Cennet'te Cenâb-ı Rabbü-l Âlemiyn'in huzurunda huzur ve vahdet içinde olan Âdem ve Havvâ bu aacın meyvesinden tadar tatmaz Rabb'lerini unutmular ve kendi bedenlerinin idrâkine vararak kendilerine bir "varlık" izâfe etmeğe başlamışlardır.

vehmin nefis mertebelerinde daha çok Nefs-i Emmâre ile Nefs-i Levvâme'de yoğun yaşandığını ve bu mertebelerin de sâliki en çok uğraştıran mertebeler olduğunu bilmek gerekir. 

 Nefs-i Emmâre, beeri: tecessüsün, dedikoduculuğun, gıybetin, iftirâcılığın, yalancılığın, aptallığın, dönekliğin, hıyânetin, hiylekârlığın, münâfıklığın, korkaklığın, vurdumduymazlığın, sorumsuzluğun, adâletsizliğin, îmansızlığın, küfrün, bâtıla meyl etme tutkusunun, cimriliğin, tamahın, hırsızlığın, isrâfın, kendini beenmiliin, cehâletin, kibrin, kînin, muhabbetsizliğin, kabalığın, iddetin, gadrin, mahvetme içgüdüsünün, hırsın, her türlü ehvetin, kendisine putlar ihdâs etmenin ve benzeri nâkısaların dürtü ve emirlerine mutî kılan nefis mertebesidir. 

Nefs-i Emmâre'nin hevâ ve hevesi ile bütün dürtü ve emirleri beeri Allah'ın emirlerine muhâlif hareket etmeğe yöneltir; bu bakımdan da şeytan'ın hiyle ve desîselerinin yansıdığı bir yerdir. Nefs-i Emmâre Allah'ın emirlerini ve şerîat'ın kurallarını örter, beşerin idrâk ve basarının bunlara nüfûzunu önler. Bu bakımdan da kâfir sıfatına lâyıktır.

Müridinin himmeti ve Allh'ın da lûtfuyla mürîd, Nefs-i Emmâre'ye karı cihâdında muzaffer olursa nefsin ikinci kademesi ya da ikinci vechi veyâhut da ikinci tavrı denilen: Nefs-i Levvâme (kendini kınayan nefis) ile karı karıya gelir. Bu mertebede kendine zikir olarak telkin edilen sm-i Celâl'in Nefs-i Levvâme'yi yontup tâdil etmee balamasının reaksiyonu olarak Nefs-i Levvâme de bütün hiyle ve desîselerini ortaya döker. Bunlar mürîdde: l) vehim, 2) vesvese, 3) hayâl gücü ve 4) tereddüd olarak ortaya çıkar, aklına da kalbine de hükmetmeğe başlarlar. 

Nefs-i Levvâme Allah'ın emirleri, şerîat'ın kuralları ve Mürid'in nutuk ve emirleri husûsunda mürîdin idrâkini bulandırır; bu konuda fehâmet ve temyizinde zaaf ve tereddüdler uyandırır. Bu bakımdan da münâfık sıfatına lâyıktır.  

Ayrıca, mürîd Nefs-i Levvâme'nin etkisi altında Mürid'inin mertebesinden ve ilminden üphe duymaa, bazen ihvândan da soğumağa balar. Mürid'ini ziyâret, ona nefsine ağır gelen bir angarya olur. Mürid'inin nutuklarını haklamakta en azından isteksiz davranır. Kendisinin de mürid olmasının hayâllerini kurar; Efendisi ile kendisini birçok yönden kıyâs etmeğe kalkıır. Sonra bütün bu düşüncelerin Mürid'i tarafından mutlakğ bilindiği vesvesesiyle bunlardan utanç ve pişmanlık duyar; nefsini kınamağa ve hattâ kendine ezâ cefâ çektirmeğe balar. Pimanlığı onu tövbelere, tövbelerden rucû'a ve yeni tövbelere sürükler. Her seferinde nefsinin kötülüğünü idrâk ile onu kınar durur ama çok geçmeden nefsin oyunlarına kendisini gene kaptırır. Sonuç olarak, tıbbî yönden müâhede edildiğinde, kompleksli ve paranoid bir hâlet sergiler. 

bu nâkıs hâli atlatmanın bir yolu vardır. 1) Mürid'ine her nâkıs hâlini arz etmesiyle, 2) Mürid'inin de mürîdin bu ahvâlinin tahlîlini yapıp onu, nefsin bu ve bu kabil oyunlarını müdrîk kılmasıyla ve bunlara karı sohbet ve nazarıyla tahkîm etmesiyle, 3) Mürid'ine olan râbıta'sını sağlam tutmasıyla, 4) Mürid'inin nutuklarını ne olursa olsun haklamasıyla, ve 5) Mürid'inin telkin etmi olduğu dersi aksatmadan ve usûlüne uygun bir biçimde icrâ etmesiyle selâmete erişir.


 

ŞERİAT /TARİKAT İKİLEMESİ

 Allh'ın rızâsını, yâni honutluunu, kazanmaa çalımak her müslümana farzdır. te, erîat bu rızâyı kazanmanın kurallarını oluturur. Onun içindir ki akıl melekesiyle donanmı her müslüman erîata tâbidir. Tarîkat ise: 1) insanın nefsi ve rûhu hakkında derin bir bilgi edinmesinin, 2) Allh hakkında erîat'ın saladıından çok daha geni ve derin bir bilgi sâhibi olmanın, 3) Hazret-i Muhammed (s.a.)'in güzeller güzeli ahlâkıyla ahlâklanmanın, ve nihâyet 4) bedenin ölümünün vuku bulmasından önce Allh'a kavumanın ipuçlarını salar, yolunu çizer. erîatın farz olmasına karılık, insan tarîkat karısında muhayyerdir; bu konuda ancak tâlib olabilir. Fakat bu da yetmez. Kendisini dervi olarak kabûl edecek olan Mürid-i Kâmil'in, tâlibin: 1) tarîkatın realitesini hazmetmek, 2) hakîkatini fehmetmek, 3) zorluklarına tahammül etmek husûslarında fıtraten yetenekli olduunu da tesbit etmesi gereklidir. Aksi hâlde, bütün çabaların sonucunda ortaya bir baka nsân-ı Kâmil deil fakat vehim ve hayâli gulyabânîlemi bir yarı-dervi çıkar. Yarı-dervilerin zararı ve banazlıı ise, ne yazık ki, yarı-aydınlarınkinin kat kat üstündedir 


NEFS,BEDEN RUH ÜÇLEMESİ

 . Cenâb-ı Hakk insana: 1) beden, 2) nefs, ve 3) Rûh'u lûtfetmitir. insan öldüğünde topraktan olan beden toprağa dönmekte, nefs Dünyâ hayatında işlediği sevapların ve günâhların bilânçosuna göre hakkında işlem yapılmak üzere Rûz-i Cezâ'yı beklemek üzere Berzah Âlemi'ne rücû etmekte ve insanı Erefü-l Mahlûkat ve bilkuvve Hakk'ın Arz'daki halîfesi kılan o ilâhî Emânet yâni Rûhullah da Hz Azrâil aracılığıyla Sâhibi'ne rücû etmektedir. 


27 Ekim 2025 Pazartesi

NURCULUK TARİKAT DEĞİLDİR

 - Nurculuk, aslında çileke bir Nakşî dervişi olan, ama hiç kimseye şeyhlik taslamamı, kimseyi de tarîkat mürîdi olarak kabûl etmemi olan Said-i Nursî'nin te'lif etmiş olduu Nûr Risâleleri'nde sergilemiş olduu "âlem görüşü"nü benimsemeye çalıan kimselerin tavrıdır. Bu bir tarîkat deil, tarîkat-dıı bir tavırdır. Çünkü: 1) Said-i Nursî bir tarîkat şeyhi deidir, 2) Nurcular'ın tekkeleri yoktur, 3) Nurcular'ın hurda-i tarîki yâni ritüelleri de yoktur, 4) Nurcuların Hz Peygamber'e dayanan bir tarîkat eceresi de yoktur; Nurculuğun balangıcı Hz Peygamber ile değil Said-i Nursî iledir; 5) Nurcuların fiktif bile olsa özel bir kıyâfetleri, tâcları ve (sancak, post, tâber, tu, kekül, makm, taht, âsitâne vesâire kabilinden) tarîkatlarına mahsûs dier levâzımları da yoktur. "Nurcular" denilen zümre şer'î sorumluluklarını yerine getirmeğe çalışan, bu âlemde Cenâb-ı Hakk'ın ef'al ve sıfatlarının tecellîlerini müâhede edip de ibret almayı amaçlayan kimselerden olumaktadır. Ve bu vasıflardan ayrılmadıkları, nefislerine malûb olmadıkları, kendi düünce ve yaşayış tarzlarını başkalarına icbâr etmee kalkımadıkları sürece hörmete ve îtimâda lâyık kimselerdir

ES SABUR İSMİ ŞERİFİ

 - Es Sabûr Cenâb-ı Hakk'ın Zât'ına lâyık gördüğü Güzel isimler'den biridir; ve: 1) sabrı yaratmı olan, 2) her tecellînin sonunu sabırla bekleyen, 3) kullarına sabrı baheden anlamındadır. "Muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir" 25 ve "And olsun ki Allah sabredenleri sever" 26 âyetleri sabır sâhibi olanların Allah'ın indindeki mertebelerinin azametine iâret etmektedir. Asr sûresinde ise "inananlar, iyi ilerde bulunanlar, biribirlerine hakkı tavsiye edenler ve biribirlerine sabrı tavsiye edenlerden baka herkesin hüsrânda olduğu" bildirilmektedir. Cenâb-ı Peygamber Efendimiz: "El hayru fi mâ vak'a" yâni: "Vuku bulanda hayır vardır" ve gene "Bir işin sonunu sabırla beklemek ibâdettir" demitir. O hâlde vuku bulanın hayrının tecellî etmesini sabırla ve îmanla beklemek mahzâ edeb ve ibâdet olmaktadır. Böyle bir fırsat, ele geçtiğinde, asla hebâ edilmemelidir

ÜÇ HUY

 "Üç huy vardır ki onlar kimde bulunursa o, Allh'ın sevgili has kullarından olur. Bu üç huy: 1) Kader'in hükmüne râzî olmak, 2) Allh'ın haram kıldıı eylere karı sabretmek, 3) (sâdece) azîz ve celîl olan Allh'ın zâtı için öfkelenmek", ve ikincisi de: "unlar îmanın zayıflıındandır: 1) Allh'ı kızdırmak bahâsına insanları râzî etmen, 2) Allh'ın verdii rızıktan dolayı insanları övmen, 3) Allh'ın sana vermedii rızıktan dolayı insanları kötülemen. Bir kimse ne kadar iddetle isterse istesin, Allh'ın nasîb etmedii eyi sana getiremez. Hiç kimsenin honutsuzluu da Allh'ın sana verdiini geri alamaz. Allh, hikmetiyle ve büyüklüüyle, huzur ve ferahı: 1) Kader'e rızâ'ya, ve 2) kuvvetli îmana; kaygı ve üzüntüyü de: A) üpheye, ve B) kaderine itiraz etme'ye yerletirmitir" 

Kazâ'nın zâhirine bakıp da iin aslında bir sebeb-sonuç ilikisinin mevcûd olduunu vehmetmek vahim bir hatâdır. Cenâb-ı Hakk, Ezel'de, Zât'ını bir sebebsonuç ilikisiyle kayıt altına almaksızın Kader'i tâyin etmitir. Kader'de, yalnızca, Cenâbı Hakk'ın (hikmeti sâdece ve sâdece Zâtı'na mâlûm olan) Hükmü vardır. Bu Hüküm ise: 1) "sebeb-sonuç ilikisi"nden baımsızdır; ve 2) bu ilikinin, insanın nefsinin kendi hayâlinde tahrîk ettii vehmî zuhûruna da takaddüm eder. Beerin Akl-ı Meâ'ının kendisine telkîn ettii sebeb-sonuç ilikisi Kader'in halkedilmesinin temelinde yoktur. Bu iliki ancak, Kazâ'nın zuhurunda, olayların zaman içinde bir silsile tekil etmesinin mâkûlemizde (gene de Ezel'deki Kader hükmüne uygun olarak) ihdâs ettii bir vehimden ibârettir. 

Hiç bir iin Kader hükmünün dıında vuku bulmadıı ve kimsenin Kader'in hükmünü deitiremeyecei idrâki dâimâ zinde tutulmalıdır. Bu îtibârla, bâzı hareket ve davranıların "uurlu" ya da "uursuz" olduu vehmine, yâni nefsin insana, açık ya da kapalı bir biçimde, telkin ettii "Kader'in hükmünü deitirebilecei vehmi"ne kapılmamak gerekir. Bu kabil bir inanç bir tür irk-i hafî'den baka bir ey deildir. nsan bir takım hareket ve davranılarla ya da mezarlardan, meczûblardan, falcılardan ve cincilerden meded umarak Kader'i deitiremez. Baına ne gelecekse gelecektir. Dolayısıyla insan Kader'in hükmüne sabırla teslim olmasını bilmelidir.

GERÇEK MÜRŞİT VE SAHTELYERİNİ BİLMEK

 , bu yolun urusu (yâni ekiyâsı) boldur. Bir Mürid'in yanında bir müddet kalıp da mânevî eitimini tamamlamadan nefsinin hevâ ve hevesine uyarak kendisini Mürid ilân etmi de etrafına adam toplamaya balamı bir kimsenin mürîdlerine verebilecei mânevî ve maddî ziyân çok büyük ve çok trajik boyuttadır. Bu itibarla tâlibleri uyarma noktasında u kıstasları tesbit edebiliriz:

1) "Kemâl sâhibi bir Mürid-i Mânevî ne kendisini bu sıfatla ilân eder ve ne de kimseyi kendisine dâvet eder."

 2) “Kemâl sâhibi bir Mürid-i Mânevî kendi propagandasını yapmaz ve yaptırtmaz. Halk kendisine kapılansın diye dâîler (dâvetçiler) çıkartmaz”.

3) "Kemâl sâhibi bir Mürid-i Mânevî kendisine kerâmetler ve mûcizeler izâfe etmez ve ettirmez".

4) "Kemâl sâhibi bir Mürid-i Mânevî kendisini gaybdan ya da gelecekten haber veren bir kâhin derekesine düürmez". Onun temel megalesi tâlibleri Kur'ân ve Sünnet'in âdâbına aykırı olmayan bir biçimde eitip tekâmül ettirtmektir. 

5) "Kemâl sâhibi bir Mürid-i Mânevî verdii eitimde merhametli ve rikkatli bir mürebbidir”. Mürîdlerin fehâmetlerinin, idrâklerinin ve temyizlerinin seviyelerine göre konuur. Onları fuzûlî üphelere, endielere ve vesveselere sevketmez. Aksine O'nun tedrîs sisteminin balıca hedefi, tâlibleri vehim ve hayâlin hükümranlıından âzâd etmektir.

6) "Kemâl sâhibi bir Mürid-i Mânevî mürîdlerini mânen sömürmez”. Kendi cezbesini mürîdlerine yüklemez. Aksine onlardaki eytânî cezbeyi izâle eder, rahmânî cezbelerini de onlara hazmettirir. nsân O'nun huzûrundan ferahlamı olarak çıkar.

 7) "Kemâl sâhibi bir Mürid-i Mânevî mürîdlerini maddeten de sömürmez". Mürîdlerini kendisine mal, mülk ve para bakımından hizmet etmekle mükellef kimseler olarak telâkki etmez; onlara bu yönde telmihlerde, ya da talebde bulunmaz. Aksine, kemâl sâhibi bir Mürid-i Mânevî kendisinin mürîdlerine hizmetle mükellef olduu uurunu dâima zinde tutan bir zâttır. 

8) "Kemâl sâhibi bir Mürid-i Mânevî mürîdleri arasında merhamet, adâlet ve ihsân ile muamele ederek topluluun vahdetini muhafaza eder". Onun eitiminde ve sohbetlerinde dedikodu, gıybet ve siyasete yer olmadıı gibi mürîdlerini bu gibi nâkısalardan uzak tutmak için de himmetini esirgemez. Onun balıca hedefi, mürîdlerini Allh yolunda en kolay ve en hızlı bir biçimde tekâmül ettirip ilerletmek ve olabildiince Cenâb-ı Peygamber'in ahlâk-ı hamîdesiyle bezemektir.

 9) "Kemâl sâhibi bir Mürid-i Mânevî bu zorlu yolda mürîdlerini hıfzeder". Eer mürîdlerden biri bu yükün altından kalkamıyor da kendisinden ayrılmak istiyorsa onu merhamet ve efkatle, haklarını da helâl ederek balılıından âzâd eder. Hakkında hayırlı dualarda bulunur.Tutup da lânetler savurmaz; onun gelecei hakkında, kendi eitim halkasından ayrıldıı için, felâket tellâllıı yapmaya tenezzül etmez. Kemâl sâhibi bir Mânevî Mürid mürîdlerini lânet ve beddua terörüyle sindirmeye yeltenmez; aksine onların kalbinde muhabbet ve merhamete dayalı bir adâlet ve ihsân ile hükümrân olur.

10) "Kemâl sâhibi bir Mürid-i Mânevî mürîdlerini nefislerinin kaldıramıyacaı zikir ve sair nâfile ibâdetlerle, riyâzâtla yüklemez". Yüklediklerini de bir kuyumcu tartısı hassasiyetiyle ve nefislerinin tahammül sınırını göz önünde tutup dozunu iyi ayarlayarak yükler. Gâye nefsin ezilmesi deil müslüman olmasıdır.

11) "Kemâl sâhibi bir Mürid-i Mânevî nezdinde, taklîden icra edilen hurde-i tarîk'in (yâni tarîkatlarda terifat ve merasimlerin ayrıntıları ile ilgili bilgilerin) lm-i Ledün yanında bir kıymet-i harbiyesi yoktur". Yâni böyle bir Mürid mürîdlerinin lm-i Ledün'le ünsiyetlerini arttıracak sohbetler yapmayı, onları fuzûlen megûl edecek atafatlı tarîkat merasimleriyle megûl etmee tercih eder.

12) "Kemâl sâhibi bir Mürid-i Mânevî mürîdlerini cemiyetten tecrid etmez". Onlara kibirlerini kabartacak ekilde ayrıcalıklı bir durumları olduu uurunu deil, kazandıkları bilgilerle ancak beeriyetin hizmetinde ve kibirsiz birer rahmet odaı oldukları şuurunu telkîn eder.

13) "Kemâl sâhibi bir Mürid-i Mânevî baka biri tarafından teberrüken verilmi bir eyhlik cazetnamesini kabûl etmedii gibi kendi eitiminden geçmemi kimselere de bu gibi belgeler daıtmaz". Bu gibi al gülüm-ver gülüm tarzındaki muamelâtın kendi mürebbiliinin ciddiyetiyle badamayan bir hubb-i riyâset ve gizli kibr’e dayanmakta olduunun uuruna sâhiptir. Benim u anda verebileceim kıstaslar bunlar. Dah

26 Ekim 2025 Pazar

EVLİYALIK,


Evliyâlık kesbî değildir. Çalışmakla başarılmaz. Evliyâlık vehbîdir. Allah tarafından verilir. Allah tarafından "ircii ibâdi" yâni "Ey kulum, bana dön" emri gelmeden önce de o kulun Hakîkaten nâfile ibâdetlerle Cenâb-ı Hakk'a yaklamı olması lâzımdır. Ancak bu takdirde insân Cenâb-ı Hakk'ın velâyetine lâyık olabilir ve ancak bu takdirde Allah o zâtı huzûruna çağırır. Tabiî evliyâ olan bir zâtın ilmi, fehâmeti, kemâli, etvâr-ı seb'ayı bitirip de meşâyih-i rüsûm dediğimiz resmî şeyhlerde olan bir kimsenin kemâli gibi değildir. Onun fehâmeti bakadır, o artık bir nsân-ı Kâmil'dir.

nefs

 , Cenâb-ı Hakk bizim vücudumuzda üç öge yaratmıtır. 1) Bedenimiz, 2) Nefsimiz, ve 3) Rûhumuz. imdi biz, bedenimizi görüyoruz. Nefsimizin de âsârını müahade ediyoruz. Karnımız acıkıyor, doyuyoruz; susuyoruz, susuzluumuz gidiyor; okuma ihtiyacımız beliriyor, bunu gideriyoruz; uyuyoruz. Bunlar hep nefsimizin tezâhürleri. Pekiyi de, içinizde hiç rûhunu görmü olan var mı? Rûhumuzu göremiyoruz. Ama bedenimizin ve nefsimizin derûnunda bu iç içe mubârek kasalara emanet edilmi olan Cenâb-ı Hakk'ın Rûhu deil mi? Ona Rûhumdan üfürdüm demiyor mu? Biz bunu görebiliyor muyuz? Göremiyoruz. Niye göremiyoruz? Çünkü rûhumuzla bizim idrâkimiz arasında nefsimiz hükümran. Nefsimiz bir mahbes rolü oynuyor, bir engel rolü oynuyor. O hâlde nedir bu nefs


e nefsin yedi vechesi, ya da yedi yüzü, ya da yedi sûru, ya da yedi perdesi, ya da yedi kalesi olduundan bahsedilir. Bunlara sırası ile verilen resmî adlar öyledir: Birincisi Nefs-i Emmâre, yâni kötülüü emreden nefsdir. Nasıl bir mertebedir bu nefs mertebesi? Bu nefis mertebesi insâna: ehveti, hırsızlıı, hiddeti, iddeti, dedikoduyu, gıybeti, nekeslii, yalanı, nifâkı, hilebazlıı, hasedi, tembellii, yalancılıı, haksızlıı, sabırbızlıı, muhabbetsizlii, efkatsizlii, nemelâzımcılıı, idrâksizlii ve bunun gibi hatırınıza ne kadar kötü evsaf gelirse insâna bunları emreder. Nefsin ikinci mertebesi, ikinci vechesi Nefs-I Levvâme vechesidir. Nefs-i Levvâme vechesi, kendini kınayan nefs demektir. Bu nefs mertebesinde nefs, vehimle mülevvestir. Vehmin tam gulyabanîletii bir durumdur bu. Bu durumda insân kendisinde olmayan evsafı kendisine izâfe ettii gibi, kendisinde olmayan hatâları da kendisine izâfe edebilir. Her bir eyde hatâlı olduunu, günâhkâr olduunu gösüne vurarak, tövbe ederek, kendisini kınayarak ortaya koyar. Yâhut da büyük bir paranoya içinde "Benden daha âlâsı var mı? Ben o ii çok iyi bilirim. O kimse mi, be para etmez, esas bana sor" gibilerinden efelik taslar. Her ikisi de vehimdir. Vehim, yâni kuruntu, insânın kendisine ister müsbet, ister menfî olsun, kendisinde olmayan vasıfları atfetmesi marâzîdır.. Nefsin üçüncü mertebesi Nefs-i Mülhimme yâni kendisine ilhâm olunan nefs mertebesidir. Bu ilhâm; eytânî de rahmanî de olabilir. Çok tehlikeli bir mertebedir.Ve dikkat edilmesi gereken husus udur ki nefs, her bir mertebede insânın kendisinin gerçek mâhiyetini anlamaması için binbir türlü hile, binbir türlü desise ihdas eder. Dördüncü mertebe ise insânın yava yava artık nefsin bu üçkaıtçılıklarını, bu hilelerini-hurdalarını örendikten sonra bu bilgisinin kendisine verdii itminan ile elde ettii Nefs-i Mutmainne mertebesidir. Yâni itminana ulamı nefs mertebesidir. Bu mertebeyi de aan beinci mertebe olarak karısında Nefs-i Râdiyye mertebesini yâni Allh 'tan râzî olan nefs, Allh 'tan honut olan nefs mertebesini bulur. Altıncı nefs mertebesi Nefs-i Mardiyye mertebesidir; yâni Allh 'ın kendisinden râzî olmu olduu nefs mertebesi. Ve son nefs mertebesi de Nefs-i Kâmile ya da Nefs-i Sâfiyye, yâni kâmil ya da saf nefs mertebesidir. Kâmil ve saf nefs mertebesinin hilesini de hurdasını da amaya muvaffak olan bir kimse nefs yönünden bir kemâl mertebesine ulamı olur. Kemâlin sonu yok ama bu, ilk kemâl mertebesi. 

Nasıl bir kemâl mertebesi? Bakınız Cenâb-ı Peygamber'in çok ilgi çekici bir hadîsi var. Cenâb-ı Peygamber bir seferden dönüldüü zaman Ashâb-ı Güzin'e demi ki: "Ey ihvânım! Küçük Cihâddan döndük; imdi zemen en büyük cihâd zamanıdır". "En büyük cihâd nedir Yâ Resûlullah?" diye sorulduunda da: "En Büyük cihâd; nefse karı açılan cihâddır" diye cevap vermitir. Bu, nefsin hevâ ve heveslerine, hilelerine, desiselerine açılmı olan cihâddır. te, Turûk-i Aliyye dediimiz bütün tarîkatlarda nefse karı ve onun yedi mertebesinin bütün hile ve hurdalarını öretmeye, insânı bu konularda bilgi sâhibi kılmaya mâtuf bir cihâd ilân edilir. Nefsin bu yedi mertebesine Etvâr-ı Seb'a yâni “Yedi Tavır” diyoruz. Çünkü Nefs-i Emmâre mertebesine ehli tarîk,Tavr-ı Âdemiyye, Hz.Âdem'in tavrı; Nefs-i Levvâme mertebesine ehli tarîk Tavr-ı Nûhiyye, Hz.Nûh'un tavrı; Nefs-i Mülhimme'ye Tavr-ı Yahyâviyye, Hz.Yahyâ'nın tavrı; dördüncü mertebe olan Nefs-i Mutmainne'ye tekabül eden peygamber tavrına Tavr-ı drîsiyye, ondan sonrakine Tavr-ı seviye, daha sonrakine Tavr-ı Mûseviyye ve nihâyet Nefs-i Kâmile ve Nefs-i Sâfiyye'ye tekabül eden tavra da Tavr-ı brâhimiyye demektedirler. 

Demek ki, nefse karı cihâd açmanın fazl-u füyûzâtı Cenâb-ı Peygamber'in bu hadîsine dayanmaktadır. Pekiyi; bir kere de sizin fehametinize müracaat etmek isterim. Eer nefse karı cihâd, cihâd-ı ekber ise (en büyük cihâd ise) bu cihâda kalkıan kimseye ne derler? Tabiî ki mücâhid ya da mücâhide derler. Mücâhid-i ekber, mücâhide-i ekbere derler. Peki ben size sorarım. Ben bakın hiç bir ey yapmıyorum. Sâdece ve sâdece Cenâb-ı Peygamber'in hadîsinden sonuç çıkarıyorum. Kur'ân'ın aklınızı kullanınız, ûlülelbab'tan olunuz emrine ittiba ederek, sâdece bu emrine ittiba ederek, kendimden bir ey katmaksızın size rücû ediyorum. Demek ki, nefse karı cihâd edenlere bu cihâdın cihâd-ı ekber olması hasebiyle mücâhid hatta mücâhid-i ekber, mücâhide-i ekbere denilmesi lâzım. Peki nefse karı cihâdda vefat eden kimse ne olur? ehid olur efendim, ehid! Bakınız, buradan tekrar hadîs-i kudsîye dönüyorum. Diyor ki Cenâb-ı Hakk: "Kulum bana nâfile ibâdetlerle yaklaır. Bu nâfile ibâdetlerle o kadar yaklaır ki, ben onun gören gözü, iiten kulaı, ileyen eli olurum." Pekiyi biz yâni ehli tarîk kimseler nasıl bir mücâhedeye balıyoruz nefsimize karı? Her bir nefs mertebesinde Cenâb-ı Hakk'ın esmâsından bir tanesini zikretmekle balıyoruz. Bütün tarîkatlarda çekilen zikirler ve bunların sıralanıı aynı deildir. Bunların hepsini ve aralarındaki farkları burada tafsîlen anlatmam da mümkün deildir. Bu itibarla, bir fikir vermi olmak için, Halvetiyye’nin bâzı kollarındaki uygulamayı takdim etmekle yetineceim.

Birinci nefs mertebesinde Lâ lâhe llâllah zikrinden balanır. kinci mertebede Yâ Allh lâfzı celâli çekilir. Üçüncü mertebeye gelinince Yâ Hû, dördüncüde Yâ Hakk, beincide Yâ Hayy, altıncıda Yâ Kayyum, yedincide Yâ Kahhar çekilir; ve Yâ Kahhar ile nefs de kahredilir ve nefs ortadan kalkınca yâni, "nefsin mâhiyeti rûha inkılâp edince" ortaya rûhun güzellii çıkar. Ve insân belirli bir kemâle erimi olur.(Ahmet Yüksel Özemre)


İLMÜ LEDÜN NEDİR?

 Nedir lm-i Ledün? lm-i Ledün, erîatın bize bildirmedii ama insân merâkının, insânın Allh 'a karı ak, evk ve isteinin ortaya koyduu arzu muvâcehesinde Allh 'ın sırlarından bir kısmını, bu mükevvenâtı niçin yarattıını, Cenâb-ı Peygamber'i niçin kendisine Habibullah olarak seçtiini ve bu dünyaya bizi niçin saldıını ve bu dünyadan kurtulup da anavatana tekrar rücu etmemiz için neler yapmamız gerektiini bildiren bir ilimdir. Bu ilim, herkesin fehâmetine, herkesin idrâkine, herkesin temyizine sunulabilecek bir ilim deildir. Çünkü herkes bu ilmi kavrayamaz. Herkesin bir ilmi kavramada çeitli dereceleri vardır. Kendi özel hayatımıza bakalım. Kimimiz ilkokul mezunu ancak olabilmiizdir; kimimiz ortaokul mezunu olabilmiizdir; kimimiz lise, kimimiz ise üniversite mezunu olabilmiizdir. Ama ilkokul mezunu olabilmi olanların da üniversite mezunu olmu olanlar kadar (çok nâdir dahi olsa ) çok büyük bir fehâmet, çok büyük bir idrâk, çok büyük bir temyiz sâhibi olmalarına hiçbir engel yok. u hâlde zâhirî olsa dahi insânlar arasında bir ilim mertebesinin teessüs etmi olduu âikârdır. imdi mühim olan mesele Cenâb-ı Hakk'ın sünnetine aykırı olmaksızın, acaba Resulullah'ın getirdii erîatın ötesinde biz Cenâb-ı Hakk'ın esrârına nasıl nüfûz edebiliriz, ona nasıl kurbiyyet/yakınlık kesbedebiliriz, yâni bir baka deyile bizim u beer hâlimizden kurtularak kemâle doru nasıl yol alabiliriz?

unu söylemek istiyorum: Bugün pozitif ilimlere ve bunların bizleri rahata ve huzûra kavuturan, evimizdeki ileri kolaylatıran teknolojik gelimelerine bakıp da pozitif ilimlerin son sözü söylemi olduunu ve artık ilmî Hakîkatin sonuna erimi olduumuz sakın zannedilmesin. Orada da bir terakki, orada da bir kemâl bahis konusu. Ve oradaki terakki ve kemâl de sürekli bir terakki ve kemâl. Ama biz pozitif ilimlerdeki terakki ve kemâlden deil, biz insânın kendisine mahsus, kendi iç âlemine mahsus terakki ve kemâlden bahsetmek istiyoruz.

 : Bugün pozitif ilimlere ve bunların bizleri rahata ve huzûra kavuturan, evimizdeki ileri kolaylatıran teknolojik gelimelerine bakıp da pozitif ilimlerin son sözü söylemi olduunu ve artık ilmî Hakîkatin sonuna erimi olduumuz sakın zannedilmesin. Orada da bir terakki, orada da bir kemâl bahis konusu. Ve oradaki terakki ve kemâl de sürekli bir terakki ve kemâl. Ama biz pozitif ilimlerdeki terakki ve kemâlden deil, biz insânın kendisine mahsus, kendi iç âlemine mahsus terakki ve kemâlden bahsetmek istiyoruz. Sohbetimize balarken deindiim gibi kemâl ancak insânın hayvân-ı nâtık seviyesinden yükselip yücelerek nsân-ı Kâmil seviyesine ulaması, yâni Cenâb-ı Hakk'ın bu dünyada kendisine Halîfe seçtii insân mertebesine ulamasına kadar bir dizi mertebe igâl etmektedir. Pekiyi de bir insân nasıl Cenâb-ı Hakk'ın yeryüzündeki halîfesi, O'nun aynası olur? Bir kere insânın Cenâb-ı Hakk'ın aynası olması ne demektir? nsânın Cenâb-ı Hakk'ın aynası olması demek, iyice dikkat ediniz, u demektir: Önce aynaya bakan ile onun aynaya yansıyan ve görünür vasıflarını ortaya koyan hayâli arasındaki ilikinin mâhiyetini fehm, idrâk, ve temyiz etmeye çalıalım. Ben aynaya baktıımda aynada gördüümün gene ben olduunu söylersem genel idrâke aykırı bir ey söylemi olmam. Bununla beraber aynada yansıyanın tıpatıp ben olduunu iddia etmem de mümkün deildir. Zirâ ben fizikî olarak 3 boyutlu bir varlıım. Aynadaki ise yalnızca 2 boyutlu bir yansımadır. Ayrıca ben sa elimi kaldırdıımda aynadaki sol elini kaldırmakta; ben sol kulaımı tuttuumda da aynadaki sa kulaını tutmu olmaktadır. Bundan baka, eer aynanın camı pembe renkli bir kristal ise aynadakinin renkleri de, benim gerçek renklerimin üstüne pembenin bindirilmi olmasıyla ortaya çıkan, renk farklılıkları arzetmektedir. Meselâ benim bembeyaz olan saçlarım, bu durumda, aynada pembelemi olmaktadır. Eer aynanın yapıldıı cam yeil ise, bu durumda da, saçlarım aynada yeil görünmektedir. Bu durum çerçevesi içinde, aynadakinin ben olduunu iddia etmek gerçee aykırıdır. Ama aynadakinin ben olduunu inkâr etmek de gerçee aykırıdır. Yâni aynadaki ne Ahmed Yüksel Özemre’dir ve ne de Ahmed Yüksel Özemre’den gayrıdır.

te Cenâb-ı Hakk’ın Zâtı’na Bâtını'na ayna (mir’at) olarak seçtii zâttaki tecellîsi de tıpkı benim bu Dünyâ'da fizikî aynadaki tecellîm gibidir. O kimse ne Hakk’ın aynı ve ne de Hakk’ın gayrıdır. Cenâb-ı Hakk o aynada kendi Zâtı’nın deil de Zâtı’nı yansıtan âsârının (eserlerini), ef’alinin (fiillerinin), sıfatlarının ve esma’ül hüsnâ’sının tecellîlerini müâhede eder

(Ahmet Yüksel Özemre)

HASTALIKLAR NEFSİN KUDRETİNİN AZALMASI VESİLESİDİR

 hASTALIKLARI, NEFİS MÜCADELESİNDE NEFSİN KUDRETİNİN AZALMASI  vesilesi olarak kabul etmek bir irfani idraktir.Bir insanın marnuz kaldığı hastalıklar için Cenab-ı Hakk7a şükretmesi , hamdetmesi elzemdir.Çünkü bu hastalıklar esnasında nefis iyicene bitab bir hale düşmekte, Ruh ile gerçek arasında mania ortadan kalkmakta seyrelmektedir..Bunun idrakine sahip olmak büyük bir mazhariyettir.

Yaptığın her işte veya başına gelen her musibette Cenabınh Hakkın hikmetini o işteki , o musibetteki hikmeti idrak etmek gereklidir.İdrak edemiyorsan bile en azından o işte bir hikmet olduğunu  ve bu hikmetin senin yararına olduğunu iidrak etmek lazımdır.Bu idrak dahi insanın kemaline doğru atılmış bir adımdır.

Cenab-ı Resul buyurmuştur:"El Hayru fi ma vaka'a"vuku bulunda hayır vardır.VuKU BULANIN HAYRINI YİRMİDÖRT SAATTE DEĞİL  belki yirmidört senede görebiliriz.

iş sabra gelince "İnnallahe maa'ssabirin " Allah sabr edenlerle beraberdir.Bir işin sonunu sabrederek beklemek ibadettir" hadisi inisana bir enerji kaynağıdır.

ETVAR-I SEB'A

 Etvar-ı Seb'a, yedi tavra dayanan zikir eğitiminde 5.nci ders Tavr-ı İseviyyedir.5.nci derste okunan zikir "Hayy" ismi şerifi  Hz.İsa'nın tavrına izafe edilir.Bütün ondan sonra buradan geçenler Hz.İsanın tavrının lezzetini kendi nefislerinde tatmaya çalışırlarve mürşxidleri de bu türlü bir telkinde bulunurlar.Bu tavrın özellikleri şudur:" Hz.İsa, peygamber olmak hasebiyle nifaktan son derece kaçan bir insandı.Ama hangi topluma girerse girsinkendi havarileri arasında dahi bir nifak ortasında kalırdı.Son derece çileli bir zat idi.İsa meşrep bir kimse bi-hikmet-i Hüda kendi kaderinde yazılı olduğu veçhiyle ömrü hayatında pek çok çileye , cefaya, horlanmaya, hakarete maruz kalmış ve kendisi hiçbir nifak çıkartmadığı halde girdiği her toplumda etrafında bi hikmet-i hüda bir nifak halesi oluşan bir zattır.Esasında bu nifak halesi onun üstün vasıflarını setretmek bakımından Cenab-ı Hakkın da bir lütfudur.5 nci dereceye gelmiş bir müridin etvarı seb'a da bu ince hikmeti idrak etmesi ve başına gelen bela  ve musibetlere fevkalade sabırlı şekilde davranıp bunların hepsinin Cenab-ı Hakk7ın feyzinden olduğunu bilerek "HAZA MİN FAZLİ RABBİ) demesi lazımdır.

24 Ekim 2025 Cuma

BOYACI MEHMET EFENDİ

Abdi Süphan Baba Halifelerinden Boyacı Mehmet Efendi 
Abdi Süphan Baba(Gaziantep) nın halifelerinden birisidir.


İNSANLA BİRLİKTE KABRE GİRECEK ŞEYLER

 İnsanın dört dostu vardır.Onlar , kabre girerler , öldüğünde kişiyi yalnız bırakmazlar:Bunlar da; Klimei şahadet, namaz,oruç ve zikrullahtır

İnsanın dört düşmanı vardır ve bunlar kabre girmezler: Malı, ailesi,evladı ve dostları

HAZRET-İ İSA'NIN HAVARİLERİNDEN İSTEDİKLERİ

1- Aramalarını ve aramaktan vazgeçmemelerini 

2- Nefslerini tanımalarını

3- Yalan söylememelerini ve nefret ettikleri işi yapmamalarını ,

4-Kendisi bu dünyada ömrünü tamamladıktan sonra ilminin varisi   ve halifesi olan Sıddik Yakub'a biat etmelerini,

5-) Ağızlarından çıkacak olan söze çok dikkat etmelerini,

6-) Kendisinin sözlerini dinlemelerini,

7-Aleme karşı uyanık olmalarını,

8- Tefekkür ve murakabelerinin Vahdet'e yönelik olmasını,

x9- Diğer mürid kardeşlerini kendi nefisleri gibi sevip kusurlarını örtmelerini,

10- Kendilerini basiretsiz bir kimsenin gütmesinden sakınmalarını

11- Kendilerinde vuku bulan tecelliler hakkında endişe etmemelerini

12- Yılanlar kadar temkinli ve güvercinler kadar temiz yürekli olmalarını

13- Dünyanın cazibesine ve lezzetlerine kapılmamalarını,

14-Söylediklerinden kendisinin nasıl biri olduğunu tefekkür etmelerini

16- Kendilerine tevdi edilen esrarı muhafaza etmelerini, gizliliğe riayet etmelerini,

17- Daima kendisine sığınmalarını

18- Herkesin hakkına karşı adil davranmalarını talep etmektedir. 

TOMA KİMDİR?

 H.İsa'nın havarisi olan Didimus Yahuda toma ; 

H.İsa 'nın mahremi, esrarının emini, ruhani bakımdan kendisinin ikizi, ifşa ettiği kaynaktan içipte sarhoşu olmuş,cezbeye düşmüş, ilminin varisi , kendi nefsine arif  ve bundan ötürü her şey hakkında deriliğine bir bilgi elde etmiş, cihad ve irfan ehli bir zattır.

Toma, Hz.İsanın cemiyet içinde değer verdiği ve imanı yayması için Hindistan'a gitmesini emrettiği bir havarisidir.

22 Ekim 2025 Çarşamba

TOMA'YA GÖRE İNCİL

Bu incil, Hz.İsa peygamberin Didimus Yahuda Toma isimli havarisi tarafından yazıya geçirilmiş 114 hadisini ihtiva eden bir İncil kitabıdır.Kilisenin resmen tanıdığı Kanonik incillerden(  çok farklı, müslümanların irfani çevrelerinin aşina olduğu irfani çevrelerin bir imajını canlandırmaktadır. 
Bugün Kilisenin tanığı dört incile Kanonik inciller denmektedir.Kilisenin dışında kalmış İncillere ise Apokrif İnciller denmektedir. Kilisenin kabu lettiği  dört incil Markos, Matta, Luka ve Yuhanna İncilleridir.Toma'ya göre İncil ise 1945 de Mısırda keşfedilmiş , Kıptice yazılmış Didimus Yahuda toma tarafından kaydedilmiş apokrif bir İncildir.
Hırıstiyan dünyasının kabul etitği  Kanonik inciller belirsizliklerde doludur.Hiçbirinin 1- Müellifi, 2- Yazıldığı yer, 3- İlk nüshasının dili  ve 4- İlk nüshasının tam içeriği hakkında kesin bilgi ve ikna edici delilleri yoktur.Bilim adamları ile ilahiyatçılar bu konularda hala ciddi tartışmaktadır.
Toma İncilinde kaydedilen 114  söz(Hz.İsa'ya atfedilen hadis) şeri bir bilgi değil İrfani bir öğretidir.Zahiri alemin ötesinde melekut dediği bir başka alemin var olduğu vurgulanmaktadır.Hz.İsa  Melekut'u tanımanın ve Melekut'a girmenin önündeki engelleri : 1-) Nefse arif olmamak, 2-) Nefse bağımlı olmak, 3-) Dünyaya karşı oruçlu olmamak, 4-) Zıtları tevhid etmekten aciz olmak , 5-) Kader'e tam anlamıyla teslim olmamak, 6-) Kendisinin yolundan , yani Şeriatından uuzaklaşmak olarak  tesbit etmektedir. Bu sayılanlar Toma incilini diğerlerinden ayıran bsariz özelliklerdir.
"Dünyaya karşı oruçlu olmamak" ifadesi Toüma incilinin 27.nci hadisidir.Tamamı şu şektildedird:" (İsa dedi ki) Eğer dünyaya karşı oruçlu değilseniz Melekut'u bulamayacaksınız. Eğer Sebt gününü (gerçekten de ) sebt günü kılmazsanız Baba'yı asla görmeyeceksiniz"
Dünyaya karşı oruçlu olmak, dünyanın lezzetlerinden , dedikodularından ve ilka ettiği heva ve heveslerden vazgeçmek, sade ve edep dolu bir hayat sürmek, kısaca nefsi sıkı koruma altında tutmaktır.
İncil'de gğeçen "Baba" kavramı ile Ataerkil toplumlarda  Baba ailenin reisi olmak hasebiyle daima kudreti, ailyenin rızkını sağlamayı, ailenin düzenini kontrol etmeyi , aile fertlerinin geleceğine ilişkin karar vermeyi temsil ettiğinden Tanrı'ya Ünsiyet kespetmek, herkesin göstermesi gereken saygıyı göstermek manasında Baba denmiştir.
İslamiyet , Tanrı'nın bunun gibi beşeri bir isimle anılmasına müsade etmemiştir.İhlas suresi, Yunus /101, İsra/ 111 , Ankebut 35, Enbiya 26, Zuhruf 82 ayetleri Hz.İsa'nın Sünneti'nin bu vechesini ilga ederek, Allah'a mecazi bile olsa babalık izafe etmeyi yasaklamıştır.
Hz.İsa nezdinde "Baba" kavramının tıpkı İslami "Allah" kavramı gibi Rab kavramından daha zengin bir içeriğe sahip bulunduğunu göstermektedir.

19 Ekim 2025 Pazar

YEMEKTE ÖLÇÜ

Fıkhi açıdan nefsin helak olmayacağı kadar yemek farzdır.Namaza ve oruca kuvveet kazanmak için yemek sevabdır.Kuvvetini artırmak için yemek, mübah sayılmıştır.Doyduktan sonra tıka basa yemek haramdır.Ancak yarınki tutacağı oruca kuvvet olması için sahurda fazla yemek ve misafir utanmasın diye fazla yemek öyle değildir.
Şişmanlık keder ve gayretle birlikte bulunmaz.Başka bir deyişle çalışan insan yağ tutmaz.Kişide bu iki kaygıdan biri bulunmazsa hayvanlar gibi semizleşmeye başlar.
Rivayet ederler ki çok şişman bir melik vardı.Memleketteki tabibleri çağırdı ve şişmanlığına bir çare bulmalarını söyledi.Ama doktorlar muvaffak olamadı.
Sonra etraf ülkelere de haber gnöderdi.Sonunda iyi konuşmayı bilen mahir bir doktor buldular ve onu melike gönderdiler.Melik, gözlerini ona dikti ve dedi:"Beni bu delikanlı mı iyileştirecek?" Genç doktor cevap verdi.Allah meliğin iyiliğini versin.Ben ilmi nücum(astronomi) bilgini olan bir tabibim.İzin ver de bu gece senin burcuna bakayım, hangi ilaç sana şifa olur, tetkik edeyim" dedi.
Ertesi gün melikin huzuruna geldi ve "Sizden eman dilerim" dedi.melik Eman senindir" dedi.
Genç devam etti:Senin burcuna baktım gördüm ki bir aylık ömrün kalmış.Ben bu süre zarfında seni nasıl iyileştireyim? Eğer bunu sana açıklamamı istersen beni hapset.Sözüm doğru çıkarsa beni serbest bırakırsın.aksi halde ölümüme hükmedersin" dedi.
Melik onu hapsetti.Sonra Melik eğelnceyi bıraktı , kendi başına inzivaya çekildi.O günden sonra hiç başını kaldırmaz oldu.Günleri sayıyordu.Gün geçtikçe üzüntüsü artıyordu.Sonunda iyice zayıfladı, fazla olan yağları eridi, eti azaldı.Bu mihval üzerine yirmisekizgün geçti.Melik, genç doktoru hapisten çıkarttı.Ona ;Bak bakalım , halimi nasıl görüyorsun? dedi.
Delikanlı şöyle dedi:Allah meliki aziz kılsın.Gaybı ancak Allah bilir.Vallahi ben senin ömrünün ne kadar olduğunu bilmiyorum.Benim yanımda bu derdine şifa olacak kederden başka bir çare yoktu.Seni kederlendirmenin de başka bir yolu yoktu.".Hükümdaın fazla yağları eriyince gence izin verdi, ona ikramda bulundu.

KUR'AN

 Kur'an , avam için mübarektir. Çünkü onları Rableri'ne davet edern. Havas için mübarektir. Çünkü, onlara Rablerine giden yolu gösterir.Havassül havas için mübarektir.Çünkü onları rablerine ulaştırır.O 'nun ahlakı ile ahlaklandırır

DİNİ BAŞKANLIĞIN KAAB B. EŞREF'E GEÇMESİ HADİSESİ

 Rivayet edilir ki Yahudilerin reislerinden ve bilginlerinden Malik Bin Sayf , beraberinde bir toplulukla Efendimiz (SAV) le tartmak üzere Mekke'ye geldi. Aklınca Resulullah'a bir şeyler soracak , onu zorda bırakacaktı. Malik bin.Sayf şişman bir adamdı. Mekke'ye Efendimizin yanına gelince Resulullah SAV ona:" Musa'ya Tevrat'ı indiren aşkına söyle, Tevrat'ta şişman hahamdan nefret ettiği yazmıyor mu?" dedi. 

O da "Evet" dedi. Efendimiz : 'Sen de şişman bir adamsın. Yahudilerin sana yedirdikleriyle semirdin, sen oruç ta tutmazdın". Bunun üzerine oradakiler gülüştü .Malik Bin Sayf ne yapacağını şaşırdı. Öfkelenerek şöyle dedi:" Allah, hiçbir insana bir şey indirmedi" 

Malik kavminin yanına vardığında ona: " Sana yazıklar olsun. Senden bize ulaşan haber ne kötü! Allah, Musa'ya tevratı indirmedi mi? Niçin öyle söyledin? dediler. Malik şöyle söyledi: "Muhammed beni kızdırdığı için böyle konuştum" Bunun üzerine insanlar ona:" Demek ki sen kızdığın zaman Allah hakkında gerçek olmayan şeyler söyleyebiliyor ve dinini terk ediyorsun" dediler. Ondan Hahamlık sıfatını da, başkanlık vazifelerini de geri aldılar ve Kab b.Eşref'e verdiler. Bunun üzerine En'am 91 ayeti nazil oldu.

PEYGAMBERLERİN MEZİYETLERİ

 Davud ve Süleyman peygamber nimletlere şükretmekle temayüz etmişlerdi. Eyyub (a.s) , belalara sabretmekle önde idi.Yusu(a.s) ise hem şükrü heml de sabrı kendinde toplamıştı.Hz.Musa , muarızlarını kahredici mucizelerle donatılmıştı.Zekeriya, Yapya, İsa ve İlyas peygamberler zühd sahibi peygamberlerdi.İismail (a.s) da sıdk erbabından idi.

Her peygamberde muayyen bir haslet öne çıkmıştı.

Tüm peygamberlerin güzel hasletleri Habib-i Ekrem efendimizde toplamıştır.

18 Ekim 2025 Cumartesi

LOUİS MASSİGNON

 Bu zat. (1883-1962) Sorbon üniversitesine bağlı İleri Araştırmalar Ameli Okulundaki kürsülerinde İslam mistisizmi  ve İslam sosyolojisi hakkında dersler vermiş bir profesördür. Hallacı Mansur hakkında şimdiye kadar yapılmış en derin araştırmaların sahibidir. İslama hayran ve Üsküdar Mevlevihanesinin son postnişi Ahmet Remzi (Akyürek) Dede'nin (1872-1944) irfanına aşık olan Massignon, Dede'ye müslümanlığını ilan etmek istediğini ifade ettiğinde Dede'nin kendisine; Batınen, sen zaten müslümansın. Zahiren bu papaz cübbesini taşırsan İslam'a daha çok hizmet edersin" demiş olduğu rivayet olunur.

16 Ekim 2025 Perşembe

TEKKELERİ YOZLAŞTIRAN ŞEYLER

 CÜNEYDİ BAĞDADİ  yaşadığı zamandaki tekke ve zaviyelerle alakalı olarak bir dostuna yazdığı mektupta durumdan şikayetlenmiştir. Bu yozlaşma sistematik olarak yavaş olsa da sürekli bir biçimde:

1-) Tekkelerin maddi ihtiyaçlarını karşılayacak kaynaklara yönelmeleriyle,

2-) Hurde-i tarik denen tekke ritüellerinin ve teşrifatın , yani işin zahiri veçhesinin , ön plana çıkarılmasıyla,

3-) Tekkelerde hurafelere dayanan hikayetin önem kazanmasıyla,

4-) Tekkelere istidatlarına bakılmaksızın , yeni müridler celbedilmesinin önem kazanması ile ,

5-) Dünyevi güç odaklarının güdümüne girmenin bir politika olarak kabul edilmesiyle,

6-) Yaygın olmasa bile , bazı tarikatların ve bazı şeyhlerin , pirlerin diğerlerinin hepsinden daha üstün olduğunun iddia edilmesiyle,

7-) Bazı meşayhe ve pirana Cenab-ı Peygamberimizde bile bulunmayan beşer üstü vazif    eler izafe edilmesiyle,

8-) Bazı kimselerin divanlarına  ve diğer eserlerine olması gerektiğinden daha fazla önem addedilmesiyle  ,

9-) Şeyhlik icazetinin ehil olmayanlara ve hatta seyrü süluk dahi görmemiş olanlara dağıtılmasıyla

10-)Dervişleri maddi ve manevi yönlerden istismar eden şeyhlerin ortaya çıkması ve sayılarının artmasıyla  ,

11-) Şeyhliğin, tekkelerin ekserisinde , bir hanedanlık gibi babadan oğula geçmesi ni mümkün kılan bir ananenin teessüs etmesiyle,

12-) Şeyhlerin tarikat adabına uymayan tavır ve hareketleriyle ve müritleri ile laubali olmasıyla gerçekleşmiştir.

TASAVVUF DAVASIZLIKTIR

 Ganiyyi Muhtefi şöyle buyurmuştur:

Sorma bana bilemem , nedir diye Tasavvuf?/Hangi nefis kesbeder bu muammaya vukuf?

İlim midir? Hal midir?Hikaye ,rivayet mi?/Mürailik mi dersin ? Ya da hepsinin cem'i.

Eğer yakan ateşse , nedir bunun odunu?

Davasızlık olmalı , sanırım, bunun sonu.

KALBİN ÖLÜMÜ, KALBİN DİRİ OLUŞU

 Kalb ölü olduğu takdirde kişi başka tanrılar edinir.Eğer kalb diri olursa müşahedeye garkolur.

Alimler , gözle görülen varlıklara "mülk", basiret ile idrak edilenlere melekut  adını vermişlerdir.Melekut aleminin sırları , her müşkili akılla çözeceğine inananlara açılmaz ancak kalb ehline açılar.Mükaşefe  ancak mücahede ehline hasıl olur.Çünkü mükaşefe ancak mücahedenin sonucudur.

Cenab-ı Hakk, ölüden diriyi çıkartır.Bu Hak Teala'nın kadim bir şanıdır.Babası peygamber olmasına rağmen Hz.Nuh'un oğlu Ken'an ona inanıp tabi olmadı.Puta tapan Azer'den doğan Hz.İbrahim,Hak Teala'nın dostluğuna ulaştı.Süt nasıl ki pislik ile kan'ın arasından çıkar.Hak Teala'dan iki kötü arasından temiz bir sulb çıkartır. 

12 Ekim 2025 Pazar

GÖZ KAMAŞTIĞI ZAMAN(KİTABÜL MEVAFIK)

  "Göz kamaştığı, Ay karanlığa gömüldüğü, Güneş ile Ay cem' edildiği zaman. O gün insan «Kaçacak yer neresi?» diyecektir. Hayır, kaçıp sığınacak yer yoktur" [Fe izâ baraka-l basar. Ve hasefe-l kamer. Cemi'a- emsu ve-l kamer. Yek lü-l insânu yevme izin eyne-l meferru. Kellâ lâ vezer.] (LXXV/7-11) Müfessirlerin bu âyetler hakkında söylemi oldukları mâlûm olup bunlarda [yorumlarda] de i tirecek bir ey yoktur. Fakat burada göz önüne alınması gereken ince bir îmâ ve [i in] bir baka veche[si] bulunmaktadır. "Göz kama tı ı zaman": [yâni] akınla ıp aptalla tı ı zaman. Bu tecellîlerin ba ladı ı âna atıfta bulunmaktadır, çünkü insanın o ânda müâhede ettikleri hakkında pe înen hiçbir bilgisi ve gördükleriyle de hiçbir ünsiyeti bulunmamaktadır. Ay, ola anlı ı itibâriyle kulu, "ay tutulması" da kulun gözden kaybolmasını yâni kulun varlı ının i reti oluunu ve onun öz malı olmadı ını çünkü kulun ancak mecâzî olarak var olduunu remzetmektedir. Bütün bunlar, halkın mestûr, Hakk'ın ise â ikâr göründü ü Makmü-l Cem'e i âret etmektedir. Bu, insanın aya ının kay ması tehlikesinin büyük oldu u, herkes için kritik bir makmdır. Ama bu makmı zevkan tatmı olup da bu makmı iktisâb etmi olana bu böyle de ildir, çünkü Cenâb-ı Hakk bu kuluna yardım edip onu ilâhî gazabdan emîn bir yerde muhâfaza eder. Ama bu makma yalnızca okudu u kitaplar ya da i inin ehli olmayan kâmil olmayan eyhlerin rivâyetleriyle eri ene gelince i te onun kaybetmesine ramak kal mı tır, onun bundan kurtulma ansı da pek azdır. eytan onun yanına pek kolay so kulur ve onu aldatabilecek pek kuvvetli delîllere sâhiptir. eytan, onu: "All h senin aslî gerçe indir. Sen O'ndan bakası de ilsin ki! Kendini ibâdetle harcama: ibâdetler bu makma ermemi , senin bildi ini bilmeyen, senin vâsıl oldu un noktaya vâsıl ol mamı avâm içindir" diyerek yava yava hatâya sevketmekten hâlî kalmaz. Sonra ona: "Sen kendilerine ' stedi inizi yapınız zirâ Cennet sizin hakkınızdır'1 diyerek ha ramları ona helâl kılar. Bu kimse de böylece All h-sız, ibâhacı ve tenâsüh taraftarı olur. "Çarptı ı avın bir tarafından girip öbür tarafından iz bırakmadan çıkan ok gibi o da dinden öylece çıkıverir2". Güne All h'ın (C.C) Ay ise kulun remzidir. Bunların cem'i de yüce mertebe, en büyük halâs ve yüce saadet olan cem'ü-l cem' makmını remzetmektedir. Bu mer tebe hem halkın Hakk sâyesinde mevcûd oldu unu, hem de Hakk'ın mahlûk tı aracı lı ıyla tecellî etti ini görmekten ibârettir: zirâ Hakk ancak mahlûk tıyla kendini iz hâr eder; mahlûkat ise Hakk olmasaydı tecellî edemezdi. Buna göre hulûl, birleme ve karıma olmadan bunları cem' eden hiçbir sûretin var olması mümkün de ildir, zi râ All h bütün mevcûdâtın realitesinde [e'niyyetinde]3 mevcûd olup Hakk'ın Varlı ı'ndan hâlî mahlûk t olamıyaca ı gibi kendi hilkatinden hâlî bir lâh da olamaz. 1 Bedr sava ından geri kalan müslümanlar için ifâde edilmi olan bir hadîsden alıntı. (Bk. Buhârî, Me âzî) 2 Hadîs. (Bk. Buhârî, Âdab) 3 "Külli yevmin Hüve fî e'n": O her ân gerçe in [realitenin] içindedir. 2 te bu durumda ârif ki i, her ne kadar mazhar oldu u bütün tecellîler tek bir Kaynak'dan neet etmi olsalar bile: tecellîlerin çe itlili inin, çabucak vuku bulup sona ermelerinin, zihni sersemleten ve kendisini uyuuklu a gark eden tenezzülâtın bollu unun ve [bütün bu] kesretinin onda hâsıl etti i akınlı ın iddetinden ötürü "Kaçacak yer neresi?" diye sorar. "Ama sı ınacak yer yoktur ki!". Bu hâlden kurtulup da sükûnete kavumak isteyen ârif ki iye sükûnetin de irfânın da ancak orada bulundu u bildirilmektedir. Gerçekten de ilâhî tenezzülât artma a ba ladı ında akınlık da artar ama irfânın kayna ı olan da i te bu tenezzülâttır. te bunun içindir ki Ârifü-l Urafâ [Âriflerin E fendisi] olan Peygamberimiz (SAV): "All hım! Senin hakkındaki akınlı ımı art tır!"4 diye duada bulunmu tur. 320. Mevkıf

NE KAYBETMİŞ Kİ SENİ BULAN(KİTABÜL MEVAFIK)

 "Ama e er sabrederseniz, muhakkak ki O sabredenler için daha hayrlıdır" [Ve le in sabertüm le hüve hayrün lissâbiriyn] (XVI/126) Bu âyette All h [çektikleri] çilelerinde sabırlı olan kullarını bizzât, Kendisi' nin onların ho larına gidip de kaybetmi olduklarının vekili ve bedeli oldu unu be yân ederek, teselli etmektedir. Sabırlı olmak, aslında, nefsi ona ho gelmeyen bir eyi kabûle zorlamak demektir; ve nefs hâl-i hâzırdaki istidâdı ile uyumlu olmayan her eyden, ve hattâ bunun daha sonraları kendisi için bir hayr olaca ını bilse dahî, nefret eder. Nefslerin zora koulduklarında hissettikleri bu nefsânî ve tabiî ızdırab ancak güçlü ve hâkim bir mânevî hâl onları zabtetti i ve ızdırablarına neyin sebeb oldu u nu ve neyin bir lezzet vermi olaca ını unutturduu zaman def edilebilir. Zîrâ insan, en büyük evliyâların dahî kendinden uzak olması için a layıp, inleyip, âh ettikleri ve yardım taleb ettikleri bu kabil ızdırabdan kendili inden kaçamaz. Aynı ey insanın defetme e muktedir oldu u rûhânî ızdırab için geçerli de ildir. Onun içindir ki evli yâların kendilerine erimi olan bir belâ kar ısında, derûnlarında: mes'ûd, mutmain, All h'ın kendileri için seçmi oldu unun en iyi oldu undan emin ve sâkin oldukları görülür. Aslında hiçbir ey bizâtihî de il fakat yalnızca "kaplara" ve eyânın fizikî is tidadına göre ikrâh verici ve de kötüdür. Eer eyâ, hâl-i hâzırda, Gaybî Hakîkatları açısından göz önüne alınacak olursa bunların ba ına gelen aslında bunlara uygun o landır. Dahası da var: onların ba ına zâtî hüviyetlerinin zorunlu kıldı ından baka hiçbir ey gelmez. u hâlde All h sa lık, zenginlik, ikbâl güvenlik, çoluk-çocuk sâhibi olmak gibi insanların houna giden eylerin kaybına sabırla tahammül edenlere "O"nun [Hû'nun], onların kaybettiklerinden daha hayrlı oldu unu beyân etmi tir. Zîrâ bunlar "O"nun [yâni "Hû"nun] kendilerinin ayrılmaz Hakîkatı ve zorunlu melceleri oldu u nu ve kezâ kaybettikleri ho larına giden eylerin ise vehim ve hayâlin umûrundan baka bir ey olmadı ını bilmektedirler. All hu Teâlâ burada le hüve "muhakkak ki O" ibâresini kullanmı bulunmak tadır. Hâlbuki Hüve isimlendirilmesi de ya da tasvîr edilmesi de mümkün olmayan, kavranamayan ve bilinemeyen Hakîkat'tır. O, her tecellînin tecellî etmemi olan Asl'ı, her e'niyetin [realitenin] Hakîkat'ıdır. O, ne ınkıtâaya u rar ne dönüür, ne bir yere gider ne de de i ir. Burada hüve hazır bulunmayan fakat konumakta olan bi rinci ahsa ve kendisine hitâb edilen bir ikinci ahsa dilbilgisi bakımından ba lı olan bir ahıs için üçüncü ahıs zamiri olarak kullanılmı de ildir1. All h le ene "muhak kak ki Ben" demi de ildir; zîrâ ene zamirinin hazır olmayı gerektiren belirleyici bir rolü vardır. Hâlbuki belirli olan her ey zâten bundan ötürü sınırlıdır da. Hayr ibâresine gelince bu, [dilbilgisi açısından] biribirileriyle ortak bir eyleri olan iki ey arasında mukyeseyi varsayan bir terimdir. Burada ise ortak herhangi bir 1 Dikkat etmek gerekir ki bu durum fizik-ötesi bir hüve ile te'lif edilmesi mümkün olmayan bir kesret demektir. ey ve hiçbir muk yese söz konusu olamaz: ama All h kullarına onların tanıdı ı bir dille hitâb etmekte ve onları alı ık oldukları bir biçimde yönlendirmektedir. Böyle olmasaydı Varlık ile Adem arasında ortak ne vardır ki? Ve de Hakîkat ile vehim nasıl muk yese edilir ki? All h'ı bulmu olan hiçbir ey kaybetmi de ildir; ve All h' kaybeden ise hiç bir ey bulmu de ildir. bn Atâull h'ın Hikmetler'inde öyle yazmaktadır: Ne buldu ki Seni kaybetmi olan? Kezâ ne kaybetmi ki Seni bulan? 220. Mevkıf

MANEVİ MÜREBBİNİN GEREKLİLİĞİ(KİTABÜL MEVAFIK)

 "Ey imân edenler! All h'dan çekinin ve O'na yaklamaya bir yol arayın! Ve O'nun yolunda cihâd edin! Belki felâh bulursunuz" [Yâ eyyühelleziyne âmenûttekull he vebteg ileyhil vesiylete ve câhidû fî sebîlihî lealleküm tüflihûn] (V/35) Bu âyette bilgiye yönlendiren seyr-i sülûk hakkında bir ipucu bulunmaktadır. Öncelikle, All h imân edenlere Kendisi'nden çekinmelerini (yâni takvâ'yı) emret mektedir. Bizde [yâni ehl-i tarîk'de], bu, Târikat'ta her tekâmülün temeli ve Tahkîk Makmı'na erimeye müsaade eden anahtar olan Tövbe Makmı denilen makma te kbül etmektedir. Bu makm kime ihsân edilmi se hedefe vâsıl olması da ona ihsân edilmi tir; ve bu, kime reddedilmi se hedefe vâsıl olması da ona reddedilmi tir. Mür idlerden birinin de demi oldu u gibi: "Hedefe [vusûl'e] ulamayanlar usûle uymamı olanlardır". Daha sonra All h bizlere: "ve O'na yaklamaya bir yol [vesiyle] arayın!" yâni bütün artlarına uyarak Tövbe Makmı'na hâkim olduktan sonra yaklamaya bir yol arayın demektedir. te bu vesiyle: tarîkat eceresi hatâsız, seyr-i sülûk hakkında ol sun rfân'a erimeye engel olan nâkısalar hakkında olsun gerçek bilgi sâhibi, bunların ifâsı hakkında bizzât denemi oldu u bir ilme, uygun bir mizac ve ilâçlara sâhip o lan bir mür iddir. Ehlull h arasında, rfân Yolu'nda bir vesiylenin yâni bir mür idin elzem oldu u hakkında mutlak bir icmâ' vardır. Kitaplar, en azından vâridât, tecellîyât nûrları ve vâkı'ât zuhur etmeye ba la dı ı andan, ve dolayısıyla da mürîde bütün bunların hangilerinin kabûl edilebilir ve hangilerinin de atılması gerekti i, hangilerinin sa lıklı [rahmânî] ve hangilerinin de sa lıksız [eytânî] olduklarının açıklanmasının elzem oldu u andan i'tibâren böyle bir mür idden vaz geçilemeyece ini ifâde etmektedirler. Buna kar ılık seyr-i sülûkun ba ında mürîd takvâyı ve mânevî cihâdı genel hatlarıyla anlatan kitaplarla iktifâ ede bilir. "Ve O'nun yolunda cihâd edin!": bu, bir mür id bulduktan sonra cihâd etmek emridir. Bu bir mür idin idâresi altında ve belirli kurallar uyarınca yürütülecek olan özel bir cihâddır. Bir mür id olmaksızın yürütülecek olan cihâda, pek ender hâricin de, güvenilemez, çünkü tek bir ekilde yürütülen tek bir cihâd yoktur. nsanların isti datları de i ik, mizacları ise biribirlerinden çok farklıdır; ve böyle bir ey birine ya rarlı olurken bir di erine zararlı olabilir. 197. Mevkıf

İKİ ÖLÜM (KİTABÜL MEVAFIK)

 All hu teâlâ dedi ki: "Bilin ki bütün i ler sonunda All h'a döner" (XLII/53) "Her i O'na döndürülür" (XI/123) "Ve O'na döndürülecekiniz" (X/56) "Sonra dönü ünüz O'nadır" (VI/60) ve buna benzer daha nice âyetler. Bil ki her eyin tekâmülü onu All h'a sevk eder ve o, O'na rücû' eder. Mahlû k tın O'na rücû'u Ba'sübadelmevt'ten [Ölümden sonra dirili ten] sonra vuku bulur ve bu da mahlûk tın ifnâının akabindedir. Ama Peygamber'in (asv) de dedi i gibi: "Ba'sübadelmevt günü O'nun için ölmü olan zâten diridir". Oysa iki çe it ölüm vardır: bütün canlılara ait ve kaçınılmaz olan ölüm ile bunların içinden bâzılarına mahsûs irâdî ölüm. Resûlull h'ın: "Ölmeden evvel ölü nüz!" sözünde bizlere tavsiye etti i ölüm bu ikinci ölümdür. Bu ikinci ölümle ölen i çin Ba'sübadelmevt zâten olup bitmi tir. Onun umûru artık All h'a rücû' etmi olup Bir'den farksızdır. Bu zât All h'a rücû' etmi olup artık O'nun aracılı ıyla görmekte dir. Taberânî'nin zikretti i bir hadîse binâen Peygamber'in (asv) de dedi i gibi: "Siz ler ölmeden önce Rabb'inizi göremezsiniz"; bunun sebebi ise bu ölmü de dirilmi o lanın mü âhedesinde bütün mahlûk t ifnâ olmu ve artık onun için tek bir eyin, tek bir Realite'nin [Hakk'ın] bâkıy kalmı olmasıdır. Mü'minlerin Âhiret hayatında nasîbleri olacak olan her ey u ya da bu mertebeden olmak üzere âriflere mahsûs bu hayatta zâhir olmu olur. ekillerinin kesreti açısından bakıldı ında, e yânın, tekâ mülü sonunda, All h'a rücû'u asl bir realitenin de i mi olmasını de il yalnızca bir idrâk de i ikli ini ifâde etmektedir. Ölen ve Ba'sübâdelmevt'e mazhar olan için, zâtî birli i açısından kesret Vâhid'dir; ve ihtivâ etti i münâsebetler ve vecheler dolayısıy la da Vâhid kesrettir. A'yân ya da bâzılarının deyimiyle cevherler asl yok olmazlar. Bu âlemdeki ve ötekindeki halk-i cedid yalnızca a'râz olan ekillere aittir. [All h'a ait olan] Zât-ı Mutlak olmayan her ey arazdır. 221. Mevkıf

GÖZ KAMAAŞTIĞI ZAMAN(KİTABÜL MEVAFIK)

 "Göz kama tı ı, Ay karanlı a gömüldü ü, Güne ile Ay cem' edildi i zaman. O gün insan «Kaçacak yer neresi?» diyecektir. Hayır, kaçıp sı ınacak yer yoktur" [Fe izâ baraka-l basar. Ve hasefe-l kamer. Cemi'a- emsu ve-l kamer. Yek lü-l insânu yevme izin eyne-l meferru. Kellâ lâ vezer.] (LXXV/7-11) Müfessirlerin bu âyetler hakkında söylemi oldukları mâlûm olup bunlarda [yorumlarda] de i tirecek bir ey yoktur. Fakat burada göz önüne alınması gereken ince bir îmâ ve [i in] bir baka veche[si] bulunmaktadır. "Göz kama tı ı zaman": [yâni] akınla ıp aptalla tı ı zaman. Bu tecellîlerin ba ladı ı âna atıfta bulunmaktadır, çünkü insanın o ânda müâhede ettikleri hakkında pe înen hiçbir bilgisi ve gördükleriyle de hiçbir ünsiyeti bulunmamaktadır. Ay, ola anlı ı itibâriyle kulu, "ay tutulması" da kulun gözden kaybolmasını yâni kulun varlı ının i reti oluunu ve onun öz malı olmadı ını çünkü kulun ancak mecâzî olarak var olduunu remzetmektedir. Bütün bunlar, halkın mestûr, Hakk'ın ise â ikâr göründü ü Makmü-l Cem'e i âret etmektedir. Bu, insanın aya ının kay ması tehlikesinin büyük oldu u, herkes için kritik bir makmdır. Ama bu makmı zevkan tatmı olup da bu makmı iktisâb etmi olana bu böyle de ildir, çünkü Cenâb-ı Hakk bu kuluna yardım edip onu ilâhî gazabdan emîn bir yerde muhâfaza eder. Ama bu makma yalnızca okudu u kitaplar ya da i inin ehli olmayan kâmil olmayan eyhlerin rivâyetleriyle eri ene gelince i te onun kaybetmesine ramak kal mı tır, onun bundan kurtulma ansı da pek azdır. eytan onun yanına pek kolay so kulur ve onu aldatabilecek pek kuvvetli delîllere sâhiptir. eytan, onu: "All h senin aslî gerçe indir. Sen O'ndan bakası de ilsin ki! Kendini ibâdetle harcama: ibâdetler bu makma ermemi , senin bildi ini bilmeyen, senin vâsıl oldu un noktaya vâsıl ol mamı avâm içindir" diyerek yava yava hatâya sevketmekten hâlî kalmaz. Sonra ona: "Sen kendilerine ' stedi inizi yapınız zirâ Cennet sizin hakkınızdır'1 diyerek ha ramları ona helâl kılar. Bu kimse de böylece All h-sız, ibâhacı ve tenâsüh taraftarı olur. "Çarptı ı avın bir tarafından girip öbür tarafından iz bırakmadan çıkan ok gibi o da dinden öylece çıkıverir2". Güne All h'ın (C.C) Ay ise kulun remzidir. Bunların cem'i de yüce mertebe, en büyük halâs ve yüce saadet olan cem'ü-l cem' makmını remzetmektedir. Bu mer tebe hem halkın Hakk sâyesinde mevcûd oldu unu, hem de Hakk'ın mahlûk tı aracı lı ıyla tecellî etti ini görmekten ibârettir: zirâ Hakk ancak mahlûk tıyla kendini iz hâr eder; mahlûkat ise Hakk olmasaydı tecellî edemezdi. Buna göre hulûl, birleme ve karıma olmadan bunları cem' eden hiçbir sûretin var olması mümkün de ildir, zi râ All h bütün mevcûdâtın realitesinde [e'niyyetinde]3 mevcûd olup Hakk'ın Varlı ı'ndan hâlî mahlûk t olamıyaca ı gibi kendi hilkatinden hâlî bir lâh da olamaz. 1 Bedr sava ından geri kalan müslümanlar için ifâde edilmi olan bir hadîsden alıntı. (Bk. Buhârî, Me âzî) 2 Hadîs. (Bk. Buhârî, Âdab) 3 "Külli yevmin Hüve fî e'n": O her ân gerçe in [realitenin] içindedir. 2 te bu durumda ârif ki i, her ne kadar mazhar oldu u bütün tecellîler tek bir Kaynak'dan neet etmi olsalar bile: tecellîlerin çe itlili inin, çabucak vuku bulup sona ermelerinin, zihni sersemleten ve kendisini uyuuklu a gark eden tenezzülâtın bollu unun ve [bütün bu] kesretinin onda hâsıl etti i akınlı ın iddetinden ötürü "Kaçacak yer neresi?" diye sorar. "Ama sı ınacak yer yoktur ki!". Bu hâlden kurtulup da sükûnete kavumak isteyen ârif ki iye sükûnetin de irfânın da ancak orada bulundu u bildirilmektedir. Gerçekten de ilâhî tenezzülât artma a ba ladı ında akınlık da artar ama irfânın kayna ı olan da i te bu tenezzülâttır. te bunun içindir ki Ârifü-l Urafâ [Âriflerin E fendisi] olan Peygamberimiz (SAV): "All hım! Senin hakkındaki akınlı ımı art tır!"4 diye duada bulunmu tur. 320. Mevkıf 4 Kütüb-i Sitte'de bulunmayan bu hadîs bn Arabî tarafından Fusûs'da da Fütûhât-ı Mekkîyye'de de zikredilmektedir

NAMAZ (KİTABÜL MEVAFIK)

 Namazında yüksek sesle okuma; onda sesini fazla da kısma; ikisinin arası bir yol tut. (XVII/110) Bu: "Namazda okuman gerekli olan Kur'ân âyetlerinin hepsini ne yüksek ses le ve ne de tamâmen alçak sesle kıraat et! Sesli kıraat ile sessiz kıraat arasında bir or ta yol izle!" anlamındadır. Bu senin namazlarında Peygamber'in Sünnet'ine uygun bir biçimde bâzen sessiz ve bâzen de yüksek sesle kıraat etmen demektir. Bana, bunun bizim yolumuzun sâlikleri nezdindeki bâtınî mânâsının ne oldu u soruldu. O zamanlar bu konu hakkında hiçbir ilme sâhip de ildim ve buna da bil ginin yarısını tekil eden eyle, yalnızca "Bilmiyorum" diyerek cevap vermekle ye tindim. Bu kuralın gizli mânâsı bana daha sonra ilhâm edildi. te [size bunun mânâ sı]. Küllî Hakîkat Zât-ı lâhî'ye ait olan adem-i tecellî ile Esmâ'ü-l Hüsnâ'nın husûsi yetine ait olan tecellî'den ibârettir. Bu i'tibârla kula düen dâimâ: 1) Zât hasebiyle bâ tın olanın murâkabesi ile 2) Esmâ'ü-l Hüsnâ hasebiyle zâhir olanın murâkabesi ara sında bulunmaktır. Cenâb-ı Hakk da insana zâten, biri zâhire ait [basar] di eri ise bâ tına ait [basîret olmak üzere] iki göz vermi tir. nsan bâtınî gözüyle tecellî etmeyene, zâhirî gözüyle de tecellî edene bakar. O, bu iki âlem arasında tıpkı bir berzah gibi o lup bunlardan birinin içine di erini ihmâl ederek tamâmen gömülmemelidir. Eer böyle yaparsa o tıpkı bir kör gibi hareket etmi olur. Hâlbuki gece ile Zât'ın dipsiz karanlı ı [yâni Amâ'] arasındaki remzî tekbüliyet dolayısıyla, bunun kuattı ı kimse muhakkak ki yok olur gider. Yüksek sesle kıraat tecellî [zuhur] demektir. Yüksek sesle kıraat adem-i tecellî karanlı ının namaz kılan kulu tamâmen istilâ etmemesi ve onun, böylece, kopmamı oldu u zâhir ile bir ba ını muhâfaza edebilmesi için emredilmi bulunmaktadır. Eer bu baka türlü olsaydı adem-i tecellî'nin karanlı ı bu kulu yutmu olurdu ki o zaman da iki ık tan biri olurdu: ya bu kul Zât'ın karanlı ına dalanlarla birlikte kaybolur giderdi ki bu, o kul için zevkî bir tahakkuk olurdu ve bu tahakkuka mazhar olanlar Esmâ'ü-l Hüs nâ'nın nûrunu ve er'î sorumlulu un artı olan temyîz yetene ini [a ıp da bunları] ar kalarında bıraktıkları için de artık erîat'ın bütün farzları da ortadan kaybolmu olur du. Ya da, Zât'ın Ahadiyyet'ine yalnızca teorik bilgi açısından gark olmu ama varlı ı er'î kurallara riâyet etmeyi zorunlu kılan temyîz yetene ini muhâfaza etmi olanlarla birlikte telef olur giderdi; bunlar ise ibâhacı takımıdır ve telef olup giderler. "Bollukdan sonra darlıkdan All h'a sı ınırız"1. Bir yakaza hâlinde bana: "taatsizliklerin ve ihlâllerin hepsi de Zât'tan gelir" dendi. Bu iki türlü anla ılabilir. Burada bizi ilgilendiren udur: Esmâ'ü-l Hüsnâ'yı ve bunların ameliyelerini aan Zât-ı Ahad'ın murâkabesinde gark olan ve, dolayısıyla 1 Müslim'de Hac bahsinde zikri geçen bir hadîsden. da, Peygamberlerin helâl ve haram ile ilgili tanımları aldıkları, Kutsal Kitapların vahyedildi i ve erîat'ın tesis edildi i mertebenin idrâkinden mahrûm kılınan insan kendisinden ba kaları için günâh olacak olan fiilleri ifâ etmek tehlikesiyle kar ı kar ıyadır. Öte yandan benzer ekilde gündüz ile ı ıklar, yıldızlar, güne ler ve aylar ek linde zuhur eden Esmâ'ü-l Hüsnâ'nın ne et etti i mertebe arasındaki remzî tek bü liyet vardır. Alçak sesle kıraat adem-i tecellîye tek bül etti i cihetle bu, Zât'a ait a dem-i tecellî mertebesi ile bir ba ı bulunsun da bundan tümüyle tecerrüt etmesin diye gündüz namazlarını kılana emredilmi tir. Zirâ Esmâ'ü-l Hüsnâ'nın ili kilerinin kesre tine gömülen kimse bunların ameliyelerinin tutsa ı olarak kalır; yâni bu durum zâ hirde tıpkı sanki gerçek kesretmi gibi görünür. Bunun sonucu olarak o da tıpkı bir kör gibi hareket etmi olur. Böylece zâhir ya da tecellî demek olan gündüze, bâtın demek olan alçak sesli kıraat izâfe edilmi olmaktadır. Buna kar ılık, bâtını ya da adem-i tecellîyi remzeden geceye de zâhir ya da tecellî demek olan yüksek sesli kıraat izâfe edilmi olmaktadır. Ak am ve yatsı namazlarına gelince bunlar, remzî olarak, zuhuru e yânın yok olma sını intâc eden adem-i tecellî hâlindeki Zât mertebesine tek bül eden gece ile Esmâ'ü-l Hüsnâ'nın tecellî etti i mertebeye tek bül eden gündüz arasındaki berzahlar gibidir. Bu i'tibârla bu iki namazda yüksek sesle kıraatın ile alçak sesle kıraata birle tirilmesi emredilmi bulunmaktadır, çünkü berzah aralarında orta bir yer i g l etti i iki eyi biribirine birle tirmekte olup bunların her birine dönük bir vechesi bulunur. Bundan ba ka e er bu iki namazda yüksek sesli kıraat alçak sesli kıraate ta kaddüm etmekteyse, bu da namaz kılanın tecellî etmemi Zât'ın remzi olan geceyi is tikbâl etmeye hazırlanmasından ötürüdür. Bu sonuncusu tecellînin ilkesidir. Ama tecellî güçlüdür. te bunun içindir ki namaz kılandan, bu gücü onun aksiyle kar ılaması istenmi tir. Bundan dolayı nama zın ilk iki rek'ati yüksek ve sonrakiler de alçak sesle kıraat edilir. Aynı ey tümüyle yüksek sesle kıraat olunan sabah namazı için geçerli de il dir. Bu namaz vakti girdi inde gece de varlıkları sessizli i, belirsizli i ve sırrının içi ne çekmi olur. Bu varlıklar da onları bu sırdan çıkartıp belirsizlik âleminden belirli lik (taayyün) âlemine geri döndürecek, sessizli i bozacak bir eye ihtiyaç duyarlar. te bunun içindir ki bu namaz tümüyle yüksek sesle edâ edilir ve bu namazda da biz lere Kur'ân kıraatini uzatmamız tavsiye edilmi tir. 271. Mevkıf

VAHDET-İ A'LA(KİTABÜL MEVAFIK)

 Hakk Teâlâ bana dedi ki: "Sen kim oldu unu biliyor musun?". Buna cevâbım u oldu: "Evet; ben Senin Tecellînin izhâr etti i hiçim. Senin Nûr'unun aydınlattı ı karanlı ım". O zaman bana dedi ki: "Mâdem ki biliyorsun, o hâlde [bu bilginde] metânetle sebât et! Ve [sakın] sana ait olmayanın üzerinde hak iddia etme; zirâ emânet sâhibine iade edilmeli ve borç olarak alınmı olan da ödenmelidir. "Mümkün varlık" sıfatı e zelden ebede kadar sana aittir. Bana gene dedi ki: "Sen kim oldu unu biliyor musun?". Buna da cevâbım u oldu: "Evet; i in gerçe inde ben Hakk'ım. Ama mecâzî olarak ve Tarîkat açısından ben halkım. Sûretime bakılacak olursa ben mümkün varlı ım, ama ben Vücûd-i Mut lak olmamazlık edemem. [Esmâ'ü-l Hüsnâ'dan] Hakk ism-i erîfi i in aslında bana aittir; halk ismi ise i reti bir isim ve asla de il fasla ait bir formüldür. Bana dedi ki: "Bu remzin üstünü ört! Ve bırak, duvar da hazînenin üzerine yıkılsın, öyle ki bu hazîneyi ancak nefsini çetin bir sınava tâbî tutmu ve ölüme de korkusuzca bakmı olan kimse ortaya çıkarabilsin! Sonra Cenâb-ı Hakk bana: "Sen nesin?" diye sordu. Buna da öyle cevap ver dim: "Ben farklı iki bakı açısından [zâhirî ve bâtınî açılardan] iki eyim. Sen olarak ben, Evvel ve Âhir'im, kendisini tecellîleriyle izhâr eden Vücûd-i Mutlak'ım. Benim mutlaklı ım Senin Zât'ının zarûretinden ve ezelî olu um da Senin lm'inden ve Senin Sıfat'larından ne et etmektedir. Ben olarak ben ise asl varlı ın kokusunu duymamı olan saf hiçim, ârızî olmamda dahi mevcûd olmayan ârızî bir varlı ım. Ben ancak, Seninle ve Senin için hazır bulundu um[un idrâkini zinde tuttu um] sürece varlık sâ hibiyim. Kendi hâlime terk edildi im ve Senin huzûrunda bulunmadı ım zaman ben, var olmakla beraber gene de var olmayanım. Akabinde bana gene sordu: "Pekiyi, ya Ben kimim?". Buna cevap olarak de dim ki: "Sen Zât'ıyla mutlak olan, Zât'ında da Sıfat'larında da kâmil olan Varlık'sın. Sen her mertebede Kâmil Olan'sın, akla gelebilecek her eyden de Münezzeh Olan'sın". Bana: "Sen Ben'i tanımıyorsun" dedi. Hörmette kusur etmekden korkmaksızın O'na dedim ki: "Sen mümkînat âle mindeki bütün mahlûk tın Kendisi'ne benzedi isin. Sen hem Rabb'sın hem merbûbsun, hem yakınlıksın hem uzaklıksın, hem Ahad'sın hem kesretsin, hem Yü ce'sin hem de ilsin, hem Ganiyy'sin hem muhtaçsın, hem kulsun hem lâh'sın, hem âhid ve hem de Me hûd'sun. Ne kadar zıtlık varsa hepsi de Sen'de bulu ur. Çünkü Zâhir de Sen'sin Bâtın da, gezen de Sensin oturan da, eken de Sen'sin mahsûlü har manlayan da. Sen ince ince alay edensin, hiyleler kuransın ve aldatansın. Sen de Hakk-ı Âlâ'sın ben de Hakk-ı Âlâ'yım. Sen de halksın, ben de halkım. Sen ne usun ve ne de busun, ben de ne uyum ve ne de buyum". 2 I. Bölüm Bana dedi ki: "Yeter! Beni tanıyorsun. Beni, Beni tanımayanlara kar ı gizle! Zirâ Rubûbiyyet'in bir sırrı vardır ki e er açıklansaydı Rubûbiyyet kaybolmu olur du1. Ubûdiyyet'in de [yâni kullu un da] bir sırrı vardır ki e er açıklansaydı ubûdiyyet de kaybolmu olurdu. Sana Bizim hakkımızda ö retmi olduklarımızdan ötürü Bize hamdet! Zirâ Bizi Bizden baka birisi aracılı ıyla tanıyamazsın. Bizi Bize ancak Biz sevkederiz!" 30. Mevkıf

EY NEFSİ MUTMAİNNE

 "Ey Nefs-i Mutmainne [huzura kavu mu Nefis]! Sen O'ndan râzî ve O da senden râzî olarak Rabb'ine rücû' et! Kullarıma katıl! Ve Cennet'ime gir!" (LXXXIX/27-29) Rabb'inin "itminân bulmu , râzî olmu ve rızâya kavu mu " diye vasıflandıra rak emir verdi i (ve bu emirle aslında hem bir yetki, hem bir müsaade ve hem de bir de eref bah etti i) bu Nefs'e Rabb: "sarâhaten Kendisi'ne izâfe etti i ve Kendisi ta rafından seçilmi olan kullarına" katılmasını emretmektedir. Bunlardan maksat Kul luk ve Rubûbiyet'e kar ı hakikî ili kilerini tanıyanlardır; yâni "kul" denilenin Rabb 'in, kulun evsâfının ekillendirip kayıtlandırdı ı, özel bir tecellîsinden ba ka bir eye delâlet etmedi ini [hakkıyla] bilenlerdir: Zâtî Hakîkat "Rabb", zâhirî görünüm ise "Kul"dur. Kul bir "Kul" eklinde tecellî etmi olan bir "Rabb"dır, ve âbid görünümü altında Kendi Kendi'ne ibâdet eden de O'dur. O'nun cennetine (fî cennetihî) girmek [CNN kökünün mânâsına uygun olarak] O'nun Zâtı'nda gizlenmi (ictinân) olmakdan ba ka bir ey de ildir. Oraya vâsıl olan hem mahlûkat ve hem de Esmâ'ü-l Hüsnâ perdelerini geçip a mı demektir. Artık onun için yalnızca hisler aracılı ıyla algılama düzeyinde bir realiteye [ e'niyete] sâ hip olan, vehme dayalı olarak yaratılmı olan taayyünler uçup gitmi lerdir. Bu algı lamalar olmasaydı yalnızca saf ve mutlak Vücûd [Varlık] olacaktı. Bu durumda ise be erin, artık All h tarafından "ku atılmı " olması hasebiyle, hüviyeti aynen de il hükmen kaybolur. Aksine, e er lâhî Hüviyet be er tarafından "ku atılır" ise bu Hüviyet hiç de i mez yüceli i içinde kalır ve ona hiçbir de i iklik tesir etmez. Bununla beraber [âyetteki] bu i'kaz ve bu ilâhî düzen, yalnızca, "Sahîh mâne vî deneyim ve kâmil ke f sâyesinde ilm-el-yakîn safhasını a ıp da hakk-el-yakîn saf hasına eri mi olan Nefs'e" hitâb etmektedir. Burada iki husûsa dikkat etmek gerekli dir. Öncelikle bu Nefs: 1) All h'ın bir fiili, lmi'ne ve Hikmeti'ne uygun bir bi çimde: ne uygunsa, nasıl uygunsa, ne ölçüde uygunsa, hangi ân için uygunsa, ve hangi münâsebetle ve hangi bakı açısından olursa olsun o fiilden daha kâmil ve daha hakîm bir fiil olmayacak ekilde icrâ eden hür bir Fâil oldu u husûsunda da, ve 2) kendisi e er lâhî Hikmet'e ve artların neleri gerektirmekte oldu unun bilgisine eri ebilmi olsaydı söz konusu fiilden bir ba kasını seçemeyece i husûsunda da yakîn [kesin bilgi, kanaat] sâhibi olmalıdır. Nefs bu yakîne sâhip olur olmaz All h'ın irâde sinden "razî" olmak mak mına da eri mi olur; böylece itminâna eri ir ve ilâhî hü kümlerin zuhuru onun de i mez sükûnetini de sarsmaz. kinci olarak bu Nefs'in, mânevî deneyim ve sezgisel ke fe dayalı olarak, Al l h'ın, istisnâsız bütün yarattıklarından südûr eden her eyin tek Fâil'i oldu u hakkın da da yakîn kesbetmi olması gereklidir. Mahlûkun belirli bir fiile nazaran sebep, art ya da engel rolü oynaması aslında All h'ın, Mutlaklı ından hiçbir ey kaybetmeksi 1 zin, O'nun Mutlaklık mertebesinden art, sebep ya da engel denilen bu ekle nüzûl etmesidir. O yaptı ını bu ekil aracılı ıyla icrâ etmektedir. O bu ekil olmaksızın icrâ etmeyi murâd etmi olsaydı pek lâ bundan vaz geçebilirdi ama O'nun Hür râdesi ve Hikmeti bu ekildedir. u hâlde fiilin yalnızca O'na, o tek ve eriksiz Zâta ait olması na ra men ilk bakı ta bu fiil bu ekle izâfe edilmektedir. te kendili inden hiçbir fiili olamıyaca ından ve dolayısıyla ondan râzî o lunmu olmasına ara verdirebilecek hiçbir ey de olmadı ından ötürü Rabb'i bu Nefs'den râzî olacaktır. All h'ın yarattıklarından râzî olması ve onlara rahmet etmesi Ezel'deki hâli te kil eder. O bu rızâsından ve rahmetinden ötürü onlara vücûd bah etmi tir ve onlar bu yaratılı ın sebebidirler. Aslında ve [kendine has] bir vücûdu ve de bir fiili bulunmadı ını idrâk eden biri Ezel'deki bu ilâhî rızâ ve rahmet hâline ye niden kavu mu demektir. All h, Lûtf u Kerem'iyle, bizleri ve ihvânımızı bu âyetin îkaz ve i âret etmek te olduklarından kılsın! Âmin! 180. Mevkıf

ABDÜLHKADİR EL CEZAİRİ

 Kitabül Mevakıf isimli eserinden:

"Allah beni vehmi benliğimden kurtararak hakiki benliğime yakınlaştırdı.Ve Arz'ın gözden kaybolması Sema'nınkini de peşinden sürükledi.Küll ve cüz artık birbirinden ayırt edilemez oldu.Dikey ile yatay mahvoldular.Nafile ibadet farza rücu etti.renkler7 ise başlangıçtaki saf beyazlığa döndü.Manevi seyahat menzilini erişti de O'ndan başka ne varsa helak olup gitti.Her izafet, her vecih, her bağlantı yok olmuş olduğundan başlangıçtaki hal geri geldi. "BUGÜN BEŞERİ NESEBİNİZİ ZELİL, ZAT'IMINKİNİ AZİZ KILDIĞIM GÜNDÜR"

Sonra bana Hallac7ın sözü söylendi, şu farkla ki ben onu dile getirmeden bizzat O bunu benim için telaffuz etti.Bu söz ancak ona layık olanlarca anlaşılıp kabul edilecek bir sözdür.; cehaletin galebe çaldığı kimseler manasını bilmediklerinden bunu reddederler.

Bu sözlerin yorumu şöyledir:

Allah beni nefsimden kurtardı."Ölmeden evvel ölünüz" sırrına ağah olunca da beni gerçek benliğim olan , ama nefsin tasallut ve hileleri dolayısıyla idrak edememekte olduğum Zatı'na yakınlaştırdı.Hasret bitmiş , katre Umman'a ermişti.Böylece şehadet alemi  gözlerimden ve idrakimden silinmiş , ruuhani ve beşeri arzu ve isteklerim de kalmamıştı.Cenab-ı Hakk bütün nafile ibadetlerimi farz ibadetler gibi kabul etti.Bütün tecelliler, batınlarındaki saf Nur 'un ziyasının kudretiyle silinip helak olmuşlardı.Miracım menziline erişti.Artık O'ndan başka hiçbir şey yoktu.Artdık Ezel'de idim.Bütün beşeriyetim ifna olmuştu.Katre'nin Umman da erimesiyle yalnızca Zatullah vardı ve başka hiçbir şey yoktu.Tamn katrem, Zat Ummanında ifna olurken büyük bir neşeyle Enely Haükk diye nida edecektim ki altı cihetten yankılanan "Enel Hakk" diye bir nida duydum.Ben onu dile getirmeden O bunu benim için telaffuz etmişti.Miracı yaşamayan bu sözü nasıl idrak edebilir ki?"

NASİHAT

 

NASİHAT ETMEK,NASİHATI TUTMAK

Nasihat etmek kolay bir iştir.Asıl zor olan nasihatı kabul etmektir.Bil ki Allah kimin doğru yola erişmesini murad etmiş ve inayette bulunmuşsa, ona mutlaka zahiri ve batıni anlamda öğüt veren bir nasihatçının kapısına ulaştırır.Öğüt ve nasihatın nuruyla her şeyden haberdar olan Allah’a ulaşmanın yollarını bulur.

MİZAC

 

MİZAC,MİZACDAN ÇALAR

Mizac(hal) sari’dir yayılmkacıdır” diye bir söz söylenmiştir.En basit bir ifade ile Dünyevi şeyler konuşan bir kimsenin yanında oturup onunla vakit geçirirsen, dünya sevgisi sana sirayet eder ve kalbinde yer etmeye başlar.

Bu nedenle Hak yolunu sıdk ile talep edenin, büyük velilerin hallerinden münasebetsizce konuşan  kimselerle düşüp kalkması uygun olmaz.

En’am suresini n 68 nci ayetinde “Ayetlerimiz hakkında ileri geri konuşmaya dalanları gördüğünde , onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan uzak dur” hitabı vardır.Bu hitap Efendimiz SAV  ile ümmetine söylenmiştir.

Kişi kendi cinsinden olanın huyunu alır.Habis olanla karşılaşmaktan sakın.Rüzgar kötü bir alandan geçince pis havadan kötü kokular alır.

 

KABİRDE ÖLENLERİN YÜZÜ

  

KABİRDE ÖLENLERİN YÜZÜ

Kefen soymayı meslek edinmiş, sonra başına gelen bir felaketten sonra tevbe etmiş birisine sordular:Ehli sünnetten ölenlerin ne kadarının yüzü kıbleye dönük olarak kalmış?”.Adam bu soruya “Çoğunun yönü kıbleden başka bir yöne çevrilmişti.Bu haberi duyan Evzai (meşhur bir müfessir) şöyle dedi:” Yüzü kıbleden başka bir yöne çevrilmiş olanlar , sünnetin dışında ölenlerdir”.

O, “sünnet” ile , “İslam milleti” ni kastediyordu.

 

EİFENDİMİZİN HZ.ADEM DEN FARKI

 

Efendimiz SAV buyurmuştur: “ Ben, şu iki hususta Adem (a.s) ‘dan üstün kılındım: Benim şeytanım kafir idi, Allah bana yardım etti de o Müslüman oldu.Hanımlarım da bana (hayırlı işlerde) yardımcı oldular.Adem (a.s) a gelince şeytanı ve hanımı hata etmesi hususunda ona yardım etmişlerdir”


11 Ekim 2025 Cumartesi

HAFAZA MELEKLERİ

 İins andan zuhur eden fiilleri kayıt altına alan iki melektir.Bu meleklerin insanda oturdukları yer konusunda Nebevi bir haberde şöyle varid olmuştur:" Ağızlarınızı helal şeylerle temiz tutun.Çünkü orası mükerrem iki meleğin oturma yeridir.Mürekkepleri tükürük, kalemleri dildir.Onlara, dişlerin arasında kalan yemek artıklarından daha ağır gelen bir şey yoktur.2 

YAŞ VE KURU

 En'am suresinin 59 ncu ayetinde geçen iki kelimedir."Yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki hepsi apaçık bir kitaptadır"

Yeş, şimdi mevcut olan ; kuru,şimdi mevcut olmayıp da sonra var olacak olandır.Yaş, canlılar; kuru, cansızlardır. Yine yaş, mümin; kuru kafirdir. Yaş, alim; kuru , cahildir. Yine yaş. arif; kuru, zahiddir.Yaş, muhabbet ehli; kuru, ayrılık ehlidir. Yine yaş, müşahede sahibi; kuru, vücud sahibidir.Yine yaş, Allah ile baki; kuru, nefs ile baki olandır.

HEVAYA MUHALEFET

 Irak'ın ekilen dikilen bölgesine seyahat eden birisi yaşlı bir kimsenin havada bağdaş kurup oturduğunu gördü.Selam verdikten sonra ona:"Nasıl havada oturuyorsun?" dedi. Adam "Hevaya muhalefet ettim de havada oturdum" dedi.

İnsan hevadan ancak takva ile kurtulabsilr.Mesnevi'de denilmiştir:

"Takva heva ve hevesin ellerini bağlarsa ,Hakk aklın ellerini çözer.Aklı müdbir senin önderin ve hizmetkarın olursa , Galib ve hakim olan duygular senin mahkumun olur.

Heva nefsin sıfatlarındandır.

"SELAM SİZE" NİN MANASI

"sELAMÜN ALEYKÜM" , YANİ "sELAM SİZE" İFADESİNİN MANASI : aLLAH, DİNİNİZE VE CANINIZA İSABET EDECEK AFET VE MUSİBETLERDEN SİZİ SELAMETTE KILSIN, DİYE DUA EDİYORUM, DEMEKTİR. 

Gelenin oturana selam vermesi adet iken ,En'am suresinin 54 ncü ayetinde zikredilen Allah Teala'nın Rasulüne  önce selam vermesini emretmesi , onları (peygamber huzuruna gelenleri)selamla karşılayarak sevindirmek ve utandırmamak içindir. 

DERVİŞLERİ SEVMEK

 Feridüddin Attar hazretleri buyurmuştur:" Dervişleri sevmek cennetin anahtarıdır.Onlara düşmün olmak lanete uğrmaktır."

Hadis-i Şerifde buyrulmuştur:" Her şeyin bir anahtarı vardır.Cennetin anahtarı ise miskinleri sevmektir.Sabreden fakirler, kıyamet günü Allah ile beraberdirler."

10 Ekim 2025 Cuma

"VAKTİM YOK"

 Vaktimiz yok” hikâyesini biliyor musunuz? 🥹🥹

Haydi başlayalım:

“Vaktim yok!”

Bir hanımefendi şöyle anlatıyor: Şam’da geçirdiğim eski günleri hatırlıyorum. Orada bir komşum vardı.

Her sabah kapısını çaldığımda “Hadi gel, bir fincan kahve iç” dediğimde, o hemen örtüsünü ve anahtarını alır, eve girer ve “Kahve nerede? Vaktim yok!” derdi. Ben kahveyi hızlıca kaynatır, içerdik.Sonra kalkar ve tekrar “Vaktim yok!” derdi.

Ben ona her gün, her zaman davette bulunurdum.Çünkü ben yaşlanmış, yalnız kalmıştım.O ise benden büyük bir hanımefendiydi, sadece yaşlı bir eşi vardı.Ama hep hızlıca uğrar, “Vaktim yok!” diyerek dönerdi.Bazen de ben ona giderdim, “Gel içeri!” derdi, kahveyi kaynatır ve tekrar: “Vaktim yok!”

Ben şaşırırdım. Onu meşgul eden neydi?Kahveyi içer, rahatsız etmemek için hızlıca çıkardım.Bir gün şaka yollu dedim ki:“Keşke seni meşgul eden şeyde beni de çalıştırsan, böylece benim de vaktim olmaz!”Yüzü sevinçle aydınlandı: “Uzun zamandır senden bu isteği bekliyordum. Yarın birlikte başlarız inşallah” dedi.

Ertesi sabah kahvemizi içtik.Sonra dedi ki: “Vaktimiz yok!” İki mushaf (Kur’an) getirdi ve dedi ki:“Hadi bir ayet okuyalım, tefekkür edelim, kendimizi sorgulayalım: Biz bu ayetten neredeyiz?”

Nefesim kesildi 🤔

“Mushaf mı? Ayet mi? Tefekkür mü?” Ben bunlardan neredeydim? Komşumun meşgul olduğu şey bu muydu?Bu mu “vaktim yok”un sırrı? 

Gülümsedi:“Evet! Artık benim ve senin vaktimiz yok! Ömrümüzün dakikaları, saniyeleri bitmeden biz onlara yetişelim; yoksa biz mezara varırız. Ve orayı aydınlatacak tek şey Kur’an’ın nuru, Allah’ın kelamıyla doğruluk ve zamanımızı ibadet ve hayırlarla doldurmaktır.”

😭 O an çok büyüdüğümü hissettim.Ve gerçekten “vaktim yok” dedim.😭 Elimle mezarın kenarını tutuyormuşum gibi hissettim, kalbimin atışlarını sayar gibi oldum.Mushafa sarıldım, susamış bir insan gibi ondan içtim, ama susuzluğum dinmedi.😭 Ah nefsim! Beni Rabbimin kelamından ne kadar uzak tuttun!Zamana, ömrüme, ölüme karşı yarışacağım 😭

Hikâye bitti❗❗❗Affedin beni❗Çünkü vaktim yok❗

Allah’tan bizlere zamanımızı O’nun rızasında değerlendirmeyi, O’na yaklaşmayı ve güzel bir sonla bu dünyadan ayrılmayı nasip etmesini diliyoruz. (Bunu paylaşın ki, hayrı sabitleyelim ve gaflette olanları uyandıralım. Çünkü vaktimiz yok.)

8 Ekim 2025 Çarşamba

FAKİRİ DOYURMAK

 Efendimiz SAV buyurmuştur:" Kıyamet günü fakir kul getirilir.Dünyada insanın diğer insana özür dilediği gibi Allah Teala bu kuluna özür diler ve der ki: İzzetim ve celyalime yemin olsun ki , seni hor gördüğüm için dünyayı senden uzaklaştırmadım.fakat sana hazırladığım ikram ve ihsandan dolayı böyle yaptım.Ey kulum.Şimdi şu safları dolaş .Benim rızamı kastederek seni yedirip giydireni ara.Onun elinden tut, o sana aittir." O gün insanlar , ağızlarına kadar tere boğulmuşlardır.Bu kimse, safları yarar.dünyada iken kendisini yedirip giydireni arayıp bulur.elinden tutarak beraberce cennete girerler"

HATM-İ HACEGANDAKİ SIRLAR,

HATM-İ HACEGAN ZİKRİNDEKİ SIRLAR 

Hatme-i hacegân esnasında isimleri zikredilen her zatın kalpte farklı bir akış meydana getirdiği hissedilir. Çünkü her bir Allah dostu, bir esmanın aynasıdır; ismi anıldığında o esmanın rengi kalpte açığa çıkar. Mesela kalbe huzur veren bir ismin zikri, “es-Selâm” esmasının cilası gibidir. Kalp sükûna kavuşur, içindeki fırtınalar diner.

Başka bir isim zikredildiğinde kalpte “ilim” kapısı açılır; bu da “el-Alîm” esmasının nefesi gibidir. Kalp bilmediklerini sezmeye başlar.

Bir başka Allah dostunun adı geçtiğinde kalp coşar, muhabbetle dolar. Bu hâl, “el-Vedûd” esmasının yansımasıdır.

Kimisi kalpte istiğfar hissi uyandırır; bu da “el-Gafûr” ve “et-Tevvâb” esmalarının sirayetidir. Kalp hemen bağışlanma diler, yumuşar.

Bir diğerinde kalp adaletle dolup taşar; bu ise “el-Adl” esmasının tecellisidir. İnsan hakkı gözetmeye yönelir.

Böylece isimler anıldıkça kalpte farklı esmâların pınarları açılır. Kalp tek yönlü değil, çok yönlü bir mektepten geçer.

Nitekim esmâların farklı bileşkelerle zikredilmesi nasıl farklı ruhî tesirler meydana getiriyorsa, salihlerin isimlerini anmak da kalpte farklı latif akışlar meydana getirir. Her isim, ayrı bir esma rabıtasının kapısıdır. Bu kapılar açıldıkça kalp Allah’ın doksan dokuz esmasının renkleriyle boyanır. İşte hatmenin sırrı budur: Kalbin Allah’ın boyasıyla boyanması.

Kur’an buyurur: “Ey iman edenler! Allah’tan sakının ve sadıklarla beraber olun.” (Tevbe, 119). Bu beraberlik, sadece zahirde değil; esmâların ve isimlerin kalpte açtığı feyizlerle gerçekleşir. Sadıklarla beraber olan kalp, onların zikrine ortak olur. Onların zikriyle açılan esmâ pencereleri kalpte de açılır. Bu yüzden hatme sadece bir toplu zikir değil, kalpte esmâ kapılarının açılış meclisidir.

İşte ey gönül! Hatmede zikredilen her isimde, Allah’ın bir esmasının cilasını ara. Çünkü o isimler, kalbine dokunan esmâların sesidir. Kalbinin hangi noktası parlıyorsa, bil ki orada bir esma nefes alıyor. Hatme-i hacegân, aslında kalbin esmâ ile boyanma talimidir.

Hatme-i hacegân zikri, sadece bir dil tekrarı değil; kalbin derinliklerine işleyen bir akıştır. İsimler teker teker anıldığında, her bir isim kalpte bir farklı pencere açar. Çünkü her Hak dostu, Allah’ın bir esmasının aynası gibidir. Onun adı zikredildiğinde o esmanın tecellisi kalpte uyanır. Tıpkı farklı çiçeklerin farklı kokular saçması gibi, Allah dostlarının isimleri de kalpte farklı latif kokular bırakır. Biri gönle huşû getirir, diğeri muhabbeti artırır, bir başkası kalbe teslimiyet öğretir. Böylece kalp, renk renk bir bahçeye dönüşür.

Hatme esnasında duyulan akışların farklılığı, işte bu çeşitlilikten doğar. Bir dostun adıyla kalp rikkatle dolar, diğerininkiyle ferahlık, bir başkasınkiyle istiğfar duygusu coşar. İşte kalbin eğitimi, bu çok yönlü lezzetlerle gerçekleşir. Her isim bir anahtar gibidir. Kalbin farklı odalarını açar. Sen belki fark etmezsin, ama kalpte kapalı nice oda bu isimlerin zikriyle aydınlanır.

Kur’an’da “Sadıklarla beraber olun” (Tevbe, 119) buyruğu, sadece bedenle beraberliği değil, kalbin beraberliğini işaret eder. İsimler anıldıkça, kalp sadıklarla beraberlik talim eder. Çünkü gönül, sevdiğini anınca onun hâline bağlanır. Hatme-i hacegân, aslında “sadıklarla beraber olma” emrinin bir mektebidir. Dilinle isimleri zikrederken, kalbin onların hâline bağlanmayı öğrenir.

Tarih boyunca hak erleri, zikir halkalarında bu sırra dikkat çekmişlerdir. Demişlerdir ki: “Kalp, zikrin aynasıyla cilalanır. Dostların isimleri de bu aynaya düşen nurlardır.” Kalbin cilası ne kadar yapılırsa, Allah’ın nuru o kadar yansır. Kalp paslanır. Zikir ve sadıkların hatırlanışı, kalbin pasını siler. Böylece kalp Allah nazarına daha uygun hale gelir.

Hatme, sadece bireysel bir zikir değil, cemaatle de yapılan bir zikirdir. Cemaatin ruhu kalpte ayrı bir tesir bırakır. Çünkü bir araya gelen kalpler birleşir, tek bir kalp olur. Kalpler birleştiğinde rahmet iner. Hatmenin gücü, bu birliktedir. Çünkü Allah’ın rahmeti, cemaatin üzerine yayılır.

Her bir ismin zikri, aslında farklı bir duanın kalpte yankılanmasıdır. Biri “sabır” fısıldar, biri “ihsan”, biri “aşk”, biri “şükür”. Böylece kalp, Allah’ın kullarına yaydığı farklı hâllerin tadına varır. İşte bu yüzden hatmede tüm isimler anılır. Çünkü kalbin eğitimi tek yönlü değil, çok yönlüdür. Her renk, kalbi daha da olgunlaştırır. 

“Silsile-i Hacegân” bize teslimiyetin, sadakatin ve ilahî emaneti ehline ulaştırmanın ne kadar kıymetli olduğunu gösterir. Bu yol, Hz. Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in nurundan başlayarak, gönülden gönüle, elden ele aktarılan bir hakikat zinciridir. Her bir halkada farklı bir sır açılır; kimi sadakatiyle, kimi riyazetiyle, kimi de ilmi ve marifetiyle bu zinciri güçlendirmiştir. 

Tasavvufî yolculuk, akıl ile kavranamayacak inceliklerin kalbe inmesiyle gerçekleşir. Burada teslimiyet, şeyh-mürid ilişkisinin anahtarıdır. Kendi aklını Hakk’ın velilerinde fânî kılmayan, sırra eremez. İmam Rabbânî’nin (kuddise sirruh) ifadesiyle: “Hakikate ulaşmak için mürşidsiz yola çıkan, şeytana uymaktan kurtulamaz.” 

Ayrıca bu silsile, sadece isimlerin sıralanışı değil, bir ruhanî miras demektir. Her bir halkada, Allah Teâlâ’nın yeni bir tecellisi, yeni bir rahmeti vardır. Bu sebeple Hacegân zincirini bilmek, sadece tarih öğrenmek değil; kalbi, teslimiyeti ve edebi canlı tutmak demektir. 

Teslimiyetin önemi; “Kim güzel davranarak özünü Allah’a teslim ederse, o en sağlam kulpa tutunmuştur.” (Lokman, 22)

Sadakatin yüceliği; Hz. Ebû Bekir (radıyallahu anh) hakkında Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz buyurmuştur: “Hiç kimsenin malı, Ebû Bekir’in malı kadar bana fayda vermedi.” (Tirmizî, Menâkıb, 3679)

Sohbetin bereketi; “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sadıklarla beraber olun.” (Tevbe, 119) 

Manevî zincirin hikmeti; Hz. Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz buyurdu: “Âlimler, peygamberlerin vârisleridir.” (Ebû Dâvûd, İlim, 3641) 

Yolun sonu Allah’a varır; “Ve muhakkak ki, dönüş Rabbinedir.” (Necm, 42) 

Silsile-i Hacegân, sadece geçmişte yaşamış velilerin listesi değil; bizim için bugün de canlı bir manevî rehberdir. Onlara bakıp teslimiyeti, sadakati, sohbetin bereketini ve marifetin derinliğini hatırlamalıyız.

İşte ey nefsim! Hatmede anılan her ismi, kalbine düşen bir nur bil. O isimleri zikrederken, kalbin pınarlarını aç. Çünkü o pınarlar bir araya geldiğinde, kalbin ırmağı Allah’a akar. Hatme-i hacegân, kalbin Hakk’a giden yoludur. 

Yolun başı Hz. Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, sonu ise yine Allah Teâlâ’dır.

MEHMET YARBAY-TARİKATTAN AYRILANLAR

 SOHBET MEHMET YARBAY 

AYIRANLAR AYRILANLAR


"Allah dostlarının bir kısmı açık bir şekilde bellidir. Mürşid-i kâmillerin büyük çoğunluğunu Allah Tealâ insanlara gösterir. İrşadla vazifeli bir kısım velîler de gizli bir şekilde insanların arasında dolaşır. Onları bilemeyiz. Onun için “Her geceyi Kadir, her gördüğünü Hızır bil!” denilmiştir.


Ayrıca, Ümmet-i Muhammedi birbirinden ayırmamak gerekir. Zengine itibar edip fakiri küçük görmemelidir. Allah dostunun zenginden mi fakirden mi hastadan mı çıkacağı bilinmez. Sofi odur ki, halk nazarında neyin itibarlı olduğuna bakmaz, şöhretin peşine takılmaz, mal mülk sahibi diyerek zengine ayrıca itibar etmez.


Mürşid o kimsedir ki, kendini toprak, Ümmet-i Muhammedi tohum kabul eder. Kendisine geleni yetiştirip, olgunlaştırıp meyve vermesine çalışır. Bir mürşidin vekili, vazifelisi de o kimsedir ki, mürşidi “hâdimü’l-müslimîn” yani “müslümanların hizmetçisi” diye imza atarken, kendisi ağa gibi sofilere caka satmaz. Eğer kendi nefsine değer verirse, bilmelidir ki başkaları ondan değerli olabilir. Nice günahkâr tevbe edip kısa zamanda velî olabilir. Yeter ki insan kendini beğenmiş ve ameline güvenmiş cinsten olmasın.


Ruhu’l-Beyan tefsirinde İsmail Hakkı Bursevî (k.s) hazretleri şöyle buyurur: “Allah Tealâ bir kulun helakini isterse onu üç şeyle cezalandırır: Birincisi, ilim verir fakat âlimlerin amellerinden mahrum eder. İkincisi, sâlihlerin sohbetiyle rızıklanır ama onların hakkını bilmez. Sâlihler içinde derviş oldum diye kendine kıymet biçmek insanın helakinin alâmetidir. Üçüncüsü, ibadet ehlidir fakat ihlâs ve niyeti sahih değildir.”


Adâvet yani düşmanlık etmek, diğer müridlere hakaret ederek cemaati bölüp ayırmak kadar kötü fiil yoktur. Kim düşmanlıkla meşgul olursa, sofi kardeşlerini herhangi bir sebeple düşman ilan ederse ahiret menfaatine işlerde çalışmaktan kesilir. “Kindar bir adamım. Unutamam.” diyenler adâvet ehlidir. Değil vekil, halife de olsa bir milim yükselemez. Düşmanlık edenin kalbi kin ve nefretle meşguldür. Kin dolu bir kalp Allah Tealâ’ya hayırlı amel yapamaz. Çünkü kalp birbirine zıt iki şeyi bir arada bulundurmaz.


Dervişlik zordur. Haddi hukuku bilmek lazımdır. Haddi hukuku bilmeyenin dervişliği yalancılıktır. Mademki senin peygamberin, senin mürşidin merhamet sahibidir, sen de merhametli olup düşmanlığı bırakmalısın. Mademki mürşid “Hâdimü’l-Müslimîn” diye imza atıyor, o zaman sofisi, vekili, vazifelisi de “hizmetçilerin hizmetçisi” olur.


Sofi, mürşidini örnek kabul etmeli, ona benzemeye çalışmalıdır. “Ben şeyhin yirmi otuz senelik müridiyim” diyenler, yirmi otuz senede şeyhin güzel ahlâkının ne kadarını aldı? Sabrı, şükrü, hizmeti, tevazuyu öğrendi mi? Kendisini şeyhine ne kadar benzetebildi?


Mademki şeyhte peygamber ahlâkından hasletler var, vekilde de sofide de olmalıdır. Eğer sende peygamberlerin hasleti yoksa, olmuyorsa nefsin ve şeytan sana galip demektir.


Halis, kâmil, güzel bir müslüman olmak gerekir. Fatiha suresini okuyor “sadece sana kulluk ederiz” diyoruz. Biraz sonra da yalancılık, gıybet, her türlü haramı işliyoruz. Bu nasıl sofilik, bu nasıl vekilliktir! Sizin şeyhiniz böyle mi yapıyor?"

SERİY ES-SAKATİ

 Sırrı Sakati hazretleri der ki:" Bir gün mezarlığa çıkmıştım.Orada Behlül'e rastladım.Ona " Barada ne yapıyorsun?" dedim." Bana eziyet vermeyen, yanlarından ayrılınca gıybetimi yapmayan bir toplulukla oturuyorum" dedi."Aç mısın?" dedim.Bunun üzerine şu beytiokuyarak gitti:"Aç ol! Çünkü açlık takva ehlinin amelidir.Uzun süre aç kalan, bir gün gelip doyacaktır."

EMİN OLMA

 "EY ADEMOĞLU, SIRATI GEÇENE KADAR BENİM MEKRİMDEN EMİN OLMA" hadis-i kutsidir(el-Kelimatül Kudsiyye),

Rivayete göre Allah Teala İbrahim (a.s)  a şöyle hitab etti:"Ey İbrahim! Sende gördüğüm bu şiddetli korku nedendir? .Hz.İbrahim şöyle cevap verdi:"Ya Rabbi! Nasıl korkmayayım ki babam adem sana yakınlık makamında olduğu halde , onu kendi elinle yaratıp ona ruhundan üflediğin halde , melekleri ona secde etmeyi emrettiğin halde tek bir günah sebebiyle onu yakınlığından uzaklaştırdın." Bunun üzerine Allah Teala ona:"Ey İbrahim,  sevenin sevdiğine karşı gelmesinin çok ağır olduğunu bilmez misin?" diy vahyetti.

ŞÜKÜR

Şükür, nimetleri kayd etmektir. Cezaların defini gerektirir.Bunu yapmak üç uzva düşer, Bilki onlar kalp, el ve ağızdır. 

SEHL B.ABDULLAH TUSTERİ

 Bir adam Sehl b.Abdullah'ın yanına vardı ve şöyle dedi:"Evime hırsız girdi ve eşyamı aldı".Sehl şöyle cevap verdi:" Allah'a şükret.Şayet hırsız,(şeytan) kalbine girseydi ve tevhid inancını alsaydı, ne yapardın?

7 Ekim 2025 Salı

HAYATI İBADET KILANLAR

Hayatın ibadet kılınma süreci inisanın derunundan her şey için dua etmesi, her duasını bir fatiha ile süslemesidir.Fatiha okumayı bir hayat tarzı olarak başlar.Örneğin;
Bir mahalleye girişinde veçıkışında o mahallede ikamet edenler için:" İlahi ya Rabbi ! bu mahallede oturanların umurlarını hayra tebdil et.Onları kazadan , beladan, hastalıktan , idraksizlikten muhafaza et.Hanelerine gve gönüllerine huzur bahşet!. Borçları varsa vadesinde ödemelerini nasib etHepsine iman selameti bayşet" şeklinde dua eder.
Bir hastahanenin önünden geçerken orada yatanların şifa bulması , hastahane personelinin merhametle hastalara davranması taleple hepsine iman selameti ver!" diye dua eder.
Bir devlet dairesinin önünden geçerken o dairenin vatana millete hadim olmasını dileyerek rüşvetten ,nüfuz ticaretine alet olmaktan muhafaza et" diye dua eder.
Bir okulun önünden geçerken orada okuyan kimselerin analarına , babalarına ,vatana , millete , devlete hayırlıve  hizmetkar yetişmeleri yönünde dua ederTalebeleri yetiştiren hocalara dua eder.
Çocuklu bir çift görünce " İlahi bunların muhabbetini artır , vahdetini tahkim et , çocukların hayırlı ve muti kıl, onlara mürüvvetlerini göster, iman selameti ver" diey dua eder.
Gece yatmadan önce :" İlahi ya Rabbi! bu ülkeyi ve bu beldeyi harpten, düşmandan , afetten felaketten koru! Ahlak sükutundan , bozgundan, borçtan kurtar.Adaletsizlerin , dirayetsizlerin ahlaksızların ,hırsızların ve raşilerin tasallutundan ve zararlarından koru" diye dua eder.
Bu ve buna benzer  duaları vird edinerek bir hayat tarzı haline getirenler "hayatı ibadet kılanlar" yolunda olur.

5 Ekim 2025 Pazar

ADALETLİ OLMAK

 Bir günlük adalet,60 yıllık ibadetten sevaplıdır hadisi şerifi,  adaletli davranmanın zorluğuna da işarettir.İbadet sadece namaz, oruç, hac zekat  değildir.Bu ibadeti avam takliden yapar ancak Adaletli davranmak ibadetinde nefse karşı cihad vardır.

NEFSİ LEVVAME MERTEBESİ

 Mürşidin himmeti ve Allah7ın lütfuyla mürid, Nefsi Emmare ye karşı cihadında muvaffak olursa nefsin ikinci mertebesi olan kendini kınayan nefs olan Nefsi Levvame ile karşı karşıya kalır.Bu mertebede kendisini zikir olarak telkin edilen İsm-i Celal'in nefsi levvameyi yontup tadil etmeye başlamasının reaksiyonu olarak nefsi levvame bütün hile ve desiselerini ortaya döker.Bunlar müridde: 1-Vehim , 2- vesvese, 3- Hayal gücü ve 4-tereddüt  olarak ortaya çıkar, aklına da kalbine de hükmetmeye başlar.

Nefsi levvame Allah7ın emirleri , Şeriatin kuralları  ve Mürşidin nutuk ve emirleri hususunda müridin idrakini bulandırır; bu konuda fehamet ve temyizinde zaaf ve tereddütler uyandırır.Bu nedenle münafık sıfatına layıktır.Ayrıca mürid nefsi levvamenin etkisi altında Mürşidinin mertebesinden ve ilminden şüphe duymaya , bazende ihvandan soğumaya başlar.Mürşidrini ziyaret ona ağır gelmeye başlar.Kendisininde mürşit olması hayalleri başlar.Efendisi ile kendisini kıyaslamaya başlar.Sonra kendisine gelir, kendini kınamaya başlar.ancak bir müddet sonra aynı duygular yeniden tepreşir.

NEFSİ EMMARE MERTEBESİ

 Nefsi emmare mertebesi insanı: Tecessüsün, dekikoduculuğun, gıybetin, iftiracılığın , yancılığın, aptallığın, dönekliği, hiyanetin, hilekarlığın, münafıklığın,korkaklığın, vurdumduymazlığın, sorumsuzluğun, adaletsizliğin, iimansızlığın, küfrün, batıla meyt etme tutkusunun, cimriliğin, tamahın, hırsızlığın , israfın , kendini beğenmişliğin, cehaletin, kibrin, kinin, muhabbetsizliğin, kabalığın, şiddetin gadrin, mahvetme içgüdüsünün, hırsın, her türlü şehvetin, kendisine putlar ihdas etmenin ve benzeri nakısların dürtü ve emirlerine muti kılan nefsin mertebesidir.

Nefsi emmare heva ve hevesi ile bütün dürtü ve emirleri beşyeri Allah7ın emirlerine muhalifg hareket etmeye yöneltir, bu bakımdan Şeytanın hile ve desiselerinin yansıdığı bir yerdir.Nefsi emmare Allah'ın emirlerini ve Şeriat kurallarını örter.